Yıldıray Oğur’un Karar’daki köşesinde yayınlanan konuya dair yazısı şöyle:
Esad Kazanınca Siz de Kazanmış Sayılacak mısınız?
1 Nisan 1939’da üç yıl süren İspanya İç Savaşı’nı kazanan General Franco radyoda ‘zafer’ konuşmasını yaptı.
https://www.youtube.com/watch?v=HX_-faiNTVU
El Caudillo (Önder) adıyla anılan Franco, konuşmasında bundan sonra bütün enerjilerini ulusal birliği sağlamak için harcayacaklarını söylese de bu ‘zafer’, 500 bin insanın öldüğü, 500 bin İspanyol’un da Avrupa ülkelerine kaçtığı, bölünmüş bir ülkenin enkazı üzerinde ilan edilmişti.
Savaş sadece İspanya’yı değil, dünyayı da bölmüştü. Hitler’in Almanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı ve Salazar’ın Portekiz’i Franco’yu desteklemek için hem askeri güçleri hem de askerleriyle sahadaydı. Franco, Katolik değerlerin de hamisi olduğu için hem Vatikan’ın hem de dünyadaki Katoliklerin desteğini almıştı. İrlanda, Fransa, ABD, Brezilya, Norveç, Belçika hatta Avustralya’dan Katolik gönüllüler, “dinsiz, komünist” Cumhuriyetçilere karşı Franco’nun yanında savaşmak için İspanya’ya akmıştı.
Cumhuriyetçilerin yanında ise silahları ve askerleriyle Sovyetler vardı. Meksika ve bir dönem Fransa, Cumhuriyetçilere silah ve cephane göndermişti.
Dünyanın her yerinden gönüllü sosyalist ve anti-faşistler de Franco’ya karşı Uluslararası Tugaylar’a katılmak için İspanya’ya gelmişlerdi. Dokuz yüz Amerikalı, bin Fransız, bin Alman, beş yüz İngiliz İspanyol İç Savaşı’nda yabancı asker olarak hayatını kaybetmişti.
Dünya üç yıl boyunca iç savaşın yıkımını, Guernica’nın nasıl bombalandığını yakından izlemişti. Hem de Hemingway, Arthur Coestler gibi savaşı izleyen usta kalemlerden. Savaşın her iki cephesinde de günahlar işlenmişti. Franco’nun büyük savaş suçları yanında, Uluslararası Tugaylar da özellikle Katolik sivil rahiplere yönelik cinayetlerle tepki çekmişti. Hatta savaşa gönüllü giden bir İngiliz komünisti olan George Orwell, Sovyetlerin otoriterliği ve bu savaş suçları nedeniyle ülkesine dönüp, anti-komünist oldu.
ABD ve İngiltere de savaşa karşı pozisyonlarını Franco’nun işlediği bütün savaş suçlarına rağmen, anti-komünizm refleksiyle belirlediler ve tarafsız kaldılar.
En zor durumda kalan ise Fransa’ydı. Fransa savaşın başında tarafsızlığını ilan etmişti ama komşu ülkeden yüzbinlerce mültecinin sığındığı ülke iç savaş karşısında ikiye bölünmüştü. Milliyetçi partiler, gazeteler ve Katolik dindar Fransızlar Franco’yu desteklerken, iktidarda olan cumhuriyetçiler, sosyalistler ve Komünist Parti taraftarları cumhuriyetçi cepheden yanaydı.
Fransa’nın ilk sosyalist başbakanı olan Leon Blum, iç savaşın ilk yıllarında Cumhuriyetçilere ağır silahlar göndermiş, gönüllülerin Fransa üzerinden İspanya’ya geçmesine izin vermişti. Ama gönlü cumhuriyetçilerle birlikteyken, aklı tarafsızlık yanlısı Radikallerle birlikte kurduğu koalisyon hükümetinin devamını sağlamaya ve iç savaşın Fransa’nın içine taşınmasını engellemeye çalışıyordu.
Bu arada sahada da Franco üstünlüğü ele geçirme başlamıştı. Bu baskılar altındaki Blum ve sosyalistler, 1938’de hükümetten düştüler. Yerlerine hükümeti kuran anti-komünist Daladier başkanlığındaki sağ iktidarın ilk işlerinden biri de artık kazanacağı kesin olan Franco’yu İspanya’nın meşru devlet başkanı olarak tanımak oldu. Ama Daladier’in bu “pragmatizmi” her zaman işe yaramadı. 1939’da İngiltere Başbakanı ile birlikte Münih’te Hitler ve Mussolini ile masaya oturup, tarihin en büyük yanılgılarından biri olan Münih Anlaşması’nı imzalarken de akılcı ve pragmatik davrandığını zannediyordu. Ana sonucunda savaş yıllarını Nazilerin hapishanelerinde geçirdi.
Dünyanın kanlı bir iç savaşın ardından Franco’nun iktidarını meşru iktidar olarak tanımasında iki faktör etkili oldu. Birincisi İspanyol İç Savalı bittikten beş ay sonra İkinci Dünya Savaşı kopmuştu ve İspanya, her ne kadar Hitler’i destekliyor gibi görünse de savaşta tarafsız kalmayı başarmıştı. Savaşın yıkımı İspanyol İç Savaşı’ndaki yıkımı da unutturmuştu.
İkinci faktör ise Franco’nun İkinci Dünya Savaşı’nın ardından değeri artan anti-komünizm kartını iyi kullanması oldu. Komünist tehlikesi Franco’nun elindeki kanı görünmez hale getirmişti.
Yine de Franco, kendisinin ve İspanya’nın mazisini temizlemek için 50’ler ve 60’lar boyunca batıda PR faaliyetlerine büyük paralar akıttı. Batılı gazetecilerle röportajlar yaptı. “El Cid” gibi büyük bütçeli Hollywood filmleriyle İspanya tarihi ve coğrafyası Amerikalı turistlere pazarlandı.
Franco, iç savaşı kazanmasından sonra 36 yıl boyunca iktidarda kalmayı böyle başardı. Ama bugün İspanya’daki sevenleri dışında onu hayırla yad eden kimse yok. Adı Guernica ile birlikte anılıyor.
Yaşarken de zorunlu bir muhatap olmaktan ileri gidememiş, onunla tokalaşmak itibarlı bir iş olmamıştı.
İspanyol İç savaşı, pek çok açıdan Suriye İç Savaşı’na benziyor. Büyük ölüm rakamları, bombalanan şehirler, Avrupa’ya kaçan mülteciler, dış müdahaleler, yabancı savaşçılar... Franco komünizm, Esad radikal İslam korkusuyla günahlarını unutturdu. Maalesef sonu da benzedi. İspanyollar demokrasilerini kurtarmak için savaşmış, sonunda 36 yıllık bir diktatörlük kurulmuştu. Suriyeliler ise babadan oğula geçen 40 yıllık bir diktatörlüğe karşı savaştılar ve kaybettiler.
Esad, 1 milyon insanın öldüğü, şehirlerin yıkıldığı, 7 milyon insanın mülteci haline geldiği bir ülkenin devlet başkanı olarak bu savaştan sağ çıktı.
Türkiye’de bugünlerde dış politikada iktidara karşı, muhalefetten ve iktidara yakın bazı çevrelerden yükselen en ‘rasyonel’ tavsiye, Esad’la el sıkışması ve terörle mücadeleyi Suriye yönetimiyle birlikte yapması.
İşin ilginç tarafı bunu şiddetle ve büyük bir dış politika aklı olarak tavsiye eden muhaliflerin pek çoğu Türkiye’de rejimin otoriterleşmesinden de şikayetçi.
Adalet için kilometrelerde yürümüş Kemal Kılıçdaroğlu ve kendi partisinden genel başkanlığa aday olduğu için ayrılmak zorunda kalmış Meral Akşener, hararetle hükümete bir an önce Esad’la el sıkışmasını tavsiye ediyor.
Çalışanların bir kısmı hapiste olan gazeteler, tartışma programlarında her akşam ülkedeki muhaliflere ve gazetecilere yönelik baskıları konuşan, “yandaş gazetecilerden” dert yanan muhalif medya organlarının Suriye meselesindeki en büyük referansı, Esad diktatörlüğünü ve ülkesindeki katliamlarını “emperyalistlere yönelik ulusal bağımsızlık savaşı” olarak gören Esad yandaşı bir Suriyeli gazeteci.
Türkiye’de olmasından korktukları, herkesi direnmeye çağırdıkları otoriter rejimin, hayallerinin bile ötesinde bir versiyonuyla 40 yıldır yönetilen Suriyelilerin yedi yıldır süren direnişinde gördükleri tek şey ise uzun sakallar, dış güçler ve emperyalistler...
Suriye’deki muhaliflere bakışları, burada şikayet ettikleri hükümete yakın medyanın kendileriyle ilgili yayınlarından farksız.
Kimin kimi vurduğu belli olmayan bir iç savaştan Türkiye’ye sığınmış insanlara hem dış güçlerin oyununa gelip, Esad gibi laik bir yöneticiye isyan ettikleri için kızıyorlar, sonra onları plajlarda, parklarda, AVM’lerde dolaşırken görünce de ülkelerine gidip savaşmadıkları için eleştiriyorlar.
Tabii ülkelerine gidip kimin için savaşacaklarını da söylemeden. Şehirlerini bombalayan, Rus ve İran mandası altındaki Esad’ın iktidarı için mi? Hepsi birbiriyle savaşan IŞİD, YPG, Nusra ya da Şii milisler için mi? Yoksa silahı ve iddiası kalmamış, ideolojik olarak radikalleşmiş, bin parçaya bölünmüş Suriyeli muhalifler için mi?
Nasıl, Batılı hükümetler bir noktadan sonra savaşı kazanmış Franco’nun iktidarını kabul etmek zorunda kaldılar, dünyadaki hükümetler de eğer bu kargaşada ayakta kalmayı başarırsa Esad’la bir biçimde ilişkiye girmek zorunda kalacaklar.
Ama bu zorunlu bir ilişki olacak. Şimdilik sadece Türkiye değil, Batı’daki iktidarlar da Esad’la doğrudan ilişki kurmak niyetinde değiller. Avrupa’da ırkçı partiler dışında bunu savunan kimse de yok. Savunana da pek iyi gözle bakılmıyor.
Türkiye’de üzerinde iktidar yükü yokken, idealleri savunma lüksü varken, özellikle de Türkiye’de demokrasi mücadelesi verdiğini iddia ederken, muhalefetin ve muhaliflerin bu “hemen Esad’la görüşülsün” heyecanını anlamak bu yüzden çok zor.
Türkiye’nin Suriye politikasını eleştirmek en tabii hakları. Ama eli “Esad’la görüşülsün” den açmak, iktidarın Suriye politikasını eleştirmekten daha başka bir dünya ve siyaset tasavvuruna işaret ediyor.
En başından itibaren laik-dindar tartışması, sünni-alevi meselesi üzerinden anlaşılıp, pozisyon alınan Suriye, Türkiye için sadece bir dış politika meselesi değil, iç politika meselesi de.
Üç milyon mülteci yüzünden de hükümetin popülaritesi en düşük politikası ve muhalefet burada mülteci karşıtlığından çekinmiyor, “Esad’la görüşülsün” diye ısrar ediyor ve böylece cepheden iktidar karşıtı bir pozisyonla siyaseten kazançlı çıkacağını düşünüyor.
Ama bunu yaparken Türkiye’de gerçekten demokrasi, adalet, özgürlük istedikleri konusunda söylemleri tutarlılığını kaybediyor, ikna etmeleri gereken dindarlar arasında haklarındaki şüpheler büyüyor, tarihe de Franco muamelesi görecek bir diktatörü desteklemiş olarak geçiyorlar. En kötüsü de günün sonunda bu bölgede ancak otoriter rejimlerle iş görülebileceği gibi bir algıya ister istemez hizmet etmeleri...
Ahlaki ve insancıl olmadığı gibi rasyonel ve akılcı da görünmüyor bu tavsiye. Yani kendi ülkesinde Rus generaller tarafından itilip kakılan, İran’a göbekten bağlı Esad’la hemen görüşülmesi Türkiye’nin bir derdine devam olmadığı gibi, muhalefetin de derdine deva olmayacak. Çünkü Esad kazanınca siz de kazanmış sayılmayacaksınız...