Bahadır Kurbanoğlu, Esed rejimi savunucularının Baas rejimini savunurken arkasına sığındıkları Esed ve avanesinin “Anti-Emperyalist” ve “Anti-Siyonist” oldukları iddialarını yorumluyor:
Esed Rejimi “Anti-Emperyalist” ve “Anti-Siyonist” mi?
Tunus ve Mısır’la başlayan İntifadalar süreci, küresel bağlamda olduğu gibi Türkiye’de 2 ana akımı ortak bir söylem ve tutum alışa itti:
1- Bu ülkelerdeki diktatörlükleri meşru görmese de, onların gidişinin emperyalist bir projenin ürünü olduğuna inanan muhafazakar ve İslami kesimler. Bu kesimler daha Tunus’taki gelişmeler başladığı andan itibaren bunun bir BOP ürünü olduğunu delillendirme çabası içerisine girmişlerdi.
Bu kesimlerin en başat özelliği, Türkiye solunun başarısızlık dönemlerinin ardından üzerine destanlar yazdığı “Yeşil Kuşak” projelerinin sahiciliğine olan yatkınlıkları; Ümmeti, iktidar eksenli, mükemmeliyetçi bir okumayla değerlendirip, bu vasıflara sahip Müslüman halklar kümesinden özgüven içeren, sahici, kuşatıcı çözümlerin beklenemeyeceğine dair umutsuzluk tezleri ve gelişmeleri sahada olanların demeç ve yazınından değil de, özellikle ABD merkezli istihbarat raporlarından takip etmeye olan meyilleridir.
2- “Anti-emperyalist” söylemin meşruiyetinin ardına sığınarak dile getirdikleri görüş ve tutumlarla önplana çıkan Kemalist sol, bazı sosyalist ve asıl damar olarak da ulusalcı sosyalist kesimler
“Mısır ve Tunus devrimleri” başlığı altındaki bir tartışma zaten Türkiye solunun genelinde uzunca bir zamandır yapılmaktaydı. Bu iki rejimin başta ABD olmak üzere Batı emperyalizminin müttefikleri olmaları bazı kesimleri “devrimleri desteklemeye” iterken, ayaklanmaların içinde İhvan ve Nahda gibi İslami siyasal güçlerin de olmaları (ve bu güçlerin bu ülkelerde en örgütlü muhalefet olması) ulusalcı sosyalistleri bu intifadaları “emperyalizmin planı” olarak nitelemeye itmişti.
Libya ve Suriye’deki diktatörlüklere karşı gelişen ayaklanmalar ise bu ayrışmayı İslami kesimde olduğu gibi solun içerisinde de derinleştirdi.
O kadar ki, gelişmeleri İran merkezli değerlendirmeye tabi tutanlar “direniş ekseni” adı altında, bırakın Suriye’de işlenen cinayetleri, Esad rejiminin meşruiyetini sorgulayan görüşleri bile susturmaya, Filistin, Kudüs gibi siyasal simgeler üzerinden Esad rejiminin sorgulanmasının dahi üzerini örtmeye gayret ettiler.
Sol cenah ise, sırf muhalefetin belirgin İslami kimliği (yani geleneksel İslam düşmanlığı siyaseti üzerinden) Suriye’de “anti-emperyalist” ve meşru bir iktidarın bulunduğunu iddia etmeye başladılar. Yaşanan onca katliam sanki sanal ortam propagandaları imişcesine, cambaza bak misali sürekli NATO’yu işaretlediler. Ortada bir NATO müdahalesi olmadığı halde ve geçmişlerinde gönüllerinde yatan iki aslan (Rusya ve Çin) bölgeye fiili bir müdahale içerisinde bulunup, katliamlara ortaklık payesi kazanmışlarken, sırf muhalif unsurlar “gerici” olduğu ve iktidarı ele geçirdikleri takdirde “azınlıklara katliam yapacakları”, “halihazırda da Esad yanlılarını zaten öldürdükleri” sözde endişeleri üzerinden, bu duruşlarına meşruiyet sağlamış olmaktaydılar.
Web sitelerinde sürekli olarak Suriye rejiminin resmi kanalı SANA’nın verdiği “bilgi”leri paylaşarak; halkın geniş kesimlerinin Esad’ın yanında olduğu, Batılı emperyalistlerin ise “gerici ayaklanmacılar” vasıtasıyla bu “anti-emperyalist” rejimi alaşağı etmek istediği kara propagandasına yaslandılar.
Hatta EMEP üyeleri, CHP ve İP ile birlikte Esad rejiminin davetlisi olarak Suriye’ye bile gittiler ve döndüklerinde “durumun hiç de anlatıldığı gibi olmadığını” belirterek rejimi savundular.
TKP, Baas rejimine destek veren Suriye Komünist Partisi’nin temsilcilerini hem Suriye’de ziyaret etti hem de onları Türkiye’de ağırladı. TKP, başından beri Suriye’nin resmi haber ajanslarına dayanarak katliamları yapanın Esad değil muhalifler olduğunu savunmakta idi. Halk Cephesi , ÖDP, ESP, EMEP, BDP, Eğitim-Sen, DİSK, Halkevi, AKADER, TÖP-G, SDP, Sosyalist Parti gibi oluşumlar Antakya başta olmak üzere birlikte ya da farklı organizasyonlar altında bir çok defa “anti-emperyalist” bildiriler ve sloganlar eşliğinde direkt ya da dolaylı olarak Esad rejiminin ayakta kalmasının gerekliliğine vurgu yapan eylemlilikler içerisinde oldular.
Aşağıya alıntıladığımız ve Humus’ta yüzlerce insanın hayatını kaybettiği katliamın ardından dile getirdiği görüşünde, Birgün yazarı Ahmet Meriç Şenyüz’ün hiç de yalnız olmadığı, bu görüş sahiplerinin ortak hissiyatını dile getirdiğinin de altını çizmek gerek:
“Suriye’deki emperyalizmin işbirlikçisi kontralara karşı, Stalin, 2. Savaş’ta hainlere ne yaptıysa onu yapmak, Esad’ın tek seçeneği maalesef” (Suriye Dosyası: Ayaklanma ve Karşı Devrimci Masallar, 5 Şubat 2012)
Peki bazı İslami ve muhafazakar mahfillerde durum farklı mı? Esad’a yaptıkları ziyaretin ardından “Suriye Irak olmasın!” sloganı ve neye hizmet ettiği bilinmeyen politikasıyla Türkiye’ye dönüş yapan Milli Görüş çizgisinden, Türkiye’deki kamplarda kalan mazlum insanların ardından “Asker-polis dövüyorlar, nankörlük ediyorlar, bunları beslemek zorunda mıyız, niyetleri ortada, geldikleri gibi defolup gidecekler” diye yayınlar yapan Haydar Baş’ın Meltem TV’sine; Özgür Suriye Ordusunu “ABD Gladyosu” ilan eden İran yanlısı gruplardan, kendisini tevhide nispet etmekle birlikte Libya’dan bu yana Kaddafi ya da Esad’ın emperyalistlerle olan ilişkileri sayesinde korunan iktidarlarını masaya yatırmaktansa “NATO” ortak şeytanını işaretlemeyi yeğleyerek, vicdanların soğumasına, kara propagandaların tavan yapmasına, halkın yaşadığı dramın görmezden gelinmesine sebebiyet veren kişi ve çevrelere kadar.