Soğuk savaş bitti ama o dönemde kurgulanan ulus-devlet dili zihinlerimizdeki etkisini sürdürüyor. Bu dili o kadar benimsemiş durumdayız ki, içinde olduğumuz değişimi anlamakta zorlanıyor ve çoğu zaman yadırgıyoruz. AKP hükümetleri ile birlikte gelen Türkiye’nin yeni dış politikası da Batı’da uzun süre tam olarak kavranamadı. Türkiye’nin eksen değiştirdiğinden söz edildi. Oysa yapılan şey siyasetin çeşitlendirilmesi, birbirine paralel giden ikili veya bölgesel ilişkilerin birlikte amaçlanmasıydı. Gerçekte bu bakış küresel dünyanın ima ettiği doğal bir durumdu. Ne var ki küreselliği bir iktidar aracı olarak algılayan birçok Batılı gözlemci, aynı küreselliğin dünyadaki iktidar yapısını değiştirebileceğini kabullenmekte zorlandı. Küresel dünya sayesinde iktidar alanını genişletirken, eski iktidar odaklarının aynı güçlerini devam ettireceklerini varsaydılar. Ancak her değişim dönemi bir adaptasyon mekanizmasını davet eder ve buna en hızla uyan toplumlar küresel hiyerarşideki yerlerini yükseltirler. Türkiye bu adaptasyonu en hızlı yapan birkaç ülkeden biri... Ahmet Davutoğlu’nun kişiliğinde sembolleşen yeni dış politikanın en büyük başarısı ise, bu yeni durumun sadece güç arttırmaya izin veren bir fırsatlar kümesinden ibaret olmayıp, gerçek bir zihniyet değişimini, yeni bir dili de davet ettiğinin idrak edilmesi oldu. Bugünün dünyasında gücün artması, daha güçlü olmaya çalışarak değil, gücü paylaşmaya hazır olarak ve gücün birliktelikten gelen sinerjik etkisini besleyerek sağlanabiliyor.
Ahmet Davutoğlu kaderin şanslı kıldığı insanlardan biri... Çünkü doğru gözlemlerini doğru fikirlere tercüme edebilen bir bilim insanının ötesinde, yüreğinden geçenleri hayata geçirebileceği bir dönemin siyasetçisi oldu. Söz konusu hayallerin küresel dünyanın ima ettiği gerçeklikle çakışması ise, onu bugün hariciye dünyasının en ilginç insanlarından biri haline getirdi. Geçen hafta iki günlük Bulgaristan gezisinde verdiği kısa konferansta Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı binasındaki sinema salonu tümüyle dolmuştu ve neredeyse bütün büyükelçiliklerden temsilciler konuşmayı dinlemeye gelmişti. Davutoğlu’nun konuşmasının ana bölümü her zamanki gibi kendi vizyonunu sergiledi. Ancak bu vizyonun siyasete bağlandığı noktalarda son derece radikal bir demokrat duruşun ipuçları vardı. Örneğin teknolojinin bir ‘doğal kaynak’ olmayıp, tüm insanlığa ait bir değer olduğundan hareketle ‘nükleer enerji herkesin hakkı, ama nükleer silah kimsenin hakkı değil’ formülasyonu bu yaklaşımın uzantısıydı. Ancak konuşmanın asıl çarpıcı tarafı siyasetin bizatihi akılcılık olduğunu ve akılcılığı derinleştirdiğini ifade ettiği bölümlerdi. Çünkü Davutoğlu, dinleyici kitlenin henüz tam hazır olmadığı bir değişimden, bir paradigma kaymasından söz ediyordu aslında... Kendi kullandığı kelimeyle her şeyin, ama asıl vurucu olarak sınırların, tarihin ve coğrafyanın da ‘yeniden keşfedildiği’ bir dönemden geçiyorduk. Ulus-devlet dünyasının birer sabite haline getirdiği bu kavramların yeniden ele alınması ve kaçınılmaz olarak ulus-devlet öncesi kavrayışla birlikte harmanlanması gerekiyordu.
Davutoğlu bu tesbiti yukarıdaki kelimelerle ve açıklıkta yapmadı... Ama vizyonunun ulus-devleti küresel dünyaya taşımanın ‘bedelini’ öngördüğünü anlamak zor değildi. Bu yaklaşımı hissedenler son dönemde Davutoğlu’nun bir ‘yeni Osmanlı’ bakışı geliştirmeye çalıştığını öne sürüyorlar. Davutoğlu ise, Bulgaristan’daki basın toplantısında gelen sorulara verdiği cevapta bu terimi kendisinin de hükümetin de hiçbir zaman kullanmadığını söyledi. Gerçek ise iki noktanın ortasında... Batı dünyası Türkiye’nin becerip beceremeyeceğini bilmediğimiz, ama peşinde olduğu siyasetin kendi ulus-devlet ötesi bakışından farklı olduğunu görüyor. AB de ulusal sınırları ‘yeniden keşfeden’, yani onları anlamsızlaştıran bir yapılanma. Ama kaldırılan sınırlar, daha öteye itilmiş muhkem sınırlarla korunuyor. Oysa Davutoğlu gerçekten de küresel anlamlılığın sınırlarını kastediyor. Yani ticaret yollarının, kentlerin, toplumların kendi doğal tarihsel mecralarına doğru akacakları bir dünyadan söz ediyor. Ayrıca bu yenilenme sürecinin konuşma, karşılıklı anlayış ve ulusu aşan bir bölgesel kimlikleşme ile yaşanacağını söylüyor. Örneğin Bulgaristan’ın bir uluslararası kurumda sorumluluk almasını, engellenmesi gereken bir tehdit olarak değil, kendi bölgesinin önem ve prestij kazanması olarak algılıyor ve destekliyor.
Buna ‘yeni Osmanlı’ demek pek mümkün değil, çünkü bir imparatorluk mantığından, hiyerarşiden bahsetmiyoruz. Aksine eşdüzeyli, yatay ve içiçe geçmiş bir ilişkiler ağından söz ediyoruz. Öte yandan bu durumun insanlara Osmanlı’yı hatırlatması ise şaşırtıcı değil, çünkü geçmişimizde ‘eskimeyen’ bir Osmanlı mirası var. Anadolu’nun ulus-devlet dönemi modernliğin bazı yönlerinin bu topraklarda kök salmasına hizmet etmiş olabilir. Ama aynı zamanda o mirasın olumlu yönlerinin de unutulmasıyla sonuçlandı. Şimdi küresel bir dünyadayız ve o mirası yeniden hatırlıyoruz. İşin ilginç yanı bu kez onu ataerkillikten demokratlığa taşıma fırsatını da kullanıyoruz.
Bu vizyonun neyi ima ettiğini Davutoğlu’nun seyahat dönüşü uçakta paylaştığı bir anısı gayet iyi betimliyor. Soru, AB üyesi olmuş bir Türkiye’de, kabaca on yıl geçtikten sonra nasıl bir İstanbul ile karşılaşacağımız... Davutoğlu’nun buna yanıt ise şöyle: “Aynen 19. yüzyıl ikinci yarısındaki İstanbul gibi bir İstanbul’la...” Yani levantenlerin Pera semtini doldurduğu, Doğu Avrupa entelektüellerinin aktığı bir İstanbul... Eskimeyen İstanbul’un kendi sınırlarını ‘yeniden keşfettiği’ bir dünya.
Bütün bunların AKP iktidarında olması ne kadar öğretici bir durum... Laikliğin ve milliyetçiliğin daralttığı ufukların, şimdi ‘yeniden keşfedilen’ otantik ve melez kimliğimizle inşa edilmesine tanık olacağız ve bunu demokrat dindarlar yapacak...
TARAF