Eşinin vefatı vesilesiyle Abdullah Azzam’ı yeniden düşünmek

Taha Kılınç, eşinin vefatı vesilesiyle Abdullah Azzam’ın biyografisini mercek altına aldığı yazısında “48 yıllık kısacık hayatı boyunca imza attığı şeyler, hâlâ hatırlanmasına ve gündemde kalmasına yardımcı oluyor.” diyor.

Taha Kılınç’ın Yeni Şafak’ta yayımlanan yazısı (2 Haziran 2021) şöyle:

Azzâm’ın öyküsü

Batı Şeria’nın Cenîn kenti yakınlarındaki Sîletu’l-Hârisiyye köyünde kendi halinde bir yaşam süren Yusuf Mustafa Azzâm, 1941’de dünyaya gelen oğluna Abdullah adını vermişti. Filistin topraklarında Siyonist işgalin yoğunlaştığı o dönemde, Abdullah düzenli bir eğitim aldı; Tulkarim şehrindeki ziraat lisesinden mezun oldu. İslâmî ilimlere de büyük yatkınlık gösteren genç adam, tahsilini ilerletmek için Suriye’ye giderek Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi’ni bitirdi.

Üniversiteden sonra Filistin’in çeşitli yerlerinde imam-hatiplik, vaizlik ve öğretmenlik yapan Abdullah Azzâm, bu sırada kendisinden yedi yaş küçük Semîra Muhyiddîn’le evlenmişti. Bu mutlu izdivaçtan 5 oğul (İbrahim, Huzeyfe, Muhammed, Hamza ve Mus’ab) ile 3 kız (Fâtıma, Vefâ, Sümeyye) dünyaya gelecekti.

Abdullah genç ve idealist bir eğitimci olarak vazifesine devam ederken gerçekleşen Altı Gün Savaşı’yla (1967) Batı Şeria’nın tamamı İsrail tarafından işgal edilince, Azzâm ailesi Ürdün’e yerleşti. Nüfusunun çoğunluğunu Filistinlilerin oluşturduğu bu çöl ülkesindeki şartlar, Abdullah Azzâm’ın siyâsi çizgisini daha da netleştirmesine yol açtı. Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’yla teması bulunan Azzâm, Şam yıllarında Saîd Havvâ, Mervân Hadîd, Saîd Ramazan el Bûtî gibi isimlerle de tanışmıştı. Filistin’e döndüğünde ise Arap milliyetçiliğinin bayraktarı Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnâsır ve Filistin’in liderliğine soyunan Yâser Arafat’ı yakından takip etmeye başlamıştı. Ancak Altı Gün Savaşı’nda yaşanan korkunç hezimet, Azzâm’ın her şeyi sorgulamasına neden olacaktı.

1970-73 arasında Kahire’deki Ezher Üniversitesi’nde doktorasını tamamlayan Abdullah Azzâm, sonrasında Ürdün’e döndü ve 1980’de ülkesinden ayrılmak durumunda kalıncaya dek eğitim çalışmalarını sürdürdü. Sonraki durağı olan Cidde’deki Kral Abdulaziz Üniversitesi’nde siyasî faaliyetleri için uygun bir atmosfer bulan Azzâm’ın Suudi Arabistan’a ayak basışı, Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgalinin hemen ertesine denk geliyordu. Azzâm, kısa zaman sonra Pakistan’daydı.

Başkent İslâmâbâd’da kısa süreli ikâmetinin ardından, Afganistan sınırına çok yakın konumuyla “geçit” noktası teşkil eden Peşâver’e yerleşen Abdullah Azzâm, bir yandan İslâmî ilimler sahasında dersler veriyor, diğer yandan da “cihad”ın pratikleriyle ilgileniyordu. 1980’li yılların ilk yarısı boyunca Arap ve İslâm dünyasının dört bir yanından “mücahitler”, Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmak üzere Afganistan’a akın ederken, Azzâm bu akışın organizatörlüğünü yapıyordu. Suudi Arabistan’da tanıştığı Usâme bin Lâdin’i Pakistan’a yanına davet eden Azzâm, ekonomik gücünden faydalandığı Usâme ile birlikte ideolojik bir yapının da temellerini atıyordu: El Kaide.

Abdullah Azzâm, 1985’ten itibaren Ortadoğu, Avrupa ve ABD’ye seyahatler gerçekleştirdi. Sonraki dört yıl boyunca devam edecek olan bu seyahatler çerçevesinde, ABD’nin 28 ayrı eyaletinde 50’den fazla şehre uğrayan Azzâm, gittiği her yerde binlerce kişiyle buluşuyor, onları “cihada destek vermeye” çağırıyordu.

1980’lerin sonuna doğru, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’da ciddi bir hezimeti resmen ilân etmeye hazırlandığı artık belli olmuştu. Abdullah Azzâm, Usâme bin Lâdin, Eymen Zevâhirî -1980’lerin başında Mısır’dan Pakistan’a gelmişti- gibi isimlerin katkısıyla, yerel Afgan güçlerinin ve mücahitlerin desteğiyle, bütün dünyayı şaşkına çevirecek bir zafer kazanılmak üzereydi. Ancak bu sırada, Abdullah Azzâm ile diğer iki Arap lider arasında bazı görüş ayrılıkları meydana çıkmıştı. Azzâm, 1988’de gönüllü Arap savaşçıların belkemiğini oluşturduğu El Kaide’yi birlikte kurduğu Usâme bin Lâdin’i, cihadın sonraki hedefinin Filistin olması gerektiği konusunda iknaya çalışıyordu. Azzâm’a göre, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı çok önemli bir savaş tecrübesi kazanan mücahitler, enerjilerini şimdi de İsrail’e karşı kullanmalıydı. Bin Lâdin ve yardımcısı Zevâhirî ise mücadelenin Afganistan’da devam etmesi konusunda ısrarcıydı.

24 Kasım 1989 Cuma günü, Peşâver’de gerçekleşen bir suikast, tüm bu ihtilaf ve çatışmaları sona erdirecekti:

Abdullah Azzâm, yanında oğulları İbrahim (20) ve Muhammed (16) ile birlikte, cuma namazlarını kıldırdığı Seb’u’l-Leyl Mescidi’ne giderken, yol üzerine yerleştirilen 20 kilogram ağırlığındaki TNT kalıbının uzaktan kumandayla patlatılması sonucu öldü.

Önceki gün, bir arkadaşım vasıtasıyla, Abdullah Azzâm’ın eşi Semîra Muhyiddîn’in Covid-19 nedeniyle Ürdün’de vefat ettiğini öğrendiğimde, aklıma Azzâm’ın bu sıra dışı hikâyesi geldi.

Azzâm yaşasaydı nerelere sürüklenirdi ve hangi çizgide olurdu, tahmin etmek zor. Ancak 48 yıllık kısacık hayatı boyunca imza attığı şeyler, hâlâ hatırlanmasına ve gündemde kalmasına yardımcı oluyor.

Biyografiler Haberleri

"Afiye Sıddıki'ye yönelik Amerikan zulmü sürüyor"
İşgal rejimi Gazze kuzeyinde 20 günde 770 kişiyi katletti
Türkiye Yazarlar Birliği Kurucu Başkanı Mehmet Doğan vefat etti
İşgalci İsrail’in kabusu Yahya Sinvar kimdir?
Filistin cihadına adanmış bir ömür: İsmail Heniyye