Dominique De Villepin’in Fransız BFMTV’deki röportajında Filistin-İsrail hattındaki gelişmelerden yola çıkarak Batı merkeziyetçiliğine getirdiği eleştiriler ve oksidentalizm yorumları ilgi çekici.
Serbestiyet.com’un tamamını Türkçeye çevirdiği röportajın konuyla alakalı kısımlarını aşağıda okurlarımızın ilgisine sunuyoruz…
Röportaja başlarken ilk soru olarak oksidentalizmin açıklamasını yaparak başlayan Eski başkan şunları söyledi:
Oksidentalizm nedir?
Oksidentalizm, 5 asır boyunca dünya siyasetini yöneten Batı’nın, her şeye karışma işine sessizce devam edebileceği düşüncesidir. Fransız siyasi sınıfının tartışmalarında bile açıkça görebiliyoruz ki, şu anda Orta Doğu’da yaşananlar karşısında, din ya da medeniyet savaşına benzeyen bu savaşa yönelik bir siyasete göre devam etmemiz gerektiği fikri hâkim. Bu da kendimizi uluslararası sahnede daha da izole etmek anlamına gelecektir.
İzlediğimiz doğru bir yol değil. Özellikle de üçüncü bir tuzak olan ahlakçılık tuzağı söz konusu olduğunda. Ve burada, Ukrayna’da ve Orta Doğu’da yaşananları karşılaştırdığımızda, hatta son haftalarda Afrika’ya, Orta Doğu’ya ya da Latin Amerika’ya yaptığım seyahatler de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde kınanan bu çifte standardın bir bakıma kanıtına dönüyoruz. Eleştiriler hep aynı: Gazze’de sivil halka nasıl davranıldığına bir bakın! Aynı şey Ukrayna’da cereyan ettiğinde Ukrayna’da olanları hemen kınıyorsunuz, fakat Gazze’de yaşanan trajedi karşısında çok çekingensiniz!?
Küresel güney tarafından yapılan ikinci eleştiri olan uluslararası hukuk meselesini de ele alalım. Ukrayna’ya saldırdığında Rusya’ya yaptırım uyguluyoruz, sonra Birleşmiş Milletler kararlarına saygı göstermediğinde de Rusya’ya yaptırım uyguluyoruz. Fakat gelin görün ki 70 yıldır Birleşmiş Milletler kararları boşuna oylanıyor, boşuna uluslar arası yaptırım kararları çıkıyor. İsrail ise bunlara karşı hiçbir şekilde saygı göstermiyor.
Batılıların, şu anda, kibirleri yüzünden suçlu olduğunu düşünüyor musunuz?
Batılılar doğru cevapları bulmak için gözlerini ve zihinlerini önümüzde cereyan eden tarihi dramın boyutlarına açmalıdır.
Tarihsel dram derken kastettiğiniz nedir? Yani her şeyden önce, 7 Ekim trajedisinden bahsediyoruz değil mi?
Elbette bu tür dehşetler yaşanıyor lakin bunlara nasıl tepki verileceği çok önemlidir. Yanlış cevapları bularak geleceğimizi mi öldüreceğiz?
Geleceği öldürmek mi?
Geleceği öldürmek, evet! Neden sordunuz?
Peki ama kim kimi öldürüyor?
Bir neden-sonuç oyunu içindesiniz. Tarihin trajedisiyle karşı karşıya kaldığınızda, bu “nedensellik zinciri”nin analitik ızgarasını kullanamazsınız. Çünkü bu mantığı kullandığınızda ondan kurtulmanızın imkânı kalmaz. Ortada bir tuzak olduğunu anladığımızda ise, bu tuzağın ötesinde ne olduğunu görebildiğimizde Ortadoğu’da Filistin meselesine ilişkin (köklü) bir değişim ihtimalinin de olduğunu fark anlayabiliriz.
Bugünkü durum [geçmişte olduğundan] son derece farklı. Filistin davası siyasi ve seküler bir davaydı. Bugün ise Hamas tarafından yönetilen İslamcı bir dava ile karşı karşıyayız. Açıkçası bu tür bir dava mutlakbir şekilde müzakereye izin vermez. Elbette İsrail tarafında da gelişmeler yaşandı: Siyonizm, 19. yüzyılın sonlarında Theodor Herzl tarafından savunulan seküler ve siyasi bir davaydı. Bugün ise büyük ölçüde Mesihçi ve İncilci bir hal aldı. Bu, İsraillilerin de uzlaşmak istemedikleri anlamına geliyor. Aşırı sağcı İsrail hükümetinin yaptığı her şey, kolonileşmeyi teşvik etmeye devam etmekten ibaret. Tüm bunlar da 7 Ekim’den bu yana da dâhil olmak üzere, açıkça işleri daha da kötüleştiriyor. Dolayısıyla bu bağlamda, bu bölgede zaten son derece çözümsüz görünen bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu lütfen anlayın.
Buna bir de devletlerin sertleşmeye başlamaları ekleniyor. Diplomatik açıdan Ürdün Kralı’nın açıklamalarına bakın, altı ay öncesiyle aynı değiller. Veya Türkiye’de Erdoğan’ın açıklamalarına bakın.
Kesinlikle, bunlar son derece sert ifadeler…
Aynı zamanda da son derece endişe verici ifadeler. Neden mi? Çünkü Filistin davası, Filistin meselesi, ön plana çıkarılmamışsa, sahneye konmamışsa; bugün Avrupa’daki gençlerin çoğu bu meseleyi hiç duymamışsa, Filistin meselesi Arap halkları için tüm savaşların anası olmaya devam edecektir. Birilerinin inanıp arkasında durabileceği tüm ilerlemeler, Orta Doğu’yu istikrara kavuşturma çabaları doğrultusunda kaydedilen tüm ilerlemeler boşa çıkacaktır.
Evet, ama bu kimin suçu? Sizi anlamakta zorlanıyorum, Hamas’ın suçu mu?
Ama Bayan Malherbe, ben bir diplomat olarak eğitildim. Kimin suçlu olduğu gibi sorular tarihçiler veya felsefecilerce zaten ele alınacaktır.
Batılıların, şu anda, kibirleri yüzünden suçlu olduğunu düşünüyor musunuz?
Batılılar doğru cevapları bulmak için gözlerini ve zihinlerini önümüzde cereyan eden tarihi dramın boyutlarına açmalıdır.
Tarihsel dram derken kastettiğiniz nedir? Yani her şeyden önce, 7 Ekim trajedisinden bahsediyoruz değil mi?
Elbette bu tür dehşetler yaşanıyor lakin bunlara nasıl tepki verileceği çok önemlidir. Yanlış cevapları bularak geleceğimizi mi öldüreceğiz?
Geleceği öldürmek mi?
Geleceği öldürmek, evet! Neden sordunuz?
Peki ama kim kimi öldürüyor?
Bir neden-sonuç oyunu içindesiniz. Tarihin trajedisiyle karşı karşıya kaldığınızda, bu “nedensellik zinciri”nin analitik ızgarasını kullanamazsınız. Çünkü bu mantığı kullandığınızda ondan kurtulmanızın imkânı kalmaz. Ortada bir tuzak olduğunu anladığımızda ise, bu tuzağın ötesinde ne olduğunu görebildiğimizde Ortadoğu’da Filistin meselesine ilişkin (köklü) bir değişim ihtimalinin de olduğunu fark anlayabiliriz.
Bugünkü durum [geçmişte olduğundan] son derece farklı. Filistin davası siyasi ve seküler bir davaydı. Bugün ise Hamas tarafından yönetilen İslamcı bir dava ile karşı karşıyayız. Açıkçası bu tür bir dava mutlakbir şekilde müzakereye izin vermez. Elbette İsrail tarafında da gelişmeler yaşandı: Siyonizm, 19. yüzyılın sonlarında Theodor Herzl tarafından savunulan seküler ve siyasi bir davaydı. Bugün ise büyük ölçüde Mesihçi ve İncilci bir hal aldı. Bu, İsraillilerin de uzlaşmak istemedikleri anlamına geliyor. Aşırı sağcı İsrail hükümetinin yaptığı her şey, kolonileşmeyi teşvik etmeye devam etmekten ibaret. Tüm bunlar da 7 Ekim’den bu yana da dâhil olmak üzere, açıkça işleri daha da kötüleştiriyor. Dolayısıyla bu bağlamda, bu bölgede zaten son derece çözümsüz görünen bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu lütfen anlayın.
Buna bir de devletlerin sertleşmeye başlamaları ekleniyor. Diplomatik açıdan Ürdün Kralı’nın açıklamalarına bakın, altı ay öncesiyle aynı değiller. Veya Türkiye’de Erdoğan’ın açıklamalarına bakın.
Kesinlikle, bunlar son derece sert ifadeler…
Aynı zamanda da son derece endişe verici ifadeler. Neden mi? Çünkü Filistin davası, Filistin meselesi, ön plana çıkarılmamışsa, sahneye konmamışsa; bugün Avrupa’daki gençlerin çoğu bu meseleyi hiç duymamışsa, Filistin meselesi Arap halkları için tüm savaşların anası olmaya devam edecektir. Birilerinin inanıp arkasında durabileceği tüm ilerlemeler, Orta Doğu’yu istikrara kavuşturma çabaları doğrultusunda kaydedilen tüm ilerlemeler boşa çıkacaktır.
Evet, ama bu kimin suçu? Sizi anlamakta zorlanıyorum, Hamas’ın suçu mu?
Ama Bayan Malherbe, ben bir diplomat olarak eğitildim. Kimin suçlu olduğu gibi sorular tarihçiler veya felsefecilerce zaten ele alınacaktır.
Filistin’in liderlerinin kim olacağını seçmek bize düşmez.
İsrail’in son yıllarda izlediği siyaset bir Filistin yönetiminin gelişmesini istemedi… Filistin liderliğini yürütebilecek insanların birçoğu hapiste ve İsrail’in çıkarı (çünkü tekrar ediyorum, o zamanlar bu onların programında ya da İsrail’in çıkarına değildi ya da öyle düşünüyorlardı) bunun yerine Filistinlileri bölmek ve Filistin sorununun ortadan kalkmasını sağlamaktan ibaret.
Filistin sorunu ortadan kalkmayacak. Bu yüzden bunu ele almalı ve bir cevap bir çözüm bulmalıyız. İşte bu noktada cesarete ihtiyacımız var. Güç kullanımı çıkmaz bir yol. Hamas’ın yaptıklarının ahlaki olarak kınanması (ki bu dehşetin ahlaki olarak kınanması konusunda benim sözlerimde bir “ama” yoktur) bizi politik ve diplomatik olarak aydınlanmış bir şekilde ilerlemekten alıkoymamalıdır. Misilleme her daim hiç bitmeyen bir döngü yaratır.