Hükümetin ‘Kürt Açılımı’ konusundaki adımlarının yarattığı heyecan dalgası sürerken, ‘Ermenistan Açılımı’ başladı. Henüz yürürlüğe girmemiş olan iki protokolde benim açımdan en ilginç başlık kurulması düşünülen Tarih Komisyonu. Komisyon gazeteler tarafından başına ‘sözde’ terimi getirilen soykırım iddialarını araştıracakmış. Taner Akçam’ın bu konudaki görüşlerini, 4 Eylül 2009 tarihli Taraf’ta okuduk. Yıldıray Oğur’un sorularını cevaplayan Akçam, ‘ilişkilerin normalleşmesi’ ile tarihten kaynaklanan ‘barışma’ sorunlarının kesin olarak birbirinden ayrı ele alınması gerektiğini söylüyor.
Tarih Komisyonu
Akçam, aynı röportajda, yıllardır ‘Kürt yoktur, dağda gezerken kart kurt sesi çıkaranlara Kürt denirdi’ diyen bir devletin, komisyon kurup ‘1915’te soykırım oldu mu olmadı mı’ sorusuna dürüstçe cevap arayacağına inanmadığını belirtiyor. Bunlara katılıyorum. Akçam aynı zamanda bu konuda bilim çevrelerinin bilmediği bir şeyin de olmadığını ileri sürüyor. Bilim çevreleri belki ‘biliyor’ ama ben yine de, henüz kurulmamış bu ‘tarih komisyonu’na bir katkıda bulunmak istiyorum. 31 Ağustos 2008 tarihinde, bu sayfalarda 19. yüzyıldan 1990’lara kadarki Ermeni-Türk ilişkilerinin bir özetini yapmıştım. Bıraktığım yerden devam edeceğim.
***
Cumhuriyet’in başından bu yana tarihin üretilmesi, milli kimliğin üretilme projesi olarak algılanmış ve otoriter devlet modelinin söz konusu milli kimlikle ‘doğal’ ilişki içinde olduğu, hatta bu milli kimliğin uzantısı olarak anlaşılması gereği işlenmişti. Tarih üretiminin ilk ölçütü bunun ‘temiz ve onurlu’ bir tarih olmasıydı. Anadolu topraklarında neredeyse on bin yıl önceye giden ve tüm ırklar soysuzlaşırken ilk günkü gibi kalan bir ‘Türk’ ırkı mitosunun yaratılması hedeflenmişti. Ancak bu konuda iki farklı dönem söz konusuydu. 1975-1985 arasındaki ASALA terörü ve 1980’lerden itibaren soykırım konusundaki parlamento kararları ile Türkiye’nin sıkıştırılmasından önceki dönemde, okul kitaplarında Ermenilere uzak bir tarihin özneleri olarak az da olsa yer verilirken, genel olarak olumsuz bir dil kullanılmazdı.
Anadolu’yu sahiplenme
Örneğin Ermeni Bagrati Krallığı’nın başkenti Ani’nin 1064 yılında Selçukluların eline geçmesi veya 12.-14. yüzyıllar arasında Adana havalisinde varlığını sürdüren Kilikya Ermeni Krallığı’nın Selçuklularla çatışması bazen küçümsenerek, bazen görmezden gelerek, bazen çatışma olmamış gibi sunulurdu. Bazı durumlarda bu krallıklar ‘küçük’ gösterilir, bazı durumlarda krallığın topraklarının nerede olduğu belirsiz hale getirilirdi. Bazı durumlarda Anadolu topraklarının dışında bir yerde tarif edilirken bazı durumlarda ise Ermenilerin yaşadığı coğrafyalara ‘daha önceden gelmiş Oğuz, Peçenek, Kıpçak Boyları’ndan söz edilirdi. Böylece Ermenilerin Anadolu’da tarihsel haklarının olmadığı ima edilmiş olurdu.
Ermeni tabusunun entelektüel kesimler arasında güçlü bir yapıştırıcı olduğuna dair ilginç bir gelişme ise, ideolojik önderliğini Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat ve ‘Halikarnas Balıkçısı’ Cevat Şakir’in yaptığı ‘Mavi Anadolu’ akımıydı. Anadolu’yu ‘fethettiğimiz için değil, bizim olduğu için bizim’ diyerek o güne dek geliştirilen söyleme yeni bir soluk getiren bu akım sayesinde, Anadolu’nun pagan, Hıristiyan ve Müslüman tarihi bir bütünün evrimleşmiş hali gibi sunuluyor, Türkçe daha önce konuşulan 72 dilin vardığı bir aşamaya çevriliyor, ‘Türklük’ hümanizm düşüncesinin bir versiyonuna dönüştürülüyordu. Ancak bu ‘biz’i oluşturan topluluklar ya da uygarlıklar arasında Ermenilerin adı yoktu. (Benzer bir tavrı 1992’de Yaşar Kemal de gösterir. Yazar bir söyleşisinde Kilikya’dan söz ederken Anavarza şehrinin Hitit ve Bizans geçmişlerinden söz eder ama Ermeni geçmişine değinmez. Halbuki Anavarza 1100’lü yıllardan 1375’e kadar Kilikya Ermeni Krallığı’nın başkentidir ve bunu Yaşar Kemal’in bilmemesi imkansızdır.)
Esat Uras’ın kitabı
1980’lerden itibaren radikal bir değişiklik yaşandı ve okul kitaplarına ‘Ermeni Sorunu’ başlığı sokuldu. Bu bölüm, İttihatçı hareketin içinden gelen, hatta 1915 Tehciri’nde görevler üstlenen Ahmet Esat Uras’ın 1953 yılında yayımladığı Ermeni Sorunu: Dokuz Soru, Dokuz Cevap adlı kitabına göre hazırlanmıştı. Söz konusu kitap, yayınlandığı günden beri, Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından büyük ilgi görmüş, defalarca basılmış ve yabancı dillere çevrilmişti. Buna göre Ermeniler Osmanlı döneminde ‘Türk kültürü içinde erimiş’ ‘mutlu’ biçimde yaşarken birden Türklere düşmanca bir tutum içine girmişlerdi. Bu anlatılarda 1894-1896 Urfa ve Sasun Olayları ve 1909 Adana Olayları, Ermenilerin düşmanca tutumlarına örnek olarak sunulduktan sonra 1915-1917 Ermeni Tehciri, bu olayların bir savunması olarak kurgulanıyordu. Daha sonra Esat Uras’ın görüşleri, başka yazarlara da esin verdi, yeni kitaplar yayımlandı. Ardından ‘resmi görüş’ ustaca lise tarih kitaplarına yerleştirildi.
Milli Eğitim müfredatında tahkimat
14 Haziran 2002 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu, öğretmenlerin de yeni müfredat doğrultusunda eğitilmelerine karar verdi. Bu karar 9 Ağustos 2002 tarihli gazetelerde şu başlık altında verilmişti: ‘Devletin Ermeni Soykırımı, Pontus Rum Devletinin Kurulması ve Hıristiyan Süryani Soykırımı iddialarına karşı tutumu okul kitaplarında anlatılacak’. Bu konudaki uygulamaya da 2002-2003 yılında başlanması kararlaştırılmıştı.
Daha sonra aynı komite, öğretmenler için bir müfredat yayınladı. Bu müfredatta önemli olan nokta, ülkenin her köşesindeki ortaokul öğrencilerinin ‘Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni İsyanı ve Ermenilerin Faaliyetleri’ başlıklı birer kompozisyon yazması ve bunların bir yarışmada değerlendirilmesi idi. Bu yarışmanın görünüşteki amacı, öğrencilerin Ermenilerin Türklere yaptığı mezalimi anlatmaları idi. İşin acıklı yanı, Türkiye’de yaşayan Ermeni öğrencilerin de bu kompozisyonu yazmakla yükümlü olmasıydı.
Ceza Kanunu’nda tahkimat
Bu alandaki diğer önemli gelişme, Avrupa Birliği uyum paketleri çerçevesinde 26 Eylül 2004’de Parlamento tarafından onaylanan yeni Türk Ceza Kanunu’nun 305. maddesi oldu. Birçok AB lideri tarafından AB yolunda çok önemli bir adım olarak nitelenen 305. Madde’ye göre, ‘ulusal çıkarlara aykırı davranışlarda bulunanlar ve böyle davranarak doğrudan ya da dolaylı yollardan yabancı kişi ve kuruluşlardan fayda sağlayanlar’ 10 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacaklardı. Bu maddenin gerekçe bölümünde ise, ulusal çıkarlara aykırı davranışlara örnek olarak ‘Türk askerlerinin Kıbrıs’tan çekilmesini istemek’ veya ‘Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni Soykırımı’nın meydana geldiğini’ söylemek sayıldı. AB’nin baskılarına rağmen bu maddeler hala değiştirilmedi.
Parlamenterlerin ‘Mavi Kitap’ atağı
1 Mart 2005’te, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) “Soykırım Atağı” başlığı ile altında bir kampanya başlattı. Büyük Britanya Avam Kamarası ve Lordlar Kamarası üyelerine gönderilmek üzere hazırlanan mektupta “Mavi Kitaplar külliyatı çerçevesinde yayımlanan Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Uygulanan Muamele 1915-1916 adlı kitabın, I. Dünya Savaşı’nda Wellington House’daki İngiliz Savaş Propaganda Bürosu tarafından hazırlanan bir propaganda malzemesi olduğunun ve söz konusu kitapta yer alan Osmanlı Ermenilerinin isyanı ile buna karşı Osmanlı Devleti’nin almış olduğu önlemlere ilişkin bilgilerin mesnetsiz ve güvenilir olmadığının açıklanmasını talep” ediliyordu. Mektubu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, TBMM Genel Kurulu'nda imzaladı ve mektup muhataplarına gönderildi.
Ancak sonucu hiçbir zaman öğrenemedik. Çünkü bu kampanyaya “90 Yılın İntikamı”, “Mavi Kitaba Karşı Uluslararası Atak”, “Soykırıma Hodri Meydan” başlıklı yazılarla omuz veren basın (Zaman gazetesi hariç) mektuba verilen cevabın üzerinde durma gereği duymadı. Halbuki söz konusu iddialar, Britanya Parlamentosu İnsan Hakları Grubu’nda tartışıldıktan sonra 23 İngiliz parlamenterin imzaladığı bir mektupla cevaplanmıştı. Cevabi mektup “Mavi Kitap esas olarak 1915’ten başlayarak Ermenilere bir kitlesel imha politikasının uygulanmış olduğunu ortaya koymaktadır” diye başlıyor, Mavi Kitap’ın neden güvenilir bir belge olduğu anlatıldıktan sonra “Türk Parlamenterlerini, akademik danışmanlarımızın eşliğinde bir yuvarlak masa tartışmasına davet ediyor, bu şekilde tarihsel gerçekler üzerinde ortak bir açıklama yapabilmeyi umut ediyoruz. Ayrıca kendilerini, bu yanıt mektubumuz ışığında İngiliz Parlamentosu’na gönderdikleri mektubu geri çekmeye çağırıyoruz” diye bitiyordu. Elbette, tezlerinden son derece emin olan milletvekillerimiz ‘yuvarlak masa’ davetine icabet etmediler.
Arkadan Hançerleme Efsanesi
25 Mayıs 2005 tarihinde bir grup bilim adamı tarafından düzenlenen "İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları" başlıklı konferans, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in konferansı düzenleyenler için "bizi arkadan hançerlediler" ifadesini kullanmasının ardından iptal edildi. Böylece ‘konuyu tarihçilere bırakalım’ tezlerinin ne kadar samimiyetsiz olduğu görüldü.
Bakanın aydınlara yönelik suçlamasıyla, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından 1919’da Versailles Antlaşması'nın imzalanmasına doğru, Almanya’nın yenilgisini bir avuç Marksist ve Yahudi siyasetçiden oluşan ‘iç düşmanlara’ bağlamayı anlatan ‘Arkadan Hançerlenme Efsanesi’ (Dolchstosslegende) arasındaki benzerlik çarpıcıydı. Aslında Türk resmi tarihinde bu terim, ‘Araplar bizi arkamızdan hançerledi’ şeklinde Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizlerle birlik olup bağımsızlıkları için mücadele eden Arap milliyetçiliği için sıkça kullanılırdı ama Adalet Bakanı’nın kullanım şekli, pek çok kişinin içini ürpertecek kadar nefret doluydu. Daha sonra, buna benzer ifadeler, Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesi gerektiğini söyleyenler, Avrupa Birliği ile ilişkilerin geliştirilmesini isteyenler ya da uluslar arası normlara uyulmasını talep edenler için sıkça kullanılmaya başladı. Özellikle aydınların ‘Ermeni soykırımı iddialarını tartışmak için’, örneğin Fransa’nın Cezayir’de, ABD’nin Vietnam’da, Afganistan’da veya Irak’ta, İtalya’nın Afrika’da işlediği suçları bir ön koşul olarak getirmemesi, aydınların ‘vatan ve millet düşmanı’ olarak etiketlenmesine neden oluyordu.
Türklerin ‘mutlak ötekisi’ olarak Ermeniler
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Milli kimliğin oluşumunda ‘hatırlama’ ve ‘unutma’ süreçlerinin önemli rolü olduğunu biliyoruz. Türk kimliğinin bu süreçlerinde özgün olan Türk kimliğinin kendini ancak ve ancak 1915-1917’de yaşananları yok sayarak var edebilmesidir. Bilindiği gibi, üç kıtaya yayılmış büyük Osmanlı İmparatorluğu son 150 yılında bir çözülme sürecine girmişti. Bitmez tükenmez savaşlar, yenilgiler ve büyük insan kayıpları İmparatorluğun devamı konusunda derin endişeler yaratmıştı. Bu süreç boyunca, imparatorluğun yıkılmasını önlemek için yapılan her girişim başarısızlıkla sonuçlanırken, yönetici elit, bütün bu olanlar bitenlerden emperyalist güçleri ve onlarla işbirliği yapan ‘azınlıkları’ sorumlu tutmak eğilimindeydi. İmparatorluğun yönetici sınıfı o yıllarda, artık Batı’nın oluşturduğu bir tarih anlatısının dışına itildiklerini, artık ‘hiç kimse’ haline geldiklerini ve devletin toptan imhası ile karşı karşıya olduklarını düşünüyorlardı. Ancak bu duruma esas olarak efendisi olduğu milletlerin ihaneti yüzünden düştüklerini düşünerek bir ölçüde teselli oluyorlardı.
Zümrüd-ü Anka kuşu örneği
Milli Mücadele döneminde kendilerini uluslar arası kamuoyunun baskısından kurtulmuş hisseden faillerin, yarım kalan işlerini tamamladıkları süreçle üst üste düştü. Kemalist Türk milliyetçileri, İslam ortak paydası yüzünden ‘daha az öteki’ olarak gördükleri Kürtlerle ittifak yaparak, ‘gerçek öteki’ Hıristiyan Ermenilerin ve Rumların Anadolu’daki son kalıntılarını mümkün olan en uzak coğrafyaya sürdükten sonra, Kürtlerle hesaplaşmaya başladılar. Bu hesaplaşmanın da çok kanlı geçmesi, Ermenilere yapılanları, toplumsal bellekten silmek konusunda iyi bir fırsat sundu. (Rumlara yapılanlar ise, Yunanistan’ın hataları yüzünden adeta meşruiyet kazandı.) Bu süreçte, sadece İttihatçılarla örgütsel ya da ideolojik akrabalığı olan Kemalist elitler değil, ülkeden sürülmüş Ermeni mallarını talan eden, Ermenilerin çocuklarını besleme veya evlatlık alan, kızlarını haremlerine katan yerel eşraf ya da halk kesimleri, Ermenilerin el konulan zenginliklerini kendine sermaye yapan ticaret burjuvazisi, Ermenilerin boşalttığı alanlarda kendine iş alanı yaratan zanaatkârlar da hafızalarını sıfırlama ihtiyacı hissediyorlardı. Böylece elitler ve toplumun değişik kesimleri arasında, önce Ermenilere yapılanları, sonra da doğrudan Ermenileri unutma konusunda bir konsensüs oluştu.
Cumhuriyetin yeni yönetici kadroları, Türklük duygusunu yaratmak için hem devlet olarak ‘eskiyi’, ‘hurafeleri’, ‘geriliği’, ‘Doğulu’ olmayı temsil eden Osmanlı geçmişinden kendilerini farklılaştırmaya çalıştılar, hem eski Osmanlı tebaasını ‘kozmopolit’, ‘karmaşık’, ‘bulanık’ olarak niteledikleri Osmanlı kimliğinden kurtararak ‘etnik açıdan saf, ‘dünya görüşü açısından laik’ ‘vatandaşlar’ haline getirmeye çalıştılar. Bu ulus yaratma sürecinde, Ermeni kimliği, hem kökü Doğu’da olan ‘barbar’ ve ‘terörist’ bir halk olarak, hem aşırı dindar bir gayrimüslim toplum olarak, hem de uluslar arası camiada köklü bağları olan diyaspora grubu olarak, milliyetçilerden solculara, seküler kesimlerden dindarlara, aydınlardan sıradan halk kesimlerine kadar pek çok kesim için mükemmel dört dörtlük bir ‘öteki’ oldu.
Dış düşmandan tehlikeli ‘iç düşman’
Bu ötekileştirme sürecinde Ermenilere atfedilen ‘iç düşman’ niteliği, doğal olarak bir ‘dış düşman’ gerektiriyordu. Ancak, Türk milliyetçilerinin zihninde, ‘iç düşman’ denen şey, toplumsal yapıyı içeriden kemiren sinsi bir unsur olarak, nispeten gözlemlenebilir bir unsur olarak tahayyül edilen ‘dış düşman’ a göre çok daha tehlikeliydi. Hele de bu düşman Müslüman-Türk kimliğinin ötekisi olan pek çok unsurun bileşkesinden üretilmiş ise. Dolayısıyla Ermenilere karşı mücadele hiç aralıksız olarak sürdürülmeye başladı.
Ermenilerin ‘öteki’ olarak toplumdan ve zihniyet dünyasından tasfiye edilmesi projesinin başarısı, devletle toplumun sıkı işbirliğine bağlıydı. Bu işbirliği büyük ölçüde tahakkümcü politikalarla garanti edildi. Sonuçta, halk kesimleri, asli görevlerinin devletin kendisine empoze ettiği tarihsel anlatıyı onaylamak olduğunu düşünür hale geldiler. Devlet bu süreçte hem ideoloji üreten bir aygıt, hem de garantör olarak yer alıyordu. Garantörlük rolünün daha çabuk kabul edilmesi için ‘toplumun maruz kaldığı’ tehlikelerin altının çizilmesi lazımdı. Bu açıdan ‘Sevr’in diriltilmesi’, ‘Pontus’un yeniden kurulması, ‘Fener bölgesinde Bizans’ın yeniden ihya edilmesi’, ‘GAP bölgesinde İsrail’in toprak satın alması’ vb gibi komplo teorileri üretildi. Bu arada, sık sık Ermeni diyasporasının ‘3 T’ stratejisi uyarınca, önce soykırımı tanıtacağı, ardından Türkiye’den tazminat ve toprak kopararak emperyalist ülkelerin Türkiye’yi bölme planlarını hayata geçirecekleri fikri işlendi.
El konan servetin iadesi korkusu
Halkın zihnine, ‘bundan 90 yıl önce koskoca bir imparatorluğu parçalamaya muktedir olan bir halkın, bugünkü uluslar arası bağlantıları içinde küçücük Türkiye’yi paramparça etmesi pekala mümkündür’ kanaati yerleştirilmeye çalışıldı. Ama esas endişenin parçalanma veya Türk halkının ‘soykırımcı’ yaftası yemesi olmadığı, tehcir sırasında ve sonrasında el konan Ermeni servetinin iadesinin ya da tazmininin istenmesi korkusu olduğunu düşündürecek ipuçları, Osmanlı dönemine ait tapu kayıtlarına konulan katı yasaklarda veya Şubat 2008’de kabul edilen Vakıflar Kanunu sırasında yapılan eleştiri ve engellemelerde apaçık görüldü.
Aslında bu sağlıksız toplumsal ruh halini daha sürebilirdik ama hem Ermeniler ısrarlılar, hem de 20 yüzyıl kişilerden devletlere, ticari kuruluşlardan dinsel kurumlara kadar, pek çok aktörün politik, ekonomik, kültürel ya da sosyal kabahatlerinden dolayı özür dilediği çağ olarak makro bir çerçeve çiziyor. Günümüzde, tarihle yüzleşmek adeta bir ‘ahlaki norm’ haline geldi. Bu yaklaşımın eksikleri var, sorunlu yanları var ama ‘tarihiyle yüzleşmeye yanaşmayan toplumların uluslar arası camianın üyesi olmaya hak kazanmadığı’ şeklinde özetlenebilecek bu yeni yaklaşım tarzı, belki Türk toplumunda şizofrenik yarılmaya neden olan 1915 parantezinin sağlıklı biçimde kapanmasına yardımcı olur. Hükümetin ‘Ermenistan açılımı’ bu açıdan çok önemli görünüyor. Yeter ki, açılım evrensel hukukun ve etiğin normlarına uygun sürsün...
TARAF