Tunus ve Mısır’la başlayan İntifadalar süreci, küresel bağlamda olduğu gibi Türkiye’de 2 ana akımı ortak bir söylem ve tutum alışa itti:
1- Bu ülkelerdeki diktatörlükleri meşru görmese de, onların gidişinin emperyalist bir projenin ürünü olduğuna inanan muhafazakar ve İslami kesimler. Bu kesimler daha Tunus’taki gelişmeler başladığı andan itibaren bunun bir BOP ürünü olduğunu delillendirme çabası içerisine girmişlerdi.
Bu kesimlerin en başat özelliği, Türkiye solunun başarısızlık dönemlerinin ardından üzerine destanlar yazdığı “Yeşil Kuşak” projelerinin sahiciliğine olan yatkınlıkları; Ümmeti, iktidar eksenli, mükemmeliyetçi bir okumayla değerlendirip, bu vasıflara sahip Müslüman halklar kümesinden özgüven içeren, sahici, kuşatıcı çözümlerin beklenemeyeceğine dair umutsuzluk tezleri ve gelişmeleri sahada olanların demeç ve yazınından değil de, özellikle ABD merkezli istihbarat raporlarından takip etmeye olan meyilleridir.
2- “Anti-emperyalist” söylemin meşruiyetinin ardına sığınarak dile getirdikleri görüş ve tutumlarla önplana çıkan Kemalist sol, bazı sosyalist ve asıl damar olarak da ulusalcı sosyalist kesimler
“Mısır ve Tunus devrimleri” başlığı altındaki bir tartışma zaten Türkiye solunun genelinde uzunca bir zamandır yapılmaktaydı. Bu iki rejimin başta ABD olmak üzere Batı emperyalizminin müttefikleri olmaları bazı kesimleri “devrimleri desteklemeye” iterken, ayaklanmaların içinde İhvan ve Nahda gibi İslami siyasal güçlerin de olmaları (ve bu güçlerin bu ülkelerde en örgütlü muhalefet olması) ulusalcı sosyalistleri bu intifadaları “emperyalizmin planı” olarak nitelemeye itmişti.
Libya ve Suriye’deki diktatörlüklere karşı gelişen ayaklanmalar ise bu ayrışmayı İslami kesimde olduğu gibi solun içerisinde de derinleştirdi.
O kadar ki, gelişmeleri İran merkezli değerlendirmeye tabi tutanlar “direniş ekseni” adı altında, bırakın Suriye’de işlenen cinayetleri, Esad rejiminin meşruiyetini sorgulayan görüşleri bile susturmaya, Filistin, Kudüs gibi siyasal simgeler üzerinden Esad rejiminin sorgulanmasının dahi üzerini örtmeye gayret ettiler.
Sol cenah ise, sırf muhalefetin belirgin İslami kimliği (yani geleneksel İslam düşmanlığı siyaseti üzerinden) Suriye’de “anti-emperyalist” ve meşru bir iktidarın bulunduğunu iddia etmeye başladılar. Yaşanan onca katliam sanki sanal ortam propagandaları imişcesine, cambaza bak misali sürekli NATO’yu işaretlediler. Ortada bir NATO müdahalesi olmadığı halde ve geçmişlerinde gönüllerinde yatan iki aslan (Rusya ve Çin) bölgeye fiili bir müdahale içerisinde bulunup, katliamlara ortaklık payesi kazanmışlarken, sırf muhalif unsurlar “gerici” olduğu ve iktidarı ele geçirdikleri takdirde “azınlıklara katliam yapacakları”, “halihazırda da Esad yanlılarını zaten öldürdükleri” sözde endişeleri üzerinden, bu duruşlarına meşruiyet sağlamış olmaktaydılar.
Web sitelerinde sürekli olarak Suriye rejiminin resmi kanalı SANA’nın verdiği “bilgi”leri paylaşarak; halkın geniş kesimlerinin Esad’ın yanında olduğu, Batılı emperyalistlerin ise “gerici ayaklanmacılar” vasıtasıyla bu “anti-emperyalist” rejimi alaşağı etmek istediği kara propagandasına yaslandılar.
Hatta EMEP üyeleri, CHP ve İP ile birlikte Esad rejiminin davetlisi olarak Suriye’ye bile gittiler ve döndüklerinde “durumun hiç de anlatıldığı gibi olmadığını” belirterek rejimi savundular.
TKP, Baas rejimine destek veren Suriye Komünist Partisi’nin temsilcilerini hem Suriye’de ziyaret etti hem de onları Türkiye’de ağırladı. TKP, başından beri Suriye’nin resmi haber ajanslarına dayanarak katliamları yapanın Esad değil muhalifler olduğunu savunmakta idi. Halk Cephesi , ÖDP, ESP, EMEP, BDP, Eğitim-Sen, DİSK, Halkevi, AKADER, TÖP-G, SDP, Sosyalist Parti gibi oluşumlar Antakya başta olmak üzere birlikte ya da farklı organizasyonlar altında bir çok defa “anti-emperyalist” bildiriler ve sloganlar eşliğinde direkt ya da dolaylı olarak Esad rejiminin ayakta kalmasının gerekliliğine vurgu yapan eylemlilikler içerisinde oldular.
Aşağıya alıntıladığımız ve Humus’ta yüzlerce insanın hayatını kaybettiği katliamın ardından dile getirdiği görüşünde, Birgün yazarı Ahmet Meriç Şenyüz’ün hiç de yalnız olmadığı, bu görüş sahiplerinin ortak hissiyatını dile getirdiğinin de altını çizmek gerek:
“Suriye’deki emperyalizmin işbirlikçisi kontralara karşı, Stalin, 2. Savaş’ta hainlere ne yaptıysa onu yapmak, Esad’ın tek seçeneği maalesef” (Suriye Dosyası: Ayaklanma ve Karşı Devrimci Masallar, 5 Şubat 2012)
Peki bazı İslami ve muhafazakar mahfillerde durum farklı mı? Esad’a yaptıkları ziyaretin ardından “Suriye Irak olmasın!” sloganı ve neye hizmet ettiği bilinmeyen politikasıyla Türkiye’ye dönüş yapan Milli Görüş çizgisinden, Türkiye’deki kamplarda kalan mazlum insanların ardından “Asker-polis dövüyorlar, nankörlük ediyorlar, bunları beslemek zorunda mıyız, niyetleri ortada, geldikleri gibi defolup gidecekler” diye yayınlar yapan Haydar Baş’ın Meltem TV’sine; Özgür Suriye Ordusunu “ABD Gladyosu” ilan eden İran yanlısı gruplardan, kendisini tevhide nispet etmekle birlikte Libya’dan bu yana Kaddafi ya da Esad’ın emperyalistlerle olan ilişkileri sayesinde korunan iktidarlarını masaya yatırmaktansa “NATO” ortak şeytanını işaretlemeyi yeğleyerek, vicdanların soğumasına, kara propagandaların tavan yapmasına, halkın yaşadığı dramın görmezden gelinmesine sebebiyet veren kişi ve çevrelere kadar.
Ortak temalar şunlar,
1- Emperyalizm /Nato olası müdahalesi.
2- Suriye direnişinin kirli odaklarla gönüllü işbirliği ve fiilen müdahalenin varolduğu iddiaları. (Ve katliamlardan Esad’ın değil, kimliği malum muhalif cephenin sorumlu olduğu)
3- Esad’ın emperyalizmin oyunlarına karşı direnişi. (Esad’ın anti-emperyalist kimliği)
4- Esad’ın anti-siyonist oluşu. (İslami kesimlere göre “direniş hattı”nın samimi savunucusu olduğu.)
5- Suriye’de abartıldığı gibi bir ortamın olmayışı. Suriye halkının çoğunluğunun Esad’a destek verdiği.
Kimileri Suriye’deki gelişmeleri AKP karşıtı Kemalist-sosyalizan duruşlarının haklılığına, İslam düşmanlıklarına örten anti-emperyalistliklerinin ispatına vesile kılarken; kimileri de yine AKP karşıtlıklarını İran yanlısı ya da ulusalcı görüşlerine payanda yaparak, NATO heyulası üzerinden görüşlerine meşruiyet sağlamanın derdindeler.
Sonuçta, yukarıdaki maddeler eşliğinde, Esad’ın gerekirse bir halkın yok edilmesi üzerine işlettiği politikalarının güçlenmesinden başka bir işlevi ise yerine getirmemekteler. Her türlü kirliliğe bulaşmış bir diktatörlüğe karşı direnen bir halkın olmadığına kendinizi ikna ettiğinizde, geriye yukarıdaki maddelerden birine ya da bir kaçına sarılmak kalıyor. Böylece Suriye’de hangi insanlık suçu işlenirse işlensin, önemli olan tezlerinizin haklılığı oluyor. Velev ki doğru çıkmasın, yeter ki durduğunuz yer korunsun!
İşte tarihin ender gördüğü diktatörlüklerden birini direkt ya da dolaylı cümlelerle savunmaya iten ve böylece işlediği cürümlerdeki sorumluluğunun görülmesini engelleyen, vicdanları körelten, fıtratları dümura uğratan sağ-sol-muhafazakar-İslamcı fark etmeksizin işletilen psikolojik harekat böyle yürüyor!
Peki tüm bu iddialar ne derece doğru? Önce Esad oligarşisinin anti-emperyalistliği ve anti-siyonistliği üzerinden gidelim.
Ulusalcı-Sosyalist Çevrelere: Hani Anti-Emperyalist Olmak İçin Önce Anti-Kapitalist Olmak Gerekirdi?
Bu görüş kendilerinin açmazı. Çünkü mülkiyete karşı çıkmakla mülkperestlik arasındaki farka vurgu yapan Müslümanlar açısından kapitalizme karşı olmak, emeğe dayalı mülkiyete karşı olmak değil, mülkperestliğe karşı çıkmak. Bu ise, Mülkün Allah’a ait olduğu ve insana emaneten verildiği, hesabının da sorulacağına iman eden müminler açısından bir hakikat. Yoksa böylesi bir itikada sahip olmayan sosyalist kesimler açısından zaten mülkiyetin tümüyle reddi insanı gerçek manada anti-kapitalist ve anti-emperyalist kılar. Peki Esad yönetimi bunlardan hangisine daha yakın? Hiçbirine! Esad ailesi diktatörlüğü açıkça kapitalist bir oligarşi hükmünde. Üstelik yıllar öncesinden başlattığı ekonomik açılımlar, sadece aileye yakın bireylerin elinde mülkün birikmesine sebebiyet vermekte. Bütün büyük işletmeler ve kurumlar bunların elinde. Suriye halkına düşense, kimliği ne olursa olsun bu azınlığa kölelik! Bu işin çok açık ve sarih olan bir vechesidir; ama olan biteni açıklamaya yetmez.
Ortadoğu’da İslam Düşmanlığına Dayanan “Anti-Emperyalist” Söylem Sadece Emperyalizme Hizmet Eder! Yerli İşbirlikçilere de Meşruiyet Sağlar!
Öte yandan, Suriye rejimi 1946’dan 1963’e kadar tam 21 darbeye sahne olmuş bir rejim. Emperyalistleri ilgilendiren ise, kimin gelip kimin gittiği olmamış hiçbir zaman. Çünkü askeri, siyasi ve kültürel emperyalizmin ardından ülke zaten sürekli Batılı güçlerle işbirliği içerisinde olan Nusayri azınlığın elinde olmuş. Baba Esad’ın başarısı da anti-emperyalist politikaları yıllardır layıkıyla yerine getirmesinden değil, aksine emperyalistlerin arzu ve istikametleri yönünde bir bölge ve ülke siyaseti izlemesinden gelmekte. Baasçı iktidarların soğuk savaş döneminde emperyalistler arası dengelere oynamış olması, onların azınlık iktidarlarının çoğunluk halk kitleleri üzerindeki günahlarını temizleyemez. Bu Kaddafi için de böyleydi, Saddam için de, Esad için de. Bu türden yerli işbirlikçileri anti-emperyalist olarak nitelemek, hem İsrail’in çıkarları adına hem kendi halklarına hem de bölge halklarına karşı giriştikleri zalimliklerin üzerini örtmektir. Hem de bu bölgenin tarihi aklı, vicdanı ve gerçeği olan İslam’a düşmanlıkla anti-emperyalistliğin bir arada olamayacağını görememektir. Tıpkı Kemalizmin, tümüyle emperyalist bir proje olduğunu görememe basiretsizliğinde olduğu gibi, Baasçılık da, Arap milliyetçiliği ya da nasyonel sosyalizmi de gerçek anlamda anti emperyalist değer ve politakalar üretemezdi, üretememiştir de. Dengeler değiştiğinde gözler önüne serilen bu rejimlerin çıplak gerçeği halklarına rağmen oluşturulmuş olmalarıdır. Tıpkı İslami kimliği yok etmeden iktidarını sağlamlaştıramayan Kemalist rejimin, Kürt sorununu da doğuran Türk ulusalcılığını üretmesi; tıpkı Saddam’ın önce İran devrimini yok etme amacıyla giriştiği emperyalizme karakol olma savaşında, gerekse de Halepçe’de Müslüman Kürt halkına uyguladığı soykırımda; Tıpkı Esad’ın İran devriminden çok önce emperyalistlerin ve İsrail’in çıkarlarını sağlama alma amacıyla Tel Zaatar’da Filistin halkının kıyımındaki rolü gibi. Tıpkı, Hama’da kendi Müslüman halkından 40.000’den fazla insanı katletmesi çıplak gerçeğinde olduğu gibi.
İdeolojik beslenme, seküler aydınlanma projesi olduğunda, bürokratik kadrolar bu seküler düşüncelerle yetiştiğinde, halklarının inançlarına düşman dogmalarla muktedir olduklarında bu, emperyalizme hizmetten başka bir politikaya kapı aralayamaz. Eğer halka dayanmıyorsanız, üstelik bu halkların kadim değerlerine, maruf ölçülerine, vahyi hakikatlerine savaş açmışsanız; sadece sahip olduğunuz küçük iktidarı korumak anlamına gelen bir tuğyan içerisinde debelenip durmaktaysanız bu mukadderat kaçınılmazdır.
Esad Oligarşisi Anti-Emperyalist İse, Suriye Direnişine Destek Veren Filistin Halkı İşbirlikçi mi?
Tarihi bir gerçeklik olarak öncelikle şu hususu bir kenara not etmek gerekli. Esad rejimi 1973’ten bu yana asla Siyonist rejimle askeri olarak karşı karşıya gelmedi. İslami direniş gruplarıyla ilgili istihbari bilgilerin Siyonist rejimle paylaşılması meselesi ise, zaten Kaddafi’den ve Saddam’dan bu yana alışık olduğumuz bir gelenek. Kaddafi’nin 11 Eylül sonrası kendi ağzından çıkan açık beyanatları ve faaliyetleri; “Radikal İslamı K. Afrika’dan sileceğim” tarzındaki emperyalizmin yüreğine su serpen demeç ve girişimleri, Petrol deryası G.Sudan’ın ABD-İsrail lehine bölünmesindeki rolü hala hafızalarda. Suriye rejiminin ise, Golan tepelerinin İsrail’in en güvenlikli sınırı olması, bizzat Suriye askerlerince korunması, bu noktadan Siyonist rejim aleyhine en ufak bir faaliyete izin verilmemesi bir yana, Golan’ın baba Esad döneminde İsrail’e hediye hedilmesinin ardındaki hikaye bile, yeter derecede bu ilişkiyi açıklar mahiyettedir. Bütün bunlardan sonra, bazı Filistinli direniş liderlerinin Siyonist rejime kurban verilmesi meselesi de hiç kimseyi şaşırtmamış, aksine iddialar tarihi kirliliklerle malul bu rejimin günahlarını hala temize çıkaramamıştır.
2011 yılının Haziran ayında, daha olayların 3. Ayında, Beşşar Esad’ın kuzeni Rami Mahluf’un, “Suriye’de ‘istikrarın bozulması’ durumunda İsrail’de de istikrarın bozulacağını, rejim devrildiği takdirde İsrail’le ilişkilerin ne yönde gelişeceğini kimsenin garanti edemeyeceğini” söyleyip “Suriye’nin güvenliği, İsrail’in güvenliğidir” şeklinde yaptığı açıklama, rejimin yıllardan beri ne türden bir anti-emperyalist ve anti-siyonist duruş içerisinde olduğuna dair küçücük bir itiraftır sadece.
Öte yandan Suriye pek çok kez İsrail’le barış görüşmeleri için masaya oturduğu ve bunlardan da bir sonuç çıkmamasına rağmen, Siyonist rejim yetkililerinin ve siyasi uzmanlarının “Suriye’deki herhangi bir rejim değişikliğinin iki ülke arasındaki ‘anlaşma’ durumuna zarar verebileceği”ne dair açıklamaları ve Amos Gilad’ın “Esad giderse, bölgede bir İslam imparatorluğunun kurulmasına kapı aralanır” mealindeki demeçleri hafızalardaki canlılığını halen korumaktadır. Zaten Suriye rejimi, Golan Tepeleri’nden çekilinmesi durumunda İsrail’le barışacağını açıkça söylerken, İsrail’le olan ilişkilerde Filistin direnişi lehine tek bir konuyu dahi gündeme getirmemesi, İsrail’le olan ilişkilerinin ideolojik değil, aksine karşılıklı çıkar eksenine ve salt iktidar nimetini kaybetmeme dürtüsüne dayandığının basit bir göstergesidir. Tarihi hafızalarımızı tazelersek, Hafız Esad’ın 1976’da Golan Tepeleri sorununun çözümünde “yeni bir durum” olabileceği umuduyla Lübnan’daki halk ayaklanmasının üzerine askeri güçlerini göndererek bölgedeki isyancıları nasıl ezdiğini, 1984-1989 arası süren “Kamplar Savaşı” sırasında da Suriye askerlerinin Filistinli mülteci kamplarına nasıl saldırdığı hatırlanmalıdır.
İşin gerçeği, son 20 yılda Suriye rejiminin Siyonist rejimden daha fazla Lübnanlı öldürmüş olması bir yana, son 30 yılda kendi ülkesinde Golan ya da Filistin için direniş örgütlemeye çalışan tüm kesimler tutuklanmış; mülteciler çeşitli baskılara maruz kalmış, bugüne dek 40 kadarı öldürülmüş ve geçtiğimiz yaz Filistinli mültecilerin bir bölümü de rejimin baskıları ve saldırıları nedeniyle kampları terk etmek zorunda kalmışlardır. Bunda, olayların başladığı dönemde mültecilerden destek talep eden rejimin, olumsuz yanıt almasının da payı vardır. Sonraki süreçte bu kamplardan göçler söz konusu olmuştur.
1991 yılında, ABD önderliğinde girişilen Irak savaşında Mısır, Suud gibi koalisyon güçleriyle ABD’ye verdiği destek de bu rejimin “anti-emperyalist” duruşuna yönelik hatırlanması gereken basit örneklerdendir.
Türkiyeli Vicdanlı Marksistler Esad Rejimini Nasıl Değerlendiriyor
Yukarıda maddeler halinde sıraladığımız vicdan karartan sebeplere bizler bugüne dek bir çok makalelerimizde cevap vermeye çalışmış; Esad rejiminin küçücük çocuklara işkenceler yaparak ve onları ailelerine teslim etmeyi reddederek büyüyen gösterilerle alevlenen sürecin asıl sorumlusu olduğunu, eğer bir emperyal müdahale söz konusu ise, bunun zaten Rusya ve Çin yoluyla Suriye halkı aleyhine yerine getirildiğini, ve bu rejimi “Nato müdahalesi”; “direniş hattı”, “anti-siyonistlik” vb. söylemlerle aklamaya çalışan hiçbir akıl yürütmenin meşru olamayacağını defaatle gündemleştirmiştik. Şimdi de konuya bir de Türkiyeli Marksistlerin gözünden bakmayı deneyelim. Bakalım onlar kendi cenahlarındaki bu “ulusalcı”, “Kemalist”, “Esadçı” duruşlardan farklı olarak, Suriye konusunu sahada olanların verileri üzerinden nasıl değerlendiriyorlar? Virgülüne noktasına dokunmadan, Marksist.org sitesindeki konuyla ilgili değerlendirmelere bir bakalım:
“Suriye Devrimi’ne karşı tutum alan ulusalcı sosyalistler, Esad’ın yalnızca ‘meşru’ rejimine karşı güç kullandığını, ülkede rejimin güçleri tarafından gerçekleştirilen katliamların ise ‘Batı’nın uydurması’ olduğunu, bu katliamların bazılarının muhalifler tarafından yapıldığını savunuyor. Oysa Suriye’de ayaklanmaya katılanlar uzunca bir süre silahlanmayı reddettiler. Yerel Koordinasyon Komiteleri’nin 2012 başlarında açıkladığı rapora göre 10 ay içinde 461 barışçıl gösteri yapıldı. Esad’ın gerçekleştirdiği saldırılar sonucunda muhaliflerin bir bölümü, Suriye ordusundan ayrılanlar silahlı birlikler örgütlediler.
Her gün Youtube’a devlet güçlerinin yaptığı yeni katliamların görüntüleri yansıyor. Esad rejimi silahlı muhaliflerin yanı sıra sivilleri de katlediyor. Geçtiğimiz hafta sonu Humus’a yapılan bombardıman sonucu en az 36 ev içindeki insanlarla birlikte yerle bir edildi. Sokaklar cesetlerden geçilmiyor. Her katliam gösterileri büyütürken, Esad’ın güçleri cenazelerini kaldıran insanlara dahi saldırıyor.
Muhaliflerin ve insan hakları örgütlerinin bu konuda verdiği rakamlar değişmekle birlikte, Esad rejimi 2011 Mart’ından beri 6 binin üzerinde kişiyi katletti.
Sadece Suriye ordusu içinde silahsız göstericilere ateş açmayı reddettikleri için öldürülen askerlerin sayısının binin üzerine olduğu söyleniyor.
Katliamlarla ilgili bilgi almak, rejimin bağımsız basın kuruluşlarına yönelik engellemeleri nedeniyle oldukça zor.
Rejimin ölüm mangaları son dönemde Sünni müslümanları öldürerek Alevi mahallelerine atıyor. Esad, buna karşı Sünnilerden gelecek intikam saldırılarıyla, azınlık olan Alevilerin kendisine olan bağlılığını garantilemeye çalışıyor. Ancak Suriye devrimi, tüm etnik ve dini gruplara birleşme çağrısı yapmaya devam ediyor. Ölüm mangalarının katliamlarından sonra bir sürü tanınmış Alevi figürü devrimi desteklediklerini açıkladı.
Suriye Devrimi hakkındaki karalama kampanyası bir yandan da isyan eden milyonlarca kişinin içindeki örgütlü güçlerle ilgili Esad rejiminin servis ettiği haberlerle sürdürülüyor.
Muhalefeti oluşturan örgütlü güçler iki büyük çatıda birleşiyor. Birincisi Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Komitesi (NCCDC). Bu grup yabancı askeri müdahaleye karşı çıkarken, yakın geçmişe kadar rejimin devrilmesini değil, muhaliflerle Esad rejimi arasında yapılacak “barış” görüşmeleri sonucu bazı reformların kazanılmasını savunuyordu. Bu görüşleri nedeniyle kaybettiği destek sonucu Esad’ın devrilmesi yönünde çağrılar yapmaya başladılar.
Diğer büyük çatı örgütü ise Suriye Ulusal Konseyi. Müslüman Kardeşler, liberaller ve bazı solcuların yer aldığı bu grup ise Esad’ın doğrudan devrilmesini savunduğu için daha popüler. Aldığı halk desteğinin bir diğer nedeni ise işgal altındaki Golan Tepeleri’nin bağımsızlığını savunması ve Filistin direnişine destek vereceğini ilan etmesi. Ancak Suriye Ulusal Konseyi içindeki birçok grup doğrudan Batı’nın askeri müdahalesini savunuyor. Bu gruplar içinde Batılı güçlerin doğrudan desteğini alanlar da var. Zaten Esad rejimini destekleyen “sahte solcular” da kitlesel muhalefet içindeki bu eğilimi kendilerine dayanak yapmaya çalışıyorlar.
Asıl bakılması gereken yer ise, ayaklanmanın taban örgütlenmesi olan Yerel Koordinasyon Komiteleri (LCC). Gösterileri örgütleyen aktivistlerin haberleşme ağı şeklinde örgütlenen komiteler, tüm eleştirilerine rağmen muhalefetin birlikte çalışması çağrısıyla Suriye Ulusal Konseyi’nin altında yer aldı.
Sokak gösterilerinin, sivil itaatsizlik eylemlerinin ve grevlerin örgütlenmesinde merkezi bir noktada duran LCC, isyan dalgası başladığından beri yabancı askeri müdahaleye karşı çıkıyordu. Bu süreçte bu grup büyürken Suriye Ulusal Konseyi içinde yer alan diğer siyasi çizgiler küçülüyordu.
Ancak son dönemde katliamların artması karşısında, LCC de yalnızca “barışçıl gösterilerin korunması” anlamında Suriye’deki muhaliflerin silahlı güçlerinin yetersiz olduğunu açıklayarak uluslararası koruma talep etmek zorunda kaldı.
“Batı müdahalesi” talepleri, bazı gruplar için doğrudan siyasi bir manevra, diktatörlükler altında gelişen muhalif hareketlerin taban örgütlenmeleri içinse uğradıkları katliamlar karşısında bir “zorunluluk” olarak görülüyor. Bu talepler, ulusalcı sosyalistlerin iddia ettiği gibi “Batı’nın oyunları” altında değil, bizzat isyan edilen diktatörlerin vahşetinin arttığı dönemlerde tabanda karşılık bulmaya başlıyor.” (Suriye Dosyası: Ayaklanma ve Karşı Devrimci Masallar, 5 Şubat 2012)
Yıllarca Lenin’in “Halkların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesinden dem vuranların, söz konusu halklar Müslüman ise, bu hakka asla sahip olmamaları gerektiğine dair zımmi açıklamaları elbette öncelikle katıksız İslam düşmanlıklarından kaynaklanmakta. Ancak, ABD ve Batı emperyalizminin yıllarca bu ülkelerdeki diktatörlerin arkasında durma sebeplerinin, bu halkların gerçek iradelerinin hayata ve sisteme yansımasının önüne geçme gerçeğiyle bu sözde anti-emperyalistlerinkinin örtüşmesi de işte bu hakikatten kaynaklanmakta. Sebep ortak! Ya “gericiler”, “şeriatçılar”, “İslamcılar” muktedir olursa! Eğer söz konusu direnişçilerin yaygın kimliği sosyalizm olsaydı, bütün bu liderlerin daha baştan “Emperyalist uşağı diktatörlükler” olarak ilan edileceğinden kimse şüphe duymamalı. Bütün bu devrimsel süreçlerin de “Yepyeni bir dünya yaratmak için ilerici savaşlar!” olarak adlandırılacağından da şüphemiz olmasın!
Bugünkü itirazlarını Müslüman halkların “anti-kapitalist olmamaları”; “azınlıklara zulmedecekleri”, “gerici rejimler üretecekleri” vb. kılıfların ardına sığınarak gerekçelendiren ABD ve emperyalizm karşıtlıkları, gerçekten bu halkların kimliğine, inançlarına, hayatlarına ve özlemlerine verdikleri destekten değil, sadece kendi dogmatik ezberlerinin büyüsünün bozulmasından kaynaklanan bir vicdan karartması olduğu çok açık. Böyle olmasaydı eğer, bu halkların hayatlarını karartan diktatörlerin “anti-emperyalizm” maskesiyle savunulabilmesi mümkün olabilir miydi?
Detay hususları bir kenara koyacak olursak, marksist.org’da gerçekçi değerlendirmeler ışığında konuya açıklık getirmeye çalıştığını düşündüğümüz bu bilgi ve yorumlar; ideolojik tercihler ve ezberler ne buyurursa buyursun, fıtri vicdanlarını harekete geçiren kesimlerin mazlumların yanında, zalimlerin karşısında yer alan konumlarının hakkı ve adaleti yakalamada insanlara doğru ölçüleri verebileceğine dair ufak bir örnek olarak görülmeli.
“Batı müdahalesi”, “Dış yardım” vb. konularda Esad rejiminin günah galerisini öteleyip, “Ya Rabbi bize katından bir yardımcı gönder” diyenlerin niyazlarını sorgulama konusu yapan İslamcı vicdanların(!) önüne, seküler kesimlerden sadır olan bu itirazların da konması önemli. Kimbilir, belki küçük de olsa bir utanma vesilesine kapı aralayabilir.
Evet, kendi ülkesindeki petrollerin paylaşımını yıllar evvel İtalyan, Fransız ve İngiliz tekellerine açmış olan, ülkesindeki ve bölgedeki İslamcılarla yıllardır savaşan, Mossad’la ortak yürüttüğü faaliyetlerle Sudan’ın bölünmesine katkı sağlayan Kaddafi’nin “anti-emperyalizm” yalanıyla aklanması bir yana, Suriye’de de 48 yıl süren olağanüstü halin resmi gerekçesi İsrail olmakla birlikte, asıl nedeninin ülke içindeki İslami muhalefetin bastırılması değil miydi?
Esad rejiminin anti-siyonist olduğuna inanmak isteyenlerin yegane gerekçesi, yıllardır İran hinterlandında üstlendiği Hizbullah’a destek görevi; Hamas liderlerinin Şam’da konuşlanmış olmaları ve son olaylarda Esad yönetiminin gösterilerin “İsrail ajanları tarafından yönlendirildiği” şeklindeki beyanatları olmuştu değil mi? Muktedir kalabilme adına; önce Baas liderliğini kimseye kaptırmama güdüsüyle oluşan Irak karşıtlığında İran’la yakınlaşma, öte yandan İsrail’le ilişkileri onun güvenliğine halel getirmeyecek, zaman zaman ortaklaşa politikalar üretmeye varacak şekilde genişletme; Rusların sıcak denizlere akma ve Ortadoğu’ya müdahil olma çabalarına payanda olan bir rejimin, bütün bunları halkının inançları, umut ve geleceğini sürekli sömürerek yerine getirme hedefleri artık gün yüzüne çıkmış ve geri döndürülemez bir yola girilmiştir.
Esad rejimine karşı mücadele veren, kimi zaman birlik içerisinde, kimi zaman dağınık görüntülerle olsa da bu rejimin düşmesini isteyen, ama baskın kimliğini Müslüman çoğunlukların oluşturduğu, sloganlarıyla, videolardaki görüntüleriyle, kamuoyu önündeki temsilcileriyle açık bir biçimde görülen muhaliflerin “işbirlikçiliği” ve bölgedeki Müslüman halklar aleyhine Suriye’de Batı yanlısı bir rejim kurmayı arzu ettikleri konusunun da masaya yatırılması gerekli. Bu konuda, son döneme ilişkin aksi yönde pek çok karine ortada olmakla birlikte, yazımızın başından bu yana vurgulamaya çalıştığımız Esad oligarşisinin emperyalizmle danışıklı döğüş 42 yıllık macerasının aslında bu meselede yeter derecede cevap olduğunu düşünüyoruz. Yine de tatmin olmayanlarımız açısından, bölge Müslümanlarının aleyhine çalışan, İslam düşmanlığıyla malul olanların gerçekte kim olduklarını, kendi itiraflarından yola çıkarak son bir kez masaya yatırmaya çalışalım.
Özellikle Beşşar Esad’ın İngiliz Sunday Telegraph gazetesine verdiği “Bizim savaşımız İslamlaşma ile Arap Millliyetçiliği arasında” şeklindeki demecinin bu tartışmada ne anlama geldiği üzerinden konuyu nihayetlendirelim.
Hem Anti-Emperyalist(!) Hem de Anti-Siyonist(!) Beşşar Esad’dan Bush Gibi Bir Açıklama: “Mücadelemiz İslamlaşma ile Arap Milliyetçiliği Arasında!”
Hafızalarımız bizi yanıltmıyorsa, bugüne dek ne ABD ya da İsrail; ne Fransa ya da Almanya; hatta ne Kaddafi, Bin Ali ya da Mübarek, direkt olarak “İslamla savaşacaklarını” ilan etmemişlerdi. Yani bizler bugüne dek ne emperyalist güçlerden ne de yerli işbirlikçi diktatörlerden hiç “İslamla savaşacağız” diye bir söz işitmemiştik.
İslam’a olan saygılarından değil elbette. Bu tuğyan içerisindeki canilerin, zalimlerin, diktatörlerin, megaloman ve psikopatların ömürleri zaten İslamla savaşmakla geçmekte. Ama böyle davranmakla, bunu zikretmek arasındaki farkı bilecek kadar da politik dehaya(!) sahiptirler. Onlar hep İslamla değil “İslamcı teröristler”le savaşmaktadırlar!
Ama gelin görün ki Beşşar Esad’ın, İngiliz Sunday Telegraph gazetesine verdiği demeç, emperyalistlerin ve işbirlikçi diktatörlerin politik yargılarının fevkinde bir muhteva içeriyordu:
“Suriye’de halen devam eden mücadele İslamlaşma ile Arap milliyetçiliği arasındadır. Bunun için geçen yüzyılın 50’li yıllarından beri Müslüman Kardeşler'le (İhvan-ı Müslimin) savaşıyoruz ve halen de savaşımız devam ediyor.”
Şimdi açıklamaya bir mercek uzatalım. Aslında merceğe de gerek yok, çünkü o kadar açık ki! Dikkat ederseniz Esad ABD’liler, İsrailliler, Almanlar, Fransızlar, Nato’cular gibi kıvırmıyor.
“Bazı İslamcılarla, ordudan ayrılan isyancılarla yahut silahlı asilerle, bazı İslamcı teröristlerle falan mücadele ediyoruz demiyor! Ya ne diyor: Çok açık bir biçimde;
“Savaşımız İslamla” diyor.
Daha da net konuşuyor, safının da adını koyuyor;
“İslamlaşma ile Arap Millliyetçiliği arasında” diyor.
Yani ABD-AB’ye bu bir “hayat tarzı”, “inanç biçimi”, “yaşamsal değerler” meselesi diyor.
11 Eylül sonrası oğul Bush’un çıkışına ne kadar da benziyor!
Esad, hiçbir grubu da dışarıda bırakmıyor. Açıkça isim de zikrediyor. En güçlü olanı işaretliyor. 60 yıldır bunlara karşı verdiği savaşı anımsatarak, yürekleri ısıtıyor, emperyalistlere “yerimin neresi olduğunu zaten biliyorsunuz” demeye getiriyor.
Batılılara, rejiminin hangi saikler üzerine kurulmuş olduğunu hatırlatıyor. Tıpkı Saddam’ın geçmişte döktüğü Müslüman kanlarına atıf yaparak Batılı dostlarının kendisine vefasızlık etmemesi gerektiği uyarısında olduğu gibi. Tıpkı devrik diktatörlerin, “ben gidersem, İslam ve İslamcılık belasıyla uğraşmak zorunda kalırsınız” şeklindeki biat tazeleyen, yakarış içeren hatırlatmalarında olduğu gibi.
Acaba İran’lı Yetkililer O Dönemde Bu Açıklamayı Nasıl Karşılamışlardı?
O dönemde bazı analistler “Batı’lılara (biz emperyalistler diyelim isterseniz) direkt mesaj içeren bu sözler, Esad’ın İran desteğini arkasında yeterli görmediği, hatta umutlarını tüketmek üzere olduğu bir dönemde yapıldı”ğına dikkat çekmişlerdi. Yani İran’ın kendisini yalnız bırakabileceği, gelişmeleri daha pasif izleyebileceği, ya da İran’dan gerekli desteği göremeyebileceği ihtimaline karşı yapıldığını iddia etmişlerdi. “Bana gereken destek verilmezse safımı değiştiririm” mealinde.
Bir an için bu yorumları doğru kabul ettiğimiz düşünelim. Bu durumda İran, Müslüman bir halkın kanı pahasına bu oltaya düşmüş olmakta değil mi? Konunun İran’la hiç ilgisinin olmadığını farzettiğimizde ise maalesef değişen bir şeyin olmadığını gözlemlemekteyiz.
Bu açıklamanın yapıldığı dönemde İran’lı yetkililer kendi aralarında şöyle demiş olabilirler mi acaba: “Bu, iktidarını/rejimini sağlama almak için siyaseten yapılmış bir açıklama.”
Hiç zannetmiyoruz. Deseler ne olur? Veya Esad’ı kendi aralarında zalim-katil olarak niteleyip, Esad sonrası için planlar yapıp, takiyye gereği susmuş olsalar ne yazar? Günah galerisini, kan deryasını temizler mi? Aksine, o günden bu yana Rusya ile birlikte bu açıklamayı yapan Esad’a verdikleri desteği kat be kat artırmadılar mı? Batı’nın, Nato’nun müdahalesini engelliyoruz safsatasıyla halka yapılan katliamları, kendi halkları nezdinde dezenformasyonlarla görünmez hale getirmediler mi?
Allah’ın Vazettiği Değerleri Kirletenlerin Hangi Haklı Sebepleri Olabilir?!
Ama konumuz şimdilik İran değil. Konumuz, Esad, bu açıklamayla Suriye halkının kimliğini ve ne düşüneceğini hiç hesaba katmaksızın, halkının neredeyse tümünü karşısına almak gibi bir basiretsizliğe imza mı atmış oluyor yoksa bizim uzun cümlelerle yorumlar getirdiğimiz hususların hiçbirini düşünme zahmetine katlanmaksızın, “bin yıl da olsa bu topyekün savaş sürecek!” diyenler gibi, direkt olarak emperyal güçlere gerçek kimliğini bir kez daha hatırlatıp, onlara “benden daha iyisini bulamazsınız; gereksiz yere Suriye’ye müdahale edip kendi ayağınıza sıkmayın!” demiş mi oluyor!
Şimdi düşünmek gerekmiyor mu; Suriye gibi ezici çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin başındaki zat, İslam'la, İslami inanış, düşünüş ve yaşam biçimiyle, yani bütün bir Müslüman halkla mücadele ettiğini ve edeceğini söylüyor. Birileri gibi ne Filistin’i, ne Kudüs’ü, ne “Direniş hattı”nı falan siper etmiyor kendine.
Kendi iktidarının ayakta kalması adına, kendi inancını, kimliğini ortaya koyması açısından yeterince açık sözlü! “Gerekirse bütün bir halkı karşıma alırım, gerekirse bütün bir halkı katlederim”, diyor açıkça. Ve “bu savaşta hangi emperyal ya da yerel gücün benimle olması işine geliyorsa, ben de onun yanındayım” diyor, sarih bir biçimde. Üstelik sadece demiyor; 14 aydır ayan beyan yapıyor bunu. Yüzbinleri aşmış olan örnekleriyle.
Bu konuyu daha fazla uzatmaya gerek var mı acaba? Herşey ayan beyan ortada değil mi? İsterseniz yıllarını emperyalizm ve siyonizmle mücadeleye vakfetmiş iki önemli Müslüman şahsiyetin, yakın zaman önce kamuoyuna deklare ettikleri açıklamalarla nihayetlendirelim.
Mısır Tabipler Birliği’nin 28 Şubat 2012 tarihinde gerçekleştirdiği “Suriye’yi Kurtarın” konulu konferansta konuşan, Filistin Direniş hareketi İslami Cihad’la bağlantısı olduğu ileri sürülerek sınırdışı edilen Mazen en-Neccar bakın direnişi ve Kudüs’ü temsil eden değerleri nasıl tanımlıyor:
“Suriye rejimi düşerse İsrail’e karşı direnişin zayıflayacağı fikri doğru değildir…bugünkü Suriye rejimi yabancı sermayeye bağımlıdır; buradaki zenginler iktidarı (plütokrasi) halkı yoksullaştırmıştır ve gerçek direniş rejiminin kurulmasını engellenmeye çalışmaktadır…
…Direniş ve özgürlük arasında hiçbir çelişki yoktur. Köleleştirilmiş ve bağımlı olanlar değil, sadece özgür halklar direnişi (Kudüs davasını B.K.) sürdürebilirler!”
Suriye Müslüman Kardeşler Lideri Riyad Şukfa’nın, Vakit gazetesine verdiği röportajdaki satır başları ise şunlar:
NATO’yu İstemiyoruz
Öncelikle, NATO’yu istemiyoruz... Arap devletlerinin ve Türkiye’nin olaya müdahale etmesini istiyoruz. Şu ana kadar niye müdahale etmediklerini de üzülerek karşılıyoruz.
İslâm aleminden isteğimiz, artık sözleri bırakıp, eyleme geçmemizdir. Çok konuştuk, çok kararlar alındı ama şu an Suriye’deki katliam devam ediyor. Bu soykırımı yapan halkın başına bela olmuş bir Beşşar Esad ailesi var. Bunlar bir taife, bir grup... Çünkü yönetimin bütün kadroları elinde... Bu azınlık, halka akıl almayacak zulümler yapıyor. Dolayısıyla İslâm alemi bir araya gelip, yapabiliyorsa müdahale etmeleridir... Eğer bu olamazsa Özgür Suriye Ordusu’nu desteklemelerini istiyoruz. Madden, manen ve silah yardımlarıyla desteklemelerini istiyoruz... Baas rejimine karşı koyabilecek teçhizatla desteklenmesini istiyoruz. Diplomatik olarak da Suriye elçiliklerinin kapatılmasını, elçilerin gönderilmesini ve kendi elçilerinin de Suriye’den çekilmelerini arzuluyoruz.
Özgür Suriye Ordusunun Silaha İhtiyacı Var
Ordunun fazla silahı yok, zayıf durumda. Bayağı bir silah ve teçhizat ihtiyacı var. Eğer gerekli silah ve malzemeler ellerinde olursa hiç dışarıdan müdahaleye gerek olmadan bu rejime karşı koyacaklarına inanıyoruz.
Kofi Annan-Esad Görüşmelerinin Bir Faydası Olmaz
Bu kesinlikle Baas rejimine verilen bir imkandır. Kesinlikle bu rejim diyalogdan anlamaz ve şu anda anlayacak bir durumda da değildir. Bu rejim kaba kuvvetten anlar. Kofi Annan’ın görüşmelerinin de bir faydası olmaz.
ABD ve İsrail Baas Rejimini Destekliyor
Suriye’deki ayaklanmaların arkasında Amerika ve İsrail’in olduğu iddiasının aslı astarı yok. Halk, senelerdir yaşadığı zulümlere karşı ayaklanmıştır. Bu ayaklanma tamamen sivil halkın birleşip, vermiş olduğu karardır. Hatta Amerika ve İsrail birebir Baas rejimini destekliyor. Ayaklanma ilk başladığında, Beşşar Esad’ın teyzesinin oğlu Rami Mahluf yaptığı basın açıklamasında, “Baas rejiminin gitmesi İsrail için çok büyük bir tehlikedir. Çünkü İsrail’i biz koruyoruz” demişti. Aynı şekilde Golan tepeleri hiçbir kurşun atılmadan Hafız Esad tarafından İsrail’e verildi. Ve yine Golan Tepeleri’ni koruyan Esad’ın askerleridir. Dolayısıyla bu iddiaların aslı yok.
Emperyalizmle en başından bu yana kirli ilişkilere sahip olanların allanıp pullanıp “anti-emperyalist”, “anti-siyonist” ilan edilip, onlara karşı özgürlük mücadelesi veren halkların “Lebbeyk Ya Allah” nidalarına kulaklarını tıkayanlar, din günü bütün bunların hesabını vermekte zorlanacaktır.
Rabbimizden niyazımız, içimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helaka uğrayanlardan eylememesidir!