Başından bu yana dört başı mamur bir mülteci politikamız var mıydı yok muydu diye bir tartışma yapmanın anlamı yok şu konjonktürde.
Tarihte nadir görülen bir trajedinin yol açtığı eşi benzeri görülmemiş bir göç olgusu ile karşı karşıya kaldık ve devletiyle sivil toplumuyla kervanın yolda düzüldüğü bir süreç yaşadık. Tüm ideolojik çokbilmişlik ve vicdansızlıklara rağmen, en hümanistim diyenden daha hümanist olduk; evimizi, yuvamızı açtık, ekmeğimizi bölüştük. “Ensar-muhacir” gerçekliğini, idealizm ya da romantizm zannedenlere inat, tarihe gömüldüğü varsayılan yerden çıkarıp gönüllere, gözlere, hayatın tam da içine nakşettik. Her Müslüman işin bir ucundan tuttu, tutmaya da devam etmekte. Her duyarlı kesim bu imtihandan payına düşeni aldı, tarih de bütün bunları kaydetti.
Lakin anlatamadık, propagandasını yapamadık, modern tabirle bu işin PR’ını beceremedik. Şebbiha çevreler, ideolojik bağlıları ve sempatizanları, AK Parti ya da Erdoğan karşıtlıklarını sağlamlaştırmada Suriye meselesini fırsata çevirmeyi bildiler. Gerçekleri tersyüz ettiler. Sebep sonuç ilişkilerini dümura uğratabildiler. Ne analitik akıl bıraktılar, ne de vicdan. Kitleler vicdanlarına susturucu takabilsinler, AK Parti tökezlesin, Suriye siyasetinden el çekilsin, “İslamcılar” yenilgi üstüne yenilgi tatsın, boylarının ölçüsünü alsınlar diye her türlü malzemeyi kullandılar; malzeme yoksa ürettiler, yalanlara sarıldılar. Ne küresel emperyalizmi ne de yerel diktatörleri bu derece hedefe koymadılar. Onların günahlarını, suçlarını, alçaklıklarını, ahlaksızlıklarını ideolojik çatışma içinde oldukları çevrelerin binde biri kadar konu etmediler. Hatta önemli bir kısmı taraf da oldular. Bizatihi zulmün, çirkefliğin, ahlaksızlığın, bölgeyi kan ve gözyaşı bataklığına sürükleyenlerin tarafı oldular.
Anlatamadık, bir türlü anlatamadık. Yaşadık yaşattık, icraatlar ortaya koyduk, nice destanlar yazıldı ama hep gözlerden gönüllerden ırak kaldı. Güzellikleri üretenlerin bıraktığı boşluklar hep kötülüğe senaryo düzenlerin hayal gücüyle doldu. Sebep sonuç ilişkilerine tarihte hiç olmadığı kadar takla attırıldı, işkence üstüne işkence yapıldı.
“İşimiz, aşımız alındı…Sırtımızda taşımaya mecbur muyuz…Nargile içeceklerine gitsinler savaşsınlar…Onlar plajlarda geziyor Mehmetçik şehit düşüyor…Ev kiraları arttı…Kültürel dokuyu bozuyorlar…” ve daha bilumum gerçekliği algılar karşısında utandıracak, elini kolunu bağlayacak ne varsa, sıraya dizildi. Kimisi açık ırkçı tezviratlarla gündemleşti, kimisi “ama…”lı vicdan kırıntılı cümlelerin ardından. Kimileri de yapılmayan planlamaların, boşlukta kalan entegrasyon siyasetlerinin, yanlış işletilen süreçlerin rasyonel karşılıklarına sığınarak gizlediler nefret duygularını. Çözüm adı altında nitelikli niteliksiz her argüman boca edildi topluma.
Gerçek şu ki, Türkiye’nin mülteci politikasının temelinde uluslararası ve yerel hukuku aşan Müslüman vicdanı vardır. Bu politikaya kapıları sonuna dek açan kadroların temel dayanakları İslam ve İslami kimlik olmuştur. Ne bölgede ne de dünyada eşi benzeri görülmemiş olmasının da yegane kaynağı bu hakikattir. Türkiye tarihinde görülmemiş ölçüde İslami duyarlılıklarla hareket eden bir takım devlet ricali ve İslami kesimler ile sivil toplumun hedefleri burada örtüşmüş ve müthiş bir sinerji yakalanmıştır. Bu sinerji devletin de işine gelmiş, Türkiye’nin güvenliğinin Suriye’den başladığını çok iyi bilenlerce, Rusya, rejim, İran ve ABD’ye rağmen Suriye içlerinde bu siyasetin uzantıları icra edilmiş, her türlü zorluğa rağmen edilmeye de devam edilmektedir.
Peki ne ara bugünlere eriştik?
Aslında “bugünler” hiç yakamızdan düşmemişti. Ta başından bu yana. Ne IŞİD’ciliğimiz kalmıştı, ne terörseviciliğimiz. Ulusalcı, açık-gizli mezhepçi, Fetö’cü kim varsa bu ortamı olabildiğince kaşıdı; hem iç hem de dış politikada el zayıflatıcı tüm argümanları kullandı. Küresel egemenler ve bölgesel despotların tüm tezleri hem İslami kimliğe hem de AK Parti’ye olan karşıtlık ekseninde hem Türkiye içine hem uluslararası arenaya boca edildi. Çünkü alıcısı da çoktu. Konjonktüre göre onurlu yalnızlık da yaşadık, terör saldırılarına da maruz kaldık, bataklığa saplandığımızdan da dem vuruldu. Bazen ABD, bazen Rus eksenli IŞİD’cilik suçlamalarının içeride hem Fethullahçı yapı, hem de CHP’liler tarafından tepe tepe kullanıldığı günler yaşadık. Dolayısıyla “bugünler” aslında hiç ensemizden düşmemişti, ne bizim ne de Suriyeli mazlumların.
Lakin hem ahlaki hem de psikolojik üstünlüğün bizde olması, hem iç hem de dış politikada bütün bu oyunların bozulabilmesini beraberinde getiren atmosferi güçlü kılıyordu. Muhafazakar kesimlerin iktidara verdikleri destek de tüm bu süreçlerde eli kuvvetlendiriyor, propagandaların atlatılmasını beraberinde getiriyordu.
Bugünlerin sorumlusu siyaset ve medya
Neler değişti, nasıl değişti? Son üç yıldır ülkede yaşanılanlara baktığımızda en başta rasyonel aklın siyaset, yargı ve medya alanlarındaki yitimine şahit olmaktayız. Rasyonel aklın yitimine eşlik eden eski Türkiye retorik ve uygulamaları ortak akıl, vicdan ve merhamet algımızın yara almasına; yargısal alanda, siyaset ve ekonomide Türkiye’nin aştığı düşünülen eşiklerin yeniden önümüze birer duvar misali dikilmesini beraberinde getirdi. Eleştiriye tahammülsüzlüğe eşlik eden benbilirimci kibir bu alanlarda negatif bir “istikrar” oluştururken, yargı sayesinde sosyolojik yaralar açılırken, bunlara bozulan ekonominin halk üzerinde yarattığı tahribat, monopol siyaset ve tüm bu tabloyu meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramayan bir medya ağıyla sonuçta seçimlere de somut etkide bulunan sonuçlarla karşılaştık.
Seçim sonuçlarıyla gerçekçi biçimde yüzleşecek bir aklın olmayışı, en kolay yolun seçilmesini beraberinde getirdi. Yaşanan sıkıntıların faturası, dış sebeplere irca edilirken, faturanın önemli bir bölümü günah keçileri ilan edilen başta Suriyeliler olmak üzere mültecilere kesildi. Bu konu, sadece kaçan oylardaki tercihi etkileme boyutu itibariyle değil, parti tabanı ve muhafazakar kesim için de inandırıcı bir sebep olana dek gündem edildi. Bugünlerde devlet ricalinden sanki daha önce belirlenmiş rutin bir sürecin işletilmesi gibi sunulan uygulama ve icraatların, bu yaratılan psikolojiye ikna edici örnekler sunmakla başlayıp bindiğimiz dalı iyiden iyiye keseceğimiz gerçeğinden başka bir anlam ihtiva etmiyor.
Dikkat edilirse tabela ölçüleri, ülke içi ya da dışı geri göndermeler için oluşturulan sebepler, kamuoyundan gizlenmeye çalışılan bazı zoraki uygulamalar hep bir negatif güvenlik endişesi şemsiyesi altında sunulmakta. Ama daha önemlisi, bu icraatlara destek veren bir kamuoyunun her kesimden oluşturulması için üretilen retorikler yüreklere su serpmekten ziyade linç hadiselerini körükleyip kolaylaştırmıştı. Tavuk yumurta hikayesi misali, bile isteye oluşturulan bu ortama artık gerekli müdahalelerin yapılması gerektiği, yoksa istenmeyen hadiselerin oluşacağı bahanesine sarılınmakta.
Oysa bu icraatlar ortaya dökülürken hem Türkiye vatandaşları, hem de Suriyeliler farklı ve ciddi gerilimlere itilmekte. Yani uygulamalar, aslında istenmediği iddia edilen bir vasatın oluşumunu geliştirici özelliklere sahip
Üstelik sadece Türkiye içerisinde de değil, Suriye’de, Türkiye’nin elinin güçlenmesi için yapılan onca yatırımı da heba etme pahasına
Esas Beka Kaynağımız Suriye ve Suriyeliler
16 Nisan referandumu öncesi, sonrası ve 15 Temmuz’dan bu yana devletin tepesinde en fazla zikredilen konu idi beka. Türkiye’nin bekasının hem Suriye’nin kuzeyinden, hem de Akdeniz’e bakan bölgesinden geçtiği, Suriye ile irtibatın kesilmesinin Ortadoğu ile irtibatın bitmesi anlamına geleceği ve bilumum “başat aktör” zikriyle başlayan tahlillerin Suriye olmadan bir işe yaramayacağına dair analizlerle yatıp kalkmadık mı yıllardır. Fırat Kalkanı bölgesi, Afrin, Azez, El-Bab, Fırat’ın doğusu tartışmalarında Türkiye merkezli olmak kaydıyla kurulan her cümle aynı zamanda Suriye üzerinden kurulmakta değil miydi? Velev ki Suriyeli muhalifler ve sahadaki mücahidler yokmuş gibi davranılsın, ya da sanki onlar sürekli Türkiye’ye ayak bağı oluyormuşçasına saçma sapan cümleler kurulsun, velev ki tüm tahliller PKK-PYD eksenli ve sanki tek mücadelemiz ABD’ye karşı ve sınırlarımızda bir terör devletinin kurulmaması siyasetiyle sınırlıymış gibi sunulsun, bütün o cümlelerin içindeki gizli özne nihayetinde kaderimizin ortak olduğu gerçeği değil miydi?
Sırası gelmişken bir parantez daha açıp öyle devam edelim. Suriye politikasındaki en zayıf halkamız her daim medya oldu. Bu sadece Suriye sahasını bilenlerin azlığından değil, umarsızlık ve sorumsuzluk dahil sekiz yıl boyunca bu konuda bırakın bir arpa boyu yol almayı, içlerinde gizlediklerini sır gibi saklayıp konjonktür müsait olduğunda yumurtlayan, rüzgar gülü gibi o yana bu yana kifayetsizce savrulan bir medyanın varlığını görmek gerekiyor öncelikle. Yani verdiğimiz mücadelede sözde Türkiye merkezlilik adına yapılan tahliller aslında zihinleri misak-ı milli ile çizilmiş ezberlerle dolu olan, milliyetçi, yerli-milli siyaset dendiğinde sadece bu kısır alanda papağan gibi tekrarladıklarını fikir diye pazarlayan “profesyonellere” sekiz yıldır tahammül etmek zorunda kaldık. Çünkü köşeler bunlarca işgal edilmişti. Geçtik İslami-insani duyarlılıkları, 8 yıl boyunca sırf mesleki kariyer adına bile yapılması gereken saha uzmanlaşmasından uzak, Türkiye’nin kimlerle sahada iş gördüğünü kurduğu cümlelerde gizli nesne haline getirmeyi maharet sayan, aslında ülkesinin gerek sert gerekse yumuşak gücüne hiç inanmamış olan bir medya. Soft ya da hard power gündemine geldiğinde sadece kullanılıp atılacak örgütler ve kitleler olarak gören bir medya. Hatta meğer baştan beri nasıl bir batağa saplandığımızı eski başbakanı günah keçisi kılarak ispata kalkışan, Suriyelilerin aslında sosyolojimizi bozduğuna dair üstenci abuk subuk, alt yapısız, sokak gözlemi bile olmaktan uzak negatif hatta yer yer gizli ırkçılık içeren makalelerle boy gösteren bir medya. Bunlarla verilecek savaş, zaten sonuçları ellerine tutuşturulup “yazın şimdi” denilebilecek bir savaş olurdu ki, tüm karşıt saldırılarda ilk bayrak indirenler de hep bu profesyonel masa başı medyatörler oldu. Siyaset, yargı ve ekonomi alanlarındaki yeterli gelmeyen sahibinin sesi durumu nasıl kraldan fazla kralcılığa evrildiyse, mülteciler konusunda da benzer bir durum hasıl oldu. Öyle ya, ne gerek var sivil toplumsal araştırmalara, uzun vadeli entegrasyon çalışmalarına, eğitimci, esnaf, tarımcı, işadamı örgütü raporlarına, göç olgusu üzerine yapılmış sosyolojik araştırmalardan elde edilmiş verilere, diğer ülkelerin olumlu olumsuz uygulamalarını falan takip etmeye; nabza göre kamuoyuna şerbeti veririz olur biter. O anda siyasetçi neyi duymak istiyorsa işini kolaylaştırdık mı görev tamamdır. İnsana, olguya, gerçekliğe, yıllara dayalı ve ıslaha mebni olan ama gözle görülmeyip iknası zor olana talip olmaya ne gerek var. Vur neşteri gitsin!
Tabii böyle bir medyanın inşa edilmesinde elbette baş sorumlu siyasettir. Yabancı medyanın Türkçe yayınları ve çalışanlarına laf ederek, rapor hazırlayarak kendi tembellik ve kifayetsizliklerinin üzerini örteceklerini sananlar, sekiz yıl boyunca hangi belgeseli çektiler, kaç tane uzun metrajlı filme ya da yüksek bütçeli kallavi bir diziye ön ayak olmaya çaba gösterdiler acaba? Kaç kitaba imza atıldı think tank çevrelerinde. Şimdilerde bile doğru düzgün bir İdlib raporu hazırlayana rastgelenimiz var mı? TV kanallarında mültecilerle ilgili haftalık programlar, radyolarda kendi dillerinde yayınlar yapılamaz mıydı? Daha nice örnekler sıralanabilir ama öncelikle zihnin ve kalbin bu yönde inşa olması, bilahare üreyen sinerjinin plan program dahilinde ilerletilmesi gerekmez miydi? İşler bir şekilde yürüyorken bu boşluklar görülse de tahammül edildi. Kısmen yazılıp çizildi. Ama yıllardır sahada olanlar nelerin olması ve olmaması gerektiğinin farkındaydılar. Ellerinin altında büyük bütçeler olanların ise kafaları başkaca yerli-milli işlerle meşguldü.
İnsani siyaset ile güvenlik ve beka, birbirine su-hava-toprak gibi muhtaçtır
Özgüven içeren pozlarla yapılan tüm açıklamalara rağmen ciddi sosyal ve siyasi krizlere gebe uygulamaların içine sürüklenilmekte. Bu aynı zamanda düşmanın eline verilen kozlar anlamına gelmekte. Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız cinnet hali ortada. Arapça münakaşa eden birilerinin mütecaviz olarak algılanması toplumun getirildiği hali göstermekte. Birilerinin diğerlerinin camına atacakları küçük bir taşın nelere mal olabileceği, bunu yapmaya gönüllü şebbihaların cirit attığı bir vasattan söz ediyoruz. Daha da önemlisi Suriye’nin içinden gelen haberlerde. Hala Türkiye’ye olan güvenin devam ettiği bir vasatta yavaş yavaş sorulmaya başlanan sorular bunlar: Neler oluyor? Nereye bu gidiş? Bu soruları en fazla soranların Türkiye’nin güvenli bölgelerde asker kıldığı ve birlikte mücadele verdiği unsurların Türkiye’deki aileleriyle ilgili endişe halinin yansıması olan sorular!
Acaba hiç merak ettik mi, Türkiye’nin bu bölgelerde kaç tane askeri var diye? Ve Türkiye’ye müzahir unsurların kaç yüz kat fazlasıyla buralarda hem o bölgelerin korunması, hem sıcak çatışmaların içine girilmesi hem de Suriyelileri göndermeye çalıştığımız bölgelerin korunmasıyla ilgili nasıl bir ekonomik ve insan potansiyeli yükünü omuzladığımızı? Daha önceleri otuz binlik nüfusları geçmeyen ilçelerin bugün altı yüz yedi yüzbin nüfuslara ulaştığı, insanların yer ve imkan yokluğundan ağaç kovuklarında yaşamak zorunda kaldıkları, aldıkları maaşın ancak yeme içmeye yetebildiği bu insanların ailelerinin Türkiye’de olması bir yana, aile fertlerini ancak 1-2 yılda bir görebildikleri gerçeklerinin Türkiye’nin izleyeceği iç siyasetle de ne derece içiçe geçtiğini düşünebiliyor muyuz? Bu bölgeler artık dışarıdan bir insan göçünü kaldıramadığı gibi, kendileri ve aileleri adına burada Türkiye’yle birlikte hareket eden ve aynı zamanda Türkiye’nin sınırlarını ve milli çıkarlarını koruma adına hareket eden insanları endişeye sürüklemeye hakkımız var mı? Bu hem onlar hem kendimiz için geçerli olan bir gerçeklik.
Milliyetçilikten dem vurup ardından bayramlarda sınırı geçip bu bölgelere giden üç dört bin insan üzerinden tezvirat üretenler şunu bilmeliler ki, bu insanların zaten yüzde doksanı Türkmen ve sınır boylarında yaşayıp bahsettiğimiz nüfus yoğunluğunu bile kaldıramayan bölgelerde akrabaları olan insanlar. Bütün koparılan fırtınanın gerçeği bu işte. Madem bayrama gidiyorlar niye dönüyorlar dediğiniz insanlar bunlar. Yani yaptığınız arap düşmanlığı gerçeğiyle bile çelişen hakikatler bunlar. Önemli bir kısmı da zaten orada Türkiye’nin silah altına aldığı insanların akrabaları. Onlar savaş yüzünden gelemeyince akrabaları oralara uzanmaktalar tüm zorlu şartlara rağmen ve bu konu sadece sınır boylarını ilgilendirmekte.
Bu derece yoğun göç almış bir devletin elbette güvenlik endişesi de olur. Ama güvenlik endişesi, -doğru uygulamalar bir yana- kendi güvenliğinin ayağına sıkacak düzlemde olmaz. Hem Türkiye’de suları ısındırıp düşmanın eline koz verecek, hem de Suriye sahasında birlikte hareket ettiğiniz ve şehitler veren unsurların kafalarını karıştıracak siyasetler izlenerek yürütülmez.
Üstüne üstlük bu siyasetin tabela ölçüleri gibi bir garabet üzerinden başlaması ve iç popüler malzeme olarak görülmesindeki körlük tam anlamıyla akla ziyandır.
Bir akıl tutulmasıyla karşı karşıyayız. İnsanların hem içeride hem Suriye’de güvenliğini, huzurunu, moral motivasyonunu kırıcı siyasetlerle ne beka meseleniz hallolur ne de güvenliğiniz sağlanmış!
Bir devlet düşünün ki Dışİşleri bakanının ağzından ABD’ye Fırat’ın doğusuyla ilgili bir tehdit mesajı geçtiği ve operasyonel hazırlıkların olduğu günlerde aynı zamanda içeride bu negatif politikalara hız versin. Anlaşılır gibi değil. Beka ise beka. Bizim aklımıza gelenler, Suriye sahasından endişelerle kaim olmak üzere bizleri arayıp bu konuların gündemleşmesi için –tabiri caizse- yalvaran dostlar görüyor da koca devlet bu duruma kör kalabilir mi?
Neden bu akıl tutulması? Neden yüksek devlet ricali bu konularda toplumu doğru bilgilendirme ve bilinçlendirme uğraşına girişmektense, “benyaptımoldu” körlüğüne saplanmakta? Cevabı şüphesiz diğer alanlardaki akıl tutulmalarında saklı! Ekonomiden yargıya, medyadan siyasete nasıl ki “bu da mı?” diye artık şaşırmıyorsak, Suriye meselesinin iç ve dış boyutlarında görülmeyen, görülemeyen gelişmelere şaşırmamaya alışmaya başladık! Ama bu böyle gidemez.
İslami kesimler özellikle bu konudaki maslahatlar gereği iktidara sunmaya devam ettikleri destekten pişmanlık duyacakları bir yöne doğru evrilmekteler. Bu iktidarın umrunda mı bilemiyoruz. 15 Temmuz’dan bu yana ortaya konan icraatlarla üretilen yanlışlar ve bunların sonucu oluşan mağdurlar deryasına bakıldığında, o zamanlar nasıl ki “ayağımıza sıktığımızı” söylüyor idik ve bunların somut sonuçlarını seçimlerde tattık isek, bu gidişatın da bundan farklı olmadığı/olmayacağı görülmelidir! Darbeyi püskürtme, cürmü meşhudları cezalandırmanın verdiği güvenle milyonlarca insanı ve aileyi etkileyen soruşturma, tutuklama ve cezalandırma süreçlerinde nasıl hatalar yapıldı ise bu sürecin de görünür ve konjonktürel başarılar içerdiği düşünülen güvenlik siyasetine güvenerek başka noktalara evrilebileceğini görememek tam anlamıyla bir basiretsizlik! Eski Türkiye’nin eski güvenlikçi ve gittikçe koyulaşan milliyetçi tarzı ile bu sorunların üstesinden gelmek mümkün değildir. Göç ve mültecilik olgusu, bir dizi geniş yelpazede ve zamana yayılmış bir tarzda, toplumu da eğiterek geliştirilmesi gereken bir siyaset olması bir yana, dünya ve Ortadoğu denklemleri açısından bakıldığında sadece ülke içini ilgilendiren –yukarıda bir kısmına değindiğimiz- boyutlarla da sınırlı değildir. Ve bu uzun bir süreçtir.
Bu uzun süreç insanların güvenlik hissiyatına ve gelecek umutlarına dokunmadan, aksine bunları garanti ederek ve pozitif yönlerinin geliştirilmesi ve topluma da propaganda edilmesi gereken bir yönetişim meselesidir. Ve sivil toplumun geniş katmanlarıyla birlikte elele, görsel propaganda unsurlarında da yemek ya da yarışma programlarına ayrılan sürenin bir kısmının bile yetebileceği desteklere ihtiyacı vardır. Bugüne dek geç kaldık ve bir hayli tren kaçırdık, bari bundan sonrasına ilişkin olarak takkeyi önümüze koyup yapılması gerekenleri sahaya aktaralım! Ama önce kısa vadede bu “sözde güvenlikçi” siyasete bir “dur!” diyelim…