Eski İslâmcı (!) Cumhurbaşkanı

Serdar Demirel

Sayın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi gerek yurt içinde gerekse yurt dışında birçok yönden ele alındı, ama daha çok kriz merkezli olarak gündem yapıldı.

Anayasal çerçevede gerçekleşmiş bir seçimin bu kadar gürültü koparmasının altında, devletin İslâm ile kurduğu sorunlu ilişkinin yattığı, halkımıza bir sır değil elbet.

Batılıların perspektifinden meseleye baktığımızda ise, onlar; devlet elitlerinden mütemâdiyen, halkın inanç ve geleneklerinden neşet etmiş dünya tasavvurunu kontrol altında tutma refleksleri bekliyorlar. Türkiye’nin inanç ve kültürel miras kodlarıyla hareket etme ihtimali, o dünyada alarm zillerini çaldırmaya yetiyor.

Türkiye’de yazılıp çizilenler malum, bir noktaya kadar da makul. Çünkü bu ülke cumhurbaşkanını seçiyordu. Lehte ve aleyhte taraflar vardı. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, Gül’e, ideolojik nedenlerle karşı çıkanlarla elitist imtiyazlarını korumak isteyenler aynı cephede el ele tutuşup krizden yana tavır almışlardı. Krize noktayı koyan da halk oldu.

Bu mücâdeleyi ilgiyle izleyen dünya basınını da anlamak mümkün. Peki ya dünya medyası denince akla ilk gelen Batılı görsel ve yazılı medyanın seçim sürecini, Cumhurbaşkanı Gül’ü ele alış şeklini nasıl değerlendirmek gerek?

Batılı medyanın Gül’ü ele alış meselesinde öne çıkan kilit kavram, “eski İslâmcı” etiketi idi. Çünkü Cumhurbaşkanı Gül’ün mâzisinde İslâmî siyasi taleplerin olduğu ısrarla vurgulanıyordu. Bu zeminde, Türkiye’de “laikliğin geleceği ne olacak?” sorusuna hararetle cevap arandı. Birçok yerli ve yabancı uzmana bu meyanda sorular yöneltildi, Gül’ün nasıl siyasi bir irade sergileyeceği geniş geniş tartışıldı.

Seçim sürecinde bunlara tanıklık ettik. Seçim sonrası da durum pek değişmedi. Şimdi de bekle-gör sessizliğine çekildiler.

Batılı birçok siyaset bilimci, politikacı, karar verme makamındaki insan; kendi dünyalarının karşısına; “Merak etmeyin, Türkiye’de rejim tehdit altında değil, laiklik asıl şimdi gerçek mânâda halka nüfuz etmeye başlayacak”, yorumlarıyla çıktılar.

Medyadaki neocon çizgideki kalemler ise sürekli, “Laiklik tehlikede, Türkiye elden gidiyor” çığırtkanlığı yaptı. Ama dikkat edildiğinde bu iki çizgi arasında Türkiye’nin alması gereken pozisyon hususunda bir ittifak vardı, o da; laikliğin mutlaka korunmasıydı. Ayrıldıkları nokta ise bunu sağlamanın yöntemi üzerineydi.

Türkiye’de “Laikliğin geleceği” o kadar önemseniyor ki, insan bilâihtiyar şu soruyu soramadan edemiyor: “Laiklik Türkiye için mi çok hayatî yoksa Batılılar için mi?”

Bu mesele, neden; Türkiye’nin iç sorunu olmaktan çok küresel siyasetin, buna bağlı olarak da Ortadoğu’nun geleceği minvalinde ele alınıyor?

Bunu da iki şeye bağlamak mümkün: Birincisi; Batı’nın “İslâm korkusu”, ikincisi; İslâm dünyasına yönelik sömürü düzeninin sona erebileceği endişesi.

Die Welt gazetesine bir mülâkat veren “Medeniyetler Çatışması” tezinin babası meşhur tarihçi Bernard Lewis; Ortadoğu, Müslümanlar, Türkiye ve Avro-İslâm üzerine sorulan sorulara çok mânidâr cevaplar vermiş. Bu cevaplardan küçük bir alıntı yapmak istiyorum, zira bu konuyla yakından alakalı.

Dünya Bülteni haber sitesinin Almanca’dan tercüme ederek yayımladığı bu mülâkatta Lewis, bu korkuyu şöyle dile getirmiş:

“Batı, Müslümanları 200 yıl boyunca hakimiyeti altında tuttu. Birinci Dünya Savaşı sonunda Batı’nın hakimiyeti tam anlamıyla gerçekleşmişti. Son Büyük İslâm İmparatorluğu Osmanlı emperyalist güçler arasında paylaşılmıştı. İran’daki ve Afganistan’daki diğer İslâm devletleri yıkıldılar. Türkiye bağımsızlığına kavuştu, ama seküler ve anti-İslâm bir rejim meydana getirdi.

Soğuk Savaş döneminde Müslümanlar zayıftı. Onlara sadece güçler arasında oynamak kaldı. Şimdi (Müslümanlar) 200 yıl sonra ilk defa kendi kaderleri hakkında karar verebilecekler.”

Lewis’in aculca ve Batı dünyasına bir uyarı sinyali olarak yönlendirdiği bu sözler, Müslümanların kendi gelecekleri hakkında karar vermeleri ihtimalinin bile Batı’yı nasıl korkutmaya yettiğini gösteriyor. Neden? Çünkü bu gelişme, onlara, Müslüman ülkeleri istedikleri gibi sömüremeyecekleri haberini veriyor da ondan.

İşte bu yüzden de “laikliğin başta Türkiye olmak üzere Müslüman dünyada geleceği meselesi” onlar için can alıcı bir soruna dönüşüyor.

İslâm’la sağlıklı bir ilişki kurmak, Merhum Malik Bin Nebi’nin kavramsallaştırdığı “kâbiliyetu’l isti’mâr”a, yani “sömürgeyi içselleştirme psikozu”na son verme istidatı taşıyor da ondan.

Batı’ya öykünmek bizim seçkinci sınıf için medenileşme mânâsına gelirken, onlar için ise öykünenleri gütmek manasına gelir. Bu yüzden de Cumhurbaşkanı Gül için münasip gördükleri “eski İslâmcı” etiketi; “Acaba Türkiye İslâm’la ilişkisini tashih mi ediyor?” korkusunun ürünü.

 

Vakit Gazetesi