Türkiye - Suriye sınırında, korku dolu gözlerle bakan mültecileri gözlemliyoruz. Gözyaşının dinmediği, insanların tedirgin ve ürkek halleri, perişan bir halkın bitap düşmüş görüntüleri yürek burkuyor.
Ülkelerinde tırmanan şiddet ve kaos ortamından kaçıp, sığınacak yer olarak, kendilerine kucak açan Türkiye’ye doğru yola çıkan, arkalarında bıraktıklarının muhasebesini yapmaya fırsatları bile olmayan, diktatör bir rejimin mağdurları onlar. Yaya olarak veya buldukları her türlü araçla, neleri terkettiklerini düşünmeden can derdine düşen ve ölümün soğuk nefesine teslim olmamak için var güçleriyle çocuklarına sarılıp kaçar adımlarla yerlerinden yurtlarından edilen binlerce gariban insan.
Çocukların ayakkabılarını giymelerine dahi fırsat bulamadığı bu zulmün tanıkları soruyor: “Esed, senin adaletin bu mu?”
Suriye’de ordunun muhalif grup ve kentlere düzenlediği saldırı ve operasyonlar sonrası binlerce insan Türkiye’ye sığınıyor. Hergün sayıları katlanarak bu meşakkatli yolculuğa çıkanlar, geleceğin sisli / puslu havasını, belirsiz günlerin, meçhul bir zaman dilimine adım atmanın karamsar ruh halini taşıyor.
Trajedilerin yaşandığı, kaygı verici gelişmelere her gün yenisinin eklendiği Ortadoğu’daki gelişmelere karşı, dünyanın ve özellikle de batının izlediği tutum kendine yakışır bir çizgiyi yeniden hatırlatıyor.
Misafirperverliğin doruğunda karşılanan ve ‘kapılarımız herkese açık, sonuna kadar müsaidiz‘ mesajını yenileyen yetkililerin imkan dahilindeki olanaklarını sunması ‘insani bir özellik‘ olarak çok önemli. Fakat desteğe ihtiyacın olduğu, Türkiye’nin her an artan sayı karşısında yetersiz kalacağı gözardı edilecek bir durum olmamalı.
Türk Hükümeti ile temas halinde olduklarını belirten BM yetkililerinin, 29 Nisan’dan beri devam eden bu göçle ilgili ne yaptıkları / yapacakları henüz net değil. Türkiye’nin izlediği bu politikadan ‘memnun‘ olduklarını ifade etmenin dışında başka birşey duymadığımız Batı, her zamanki pişkinlik ve pervasızlıkla seyirci rolünde.
Türkiye’yi bir kaç övücü cümle ile pohpohlayanlar, katliamları sadece seyretmekle yetindiklerine dair ipuçlarını veriyor bizlere.
Sayıları onbinleri bulan “sığınmacı“ diye nitelendirilenlerden yansıyanlar, Saddam’ın katliamından sonra Türkiye’ye sığınan, Diyarbakır ve çevresinde ‘Peşmerge‘ olarak anılan Kürtleri hatırlattı.
1988’in yine sıcak günleriydi. Çok ucuz yevmiyelerle çalışan insanların, giyim ve kuşamlarındaki farklılık dikkatimi çekmişti. Meraklı sorularla sorduğumda, Saddam Hüseyin’in zulmünden kaçan binlerce insan olduğunu, Türkiye’ye kaçtıklarını, dünya ülkeleri destek vermedikleri için de biçare halleriyle çalışmak durumunda kaldıklarını öğreniyorduk. Birçoğunun iyi meslekleri olmasına rağmen, hangi işi bulurlarsa yapıyorlardı, tıpkı göçmen olarak ülkelerinden göç eden herkes gibi.
Tam bir insanlık dramı yaşanıyordu o zamanlar da. Özellikle batı tarafından yapılan yardımların, ‘kullanım süresi geçen‘ ve insan hayatı için çok tehlikeli olan gıda ve ilaçların varlığı korkutucuydu. Kimyasalların katlettiği bir halkın, bir de yardım adı altında zehirlenmesi acı veren bir başka insanlık ayıbıydı.
Her zaman olduğu gibi, uluslararası desteğin varlığı bugünlerde de yok denecek kadar az. Sadece senaryolar üreten, planlar yapan ve yapabileceklerini sürekli bir şekilde gözden geçirdiğini bize hatırlatan bir Batı var karşımızda yine. Batı medyasında hakkettiği desteği bulamayan bu can alıcı mesele, yapılacak yardımlar üzerine sadece söz ve vaatlerden öteye henüz geçmiş değil.
Göç, insanın hayatında çok ciddi değişikliklerin yaşandığı bir dönemdir. Gidilen yeni ortama uyum sağlama, orada kendini ‘sıfır‘ mesabesinde görme, hayata çok düşük seviyede başlama, yeni çevreye uyum sağlarken karşılaşılan zorlukların haddi hesabı yoktur. İnsanın kendi isteğinin dışında göç ettirilmesi en büyük etmen, sözkonusu göçte olduğu gibi. Geçmişi ile bulunduğu ortam arasındaki o ince çizginin sürekli zedelendiği, geleceğe dair karamsar bir şekilde yön tayininin zorlaştığı, hep geçmişe duyulan özlem ile daha da yabancılaşılan bir ruh halinin hakimiyeti, bir yere ait olamamanın yarattığı tramva, ‘aidiyet‘ duygusunu depreştirir sürekli insanda.
Şiddetli çatışmaların, insan hakları ihlallerinin ve travmatik olayların gündemden düşmediği zamanlarda zorunlu bir şekilde yaşanabilen göçler olduğu gibi, doğal afet sonraları da göçler yaşanabilir elbette. Göçler, ister istek dahilinde isterse de istem dışı bir halle olsun, insanın biyolojisini de psikolojisini etkiler. Ortak nokta ise hiç kuşkusuz yoksulluk, perişanlık ve zorlukların odaklandığı insan onurunun varlığı.
Köyünün ağası iken yoksulluğun pençesinde kıvranır hale gelebilen, işveren bir konumda iken işsiz hale düşebilen, üretici iken tüketici bir konuma dönüşen ve modern dilenciliğin pençesinde kıvranır hale gelen göç mağdurlarına kol kanat germek, yardımlarda bulunmak bir insanlık vazifesidir.
Dünyanın gözü bu sınıra çevrilmeli. Vahşet ve zulmün en büyüğüyle karşı karşıya kalanları görmezden gelmek, yapılanlara seyirci kalmak, en az ‘fail‘ kadar suçlu yapar bizleri.