Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta cuma namazı sonrasında basın mensuplarının sorularını yanıtlarken "Suriye ile yeniden diplomatik ilişkileri kurmamak için bir sebep yok. Suriye'nin iç işlerine karışmak gibi bir niyetimiz yok. Biliyorsunuz ailece görüşmeye varana kadar sayın Esed'le geçmişte nasıl yaptıksa yeniden yapmamamız için bir sebep yok" ifadelerini kullandı. Yaklaşık bir hafta sonra Euro 2024 Türkiye – Hollanda maçı dönüşü uçakta gazetecilerin Esed’le görüşmeye ilişkin sorularına; Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in ve Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani'nin olası bir görüşme için devrede olduğunu belirterek "Biz davetimizi yapacağız. İnşallah bu davetle birlikte de Türkiye-Suriye ilişkilerini geçmişte olduğu gibi aynı noktaya getirelim istiyoruz. Davetimiz her an olabilir" dedi.
Erdoğan’ın bu değerlendirmeleri muhalif medyada BAE, Suudi Arabistan ve Mısır’la ilişkilerde yaşanan gerilimden sonra atılan normalleşme adımları ve Cumhurbaşkanının bu söz konusu ülke liderleri hakkında daha evvel sarf ettiği sert ifadeler hatırlatılarak “çark” şeklinde lanse edildi.
Türkiye’de muhalefetin büyük çoğunluğu, olayların başladığı 2011 yılından bu güne kadar hiçbir zaman Suriye halkının destansı direnişi, yaşadığı acı ve ödediği bedellere ilkesel ve ahlaki temelde bakma erdemini göstermedi. Geliştirdikleri tek söylem “Suriyelileri geri gönderelim” demekten ibaretti. Dolayısıyla Erdoğan’ın Suriye meselesindeki tavrını ahlaki temelde sorgulayacak en son kesim Türkiye’deki ana akım muhalefettir.
Suriye’de üç kişinin yan yana gelmeye korktuğu, evinde ailesinin yanında bile siyasi değerlendirmeler yapmaya çekindiği, rejime muhalefet edenlerin Seydnaya ve Tedmür gibi zindanlara atılarak bir daha kendilerinden haber alınamadığı bir vasatta; özgülüğünü ve onurunu korumak isteyen izzet sahibi bir toplumun fırsatını bulduğu ilk anda kıyam etmesinden daha doğal ne olabilir?
Suriye halkı, kendilerine her türlü baskıyı, zulmü, aşağılamayı reva gören gayrı insani bir yönetime karşı büyük bir direniş ortaya koydu. Bu insanlar ya kendilerine her türlü baskıyı ve zulmü reva gören bu rejime boyun eğerek zillet içerisinde yaşamaya razı olacak ya da buna karşı direneceklerdi. Bu insanlar ikinci seçeneği tercih ederek bu uğurda ödenecek ne bedel varsa ödedi, ödemeye de devam ediyor. Gazze halkının Siyonist rejime karşı sergilediği direnişin insani, ahlaki ve ilkesel dayanakları ile Suriye halkının zalim Baas rejimine karşı sergilediği direnişin dayanakları aynıdır.
Gazze olayının bütün çıplaklığıyla bize gösterdiği gerçeklik şudur: İslam coğrafyasında yaşayan toplumların kendi aralarındaki çelişki ve ihtilaflarına mümkün ve uygulanabilir çözümler bularak birlik olma dışında bir seçenekleri yoktur. Batı dünyası açısından ölen Müslümanların istatiksel olarak dahi bir kıymeti yok. Bahse konu Suriye’de emperyal güçlerden biri olarak ABD, Rojava diye tesmiye edilen bölgede kendisine bağlı bir güç oluşturarak bölgedeki kaosu daha da derinleştirmek isterken, diğer bir emperyal güç olarak Rusya, Lazkiye ve Tartus’ta askeri üs oluşturarak sıcak denizlere inme özlemini gidermenin hesaplarını yapıyor.
Suriye’nin kuzeyinde ve ülkemizde ikamet eden 7 milyon civarındaki Suriyeli için daha esaslı çözümler üretme ihtiyacına ilaveten ABD’nin PKK öncülüğünde teşekkül ettirmek istediği oluşum, kabul etmemiz gerekir ki Türkiye’nin tek başına üstesinden gelmekte zorlandığı önemli konulardır.
Küresel güçlerin ümmet coğrafyasında neler yapmak istediklerini anlamak için Gazze’ye bakmak yeterlidir. Buna mukabil güçsüzlüğümüz, çaresizliğimiz, dağınıklığımız ortada.
Muhalefetin ırkçı-faşist kışkırtmaları karşısında hükümetin, kararlılıktan uzak, çelişkili ve adeta paniğe kapılmış bir ruh hali içerisindeki görüntü ve tavırları başta Suriyeli kardeşlerimiz olmak üzere hepimizi endişeye sürüklemektedir.
Burada tartışılması gereken husus; Esed’le görüşelim veya görüşmeyelim meselesi değil, bu yiğit halkın destansı direnişi, onurlu duruşu ve bu uğurda ödediği bedellere mukabil özgür, onurlu ve barış içerisinde yaşama hakkının güvence altına alınması meselesidir.
Erdoğan’ın: “Suriye’nin demokratik altyapısının inşası, kapsayıcı ve onurlu bir barışın sağlanması ve tüm bunlara Suriye’nin toprak bütünlüğü temelinde yaklaşılması önemlidir. Suriye’de esecek barış rüzgârları ve bütün Suriye’de hayat bulacak barış iklimi, çeşitli ülkelere dağılmış milyonlarca insanın ülkelerine geri dönmeleri açısından da gereklidir. Biz komşumuz Suriye’ye dostluk elimizi daima uzattık ve uzatırız. Adil, onurlu ve kapsayıcı yeni bir toplum sözleşmesi temelinde kucaklaşan, müreffeh, bir ve bütün Suriye’nin her zaman yanında oluruz. Yeter ki Suriye, bu büyük kucaklaşmayı başlatsın ve her alanda toparlansın.” Şeklindeki ifadeleri makul bir çerçeve çizmektedir.
Burada öncelikli olarak hükümete, sivil toplum kuruluşlarına, insan hakları örgütlerine, kanaat önderlerine ve insanlık iddiası taşıyan her birimize düşen görev ve sorumluluk; Suriyeli kardeşlerimizin taahhüt edilen çerçevede temel haklarına kavuşmalarının takipçisi ve destekçisi olmaktır.