Batı Suriye'de uçuşa yasak bölge ilan edebilir ve Esad'ın kendi insanlarını bombalamasını durdurabilirdi, yapmadı. Suriyeli muhaliflerden en azından birebir temasta bulundukları gruplara uçaksavar göndererek kendilerini ve sivil halkı korumalarını sağlayabilirdi, yapmadı.
Rejim askerleriyle, Hizbullah'la, Kasım Süleymani önderliğinde hareket eden İranlılar ve onların paralı askerliğini yapan Afgan, Iraklı vb Şii milislerle mücadele etmeyi başaran, bunun yanında aynı zamanda IŞİD'le de savaşını sürdüren Suriyeli muhalif grupların karada kıran kırana çatışmadığı kimse yok ancak sorun hava saldırıları. Zaten sivillere karşı en büyük tehdit de bu hava saldırıları, varil bombaları. Uçuşa yasak bölgenin altında kurulacak bir güvenli alan çocukları, kadınları koruyacak, Avrupa'nın “Türkiye'ye gelsinler ama daha öteye geçemesinler” istediği mültecilere sığınacak bir yer sağlayacaktı. Türkiye, özellikle ABD ile yaptığı görüşmelerde bunun üzerinde sıklıkla duruyordu. Aptala anlatsan anlaşılacak olan şey niye ABD tarafından bugüne kadar ısrarla görmezden gelindi?
Türkiye, ısrarla Esad durdurulmazsa hem rejimin hem de IŞİD gibi radikal yapılanmaların ürettiği vahşetin giderek artacağını defaten söyledi Batı'ya ve dünyaya. Söylemeye gerek dahi olmadan öngörülebilecek olan bu durum neden sürekli olarak kulak arkası edildi?
Obama ve diğer Avrupalı liderler, her mikrofona konuştuklarında, Esad gibi kendi halkını bombalayan bir zalimin mutlaka gitmesi gerektiğini, Suriye'nin geleceğinde yeri olmadığını söyledi. Peki, neden hala bu yönde bir adım atılmadı?
Esad'ın üç ay önce yaptığı, “Asker sıkıntısı yaşıyoruz, geri çekilmek zorunda kalıyoruz” açıklamasının ardından İranlı diplomatların Rusya'ya, “Müdahale etmezseniz rejim düşecek, biz engelleyemeyeceğiz” dediği uluslararası medyada yazıldı. Rusya Suriye'nin Batısına yığınak yapmaya başladığında kısa süre içinde neler olacağı ortadaydı. Rus jetleri, rejimin yegane düşmanı Suriyeli muhaliflerin son altı ayda önemli manada ilerleme kat ettiği bölgeleri vurarak kara operasyonu için hazır hale getirmekte bir süredir. Hizbullah'ın ve İran'ın gönderdiği birliklerin Suriye ordusunun yanında savaşarak, IŞİD'in değil muhaliflerin elinde olan Suriye'nin batısında üstünlüğü ele geçirmeye çalışacağına yönelik haberler de Rus hava saldırılarının başladığı ilk günden beri medyada yer alıyor. Bir yandan ABD, Suudi Arabistan, BAE gibi ülkelerle yoğun bir diplomasi trafiği yürüten Rusya'nın, muhalifleri müzakere masasına eli güçlü bir şekilde oturtmak ve Esad rejiminin varlığını koruduğu bir geçiş sürecine zorlamak için bu müdahaleye başladığı açıkta ortada.
Türkiye'nin hava sahasının Rus uçakları tarafından ihlal edilmesinin ve Suriye tarafından Türk uçaklarına yapılan tacizlerin de bu planın bir parçası olduğunu tahmin etmek güç değil. Türkiye'yi muhalifleri buna teşvik etmeye yönlendirmeyi amaçlayan bu taciz ve ihlallerin, 2013'te Türkiye'nin güneyinde Esad tehdidine karşı konuşlandırılan Patriot'ların, ABD ve Almanya tarafından geri çekilmesine karar verilmesinin ardından gelmesi ise oldukça düşündürücü. İspanyol Patriot'ları kaldı kalmasına ve NATO tarafından “gerekirse bir haftada yenilerini göndeririz” açıklamaları yapıldı yapılmasına ama NATO ülkelerinin Suriye'de yaşanan son gelişmelerin öncesinde bu yönde bir istihbarata sahip olmadığı düşünülemez.
NATO'nun Türk hava sahasının ihlali sonrası yaptığı Türkiye'yi kışkırtmaya yönelik açıklamalar, sözlerinde durmama konusundaki sicili ve Türkiye'yle ilişkilerinde son üç yıldaki gerilim düşünüldüğünde, Batı tarafından da Türkiye'ye bir başka baskının uygulandığını görmek gerekiyor.
Türkiye'de giderek artan sıklıkta “iç savaş” ifadesi dillendiriliyor ve bu yönde bir korku üretiliyor. Terör olaylarının artan şiddeti, kutuplaşma gibi nedenlerle bu olasılık ihtimal dışı değil. Ancak Türkiye gibi güçlü bir orduya sahip bir ülke için iç savaş riski çok ama çok zayıf. Lakin böyle bir tehdidin varlığı bile, sadece siyasetin ve halkın değil aynı zamanda askerin de üzerinde bir baskı oluşturuyor. Gezi olaylarından beri, Ak Parti hükümetinden 'her ne şekilde olursa olsun' kurtulmak isteyen belirli bir kesim 'darbe duası'na çıkmış vaziyette. Ve ülkenin 2,5 yıldan beri sokulmaya çalışıldığı durum, Türkiye'nin daha önceki darbelerin evvelinde de yaşadığı “şartların olgunlaştırılması” sürecine hayli benzemekte. Duran Kalkan'ın askere yaptığı çağrı malum, PKK üst düzey isimlerinin bile askere 'darbe' imalı akıl verdiği bir süreçten geçiyoruz. Geçen haftaki yazısında Ak Parti'ye seslenerek özetle, “Ordu darbe yapacak. Erdoğan'dan vazgeç, HDP'yle koalisyon yap” diyen Özgür Politika yazarı Veysi Sarısözen'den eski ABD istihbarat çalışanı Sibel Edmonds'ın Hulusi Akar'ı kast ederek “Türkiye'nin 'Sisi'si Erdoğan'ı indirecek” sözlerine kadar pek çok şekilde bu durum dillendiriliyor. Ordunun bir darbe yapacağını düşünmüyorum zira Türkiye artık eski Türkiye değil, ancak ne Ankara'daki korkunç saldırıyı ne Suriye tarafından gelen diğer tehditleri, ne de bunların silahlı güçler üzerinde oluşturduğu baskıyı, hem bu darbe çağrılarından hem de yazının başında sorduğumuz sorulardan ayrı değerlendirmemek gerekiyor.
Batı sonunda Esad'ı sepetleyecek. Yüzbinlerce insanın canına mal olduktan sonra, bir kahraman edasıyla Suriye'ye de 'demokrasi' getirecek. Ama bunun olması için bir şartı var: Önce Erdoğan gidecek. Türkiye halkı, Türkiye siyaseti, ordusu, polisi, iş dünyası, buna zorlanıyor, bunun için rehin alınmaya çalışılıyor. Bu bağlamda, uzun zamandır Gülen örgütü Gladio gibi çalışıyor; Kürt-Türk, Alevi-Sünni çatışması çıkarılmaya çalışılıyor; Türkiye 'iç savaş'la tehdit ediliyor.
Ancak hedef alınan kişi sadece Türkiye'nin doğrudan seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı değil; aynı zamanda tüm dünya Müslümanları için bir sembol, bir umut demek. Erdoğan'a karşı yürütülen kampanya, İslam dünyasını ya el Kaide gibi radikal silahlı bir tehdit ya da Gülenciler gibi reformist olmak dışında alternatif tanınmayan iki alternatif uca hapsetmeyi de hedefliyor. Ve işler tam da bu noktada karışıyor. Zira karşılarına aldıkları, Erdoğan'ın şahsında on milyonlarca insan demek. Erdoğan da tam da bu nedenle mücadele etmekten vazgeçmiyor. Üzüldüğümüz, yorulduğumuz, artık dayanamayacağımızı hissettiğimiz bu baskı altında gaflete düşerken bunu hatırlayıp daha dikkatli, daha uyanık olmamız gerekiyor.
YENİ ŞAFAK