Eşitlikten pozitif ayrımcılığa

Ali Bulaç

Kadın-erkek ilişkisinin doğası, erkeğin kavvam vasfının korunmasına ve aile düzeninde ma'ruf ve meşru çerçevede kadının erkeğe itaat etmesine dayanır. Çünkü erkek ve kadın arasındaki ontolojik bağ eşitliği değil, yaratılıştaki çeşitliliği ve bunun zorunlu sonucu olan farklılığı öngörür.

Modernlik, bu doğayı tahrip etti, fıtratı bozdu. Ailede reisliğin erkekten alınmasıyla kavvam vasıf, sosyo-ekonomik düzenlemelerle itaat ve eşitlik ilkesiyle farklılık aileyi belirleyen sabiteler olmaktan çıktı.

Belirtmek gerekir ki, erkeğin kadın üzerindeki katı tahakkümü, güç merkezli teknolojik gelişme, ulus devletin emredici gücü ve tabiata kaba müdahaleleri temel alan modern uygarlığın ürünüdür. Modernlik öncesinde kadın çeşitli mağduriyetlere uğramıştır, ancak bunlar sistemli kültürel kalıplarla sürdürülen haksızlıklar değil, genel hak ve hukuk ihlalleri cinsinden şeylerdi. Modern uygarlık, tabiatındaki güç temerküzü ve tahakküm dolayısıyla erkek egemen bir karaktere sahiptir. "Erkek egemen (ataerkil) kültür"ün kadim zamanlardan beri sürüp geldiği fikri, geçen yüzyılda icat edilmiş bir hurafedir.

Modern teknolojik ve ekonomik güç biçimleri, modernite ile ortaya çıkan "erkek merkezli" bir kültürden "kadın merkezli" bir kültüre doğru gidiş başlamış bulunmaktadır. Modernlik öncesinde hak ve hukuk ihlallerine rağmen dinler ve kadim gelenekler "insan merkezli"ydi, bugün kadın merkezli hakim bir söylem ve kültüre doğru giderken, bu insan merkezliliği kaybetmekteyiz. Sorun kadının veya erkeğin ezilmesi sorunu değil, insanın sorunudur. Kadın merkezli bir kültürde merkezde "insan" değil, "cinsiyet" ve bunun ideolojisi olan "cinsiyetçilik" bulunmaktadır.

Batı'da feminist söylemi ve ideolojiyi tüketen postfeministler, sanayi devriminden bu yana söylemlerini üzerine oturttukları "kadın-erkek karşıtlığı"nın artık anlamlı olmaktan çıktığını düşünüp, asıl kadını özgürleştirmekten alıkoyan ontolojik ve antropolojik kaynaklara inmenin gerekliliğine inanmaktadırlar. Moralleri bozulmasın, çabaları bir iki yüz yıl daha sürse, varacakları nokta bugünkünden farklı olmayacaktır. Sol entelektüellerin de adaletsizliği, yoksulluğu ve küresel sömürüyü gündemden çıkarıp postfeministler gibi, sonu liberallerin demokrasi varsayımlarına gelip dayanacak bir "özgürlük tanımı" peşinde koşmaları aynı derecede trajiktir.

Bizim gibi ülkelerde, kadına ilişkin egemen algı ve bunun temellendirdiği yasal-hukuki düzenlemeler, "eşitlik"in de ötesine geçip, "pozitif ayrımcılığı" esas alan anayasal ve yasal düzenlemelerle sorunu daha çok içinden çıkılamaz hale getirmektedir. 12 Eylül 2010 referandumunda oyladığımız "kısmi anayasa değişikliği"nde yer alan "kadına pozitif ayrımcılık" ilkesi, Anayasa'da yer alan 10. maddedeki eşitlik ilkesine aykırı yorumlanamayacağı hükmünü getirdi. Buna uygun olarak ilk düzenlemeler yapıldı ve geçenlerde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı "İlk defa işe alınacak kadın için işverenin ödeyeceği sosyal güvenlik priminin 3 yıl süreyle yüzde 100 indirime tabi tutulacağını" açıkladı.

Bunun geleneksel toplumsal yapımızın sürdüğü "ev ve anne merkezli-aile yapısı"nı sarsıp kadınları piyasaya süreceğini, evi kenara iteceğini ve yukarıda işaret ettiğimiz kadın-erkek doğasını tahrip sürecini hızlandıracağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok.

Ben bunun üç büyük sonucu daha olacağını düşünüyorum:

1) Pozitif ayrımcılık, teşvik edilen trend ve emredici yasalar desteğinde liyakat ve ehliyeti önemsiz kılacak, iş piyasası ve statülerin dağılımında kendi başına "kadınlık durumu" rol oynayacak ve uygulama pratikte çeşitli haksızlıklara, istismarlara ve çatışmalara yol açacaktır.

2) Kadınlık durumu dolayısıyla bir işi ve statüyü ele geçiren kadınlar idareden iktisadi hayata, eğitimden hizmet sektörüne kadar her alanda kalite düşüşüne sebep olacaklardır.

3) Pozitif ayrımcılık, sosyo-ekonomik yapıyı daha çok sayıda yasal ve anayasal düzenlemelerle kadınların lehine çevireyim derken siyasi sistemi feminist otokrasiye doğru sürükleyecektir.

ZAMAN