Türklerin “ata sporları”ndan dem vurunca akla hemen “karakucak” veya “yağlı güreş” gibi (zeytinyağı sürünerek güreşmek bir eski Yunan geleneğidir tabii) kavramlar gelir.
Görece yakın zamanlarda bunlara Amerika Meclisi’nde ‘Ermeni Soykırım Tasarısı’nın geçmesini engelleme” sporu da eklenmişti. Bunun için de “sürünmek” fiiliyle ifade edilecek çeşitli egzersizler yapılıyor ve son anda tasarı engelleniyordu.
Denebilir ki bu sporun heyecanı, “ne kadar son anda ” engellenmesine bağlıydı. Ama 2010 yılında, başka spor dallarında “kıl payı” veya “burun farkı” gibi deyimlerle anlatılan bir dar ara ile Tasarı geçti. Dolayısıyla bu spor dalının da sonu geldi herhalde.
Hariciyecilerimiz, Amerika’daki dernekçilerimiz, lobicilerimiz, bundan sonra tenis, badminton ve hattâ lakros gibi dalları deneyebilirler. Bu arada aynı lobileri karşıt uçtan yaparak ömür geçirmiş Ermeniler de kendilerini birdenbire bir boşlukta bulabilirler.
Onlar için de kolay değil, yıllarını adadıkları bir uğraş, bitiveriyor. Tabii bu sonuç onlar açısından “başarı”, “happy end” vb, ama ne olsa, bir uğraşın sona ermesi bir boşluk duygusu yaratır. Sabahın gazeteleri ABD elçimizin geri çağrıldığını bildiriyordu. Bugün ne olduysa, aklım hep “sportif” benzetmelerle çalışıyor.
Bu “jest” de bana “artistik buz pateni”nin “zorunlu hareketler” kavramını hatırlattı. Şimdi bir süre çeşitli “zorunlu hareketler” yapılacak ve bu da onların birincisi olmalı.
Bugün gene bitmez tükenmez dış yolculuklarımdan birindeyim (bu sefer hedef Almanya), onun için de normal bağlantılarımda bazı kaçınılmaz kopukluklar oluyor. Ama konu “zorunlu hareket”ten açılmışken, böyle bir şeyden gerçekte haberim olmadığı halde, Şükrü Elekdağ’ın verdiği demeç üstüne bir şeyler söyleyebilirim.
Elekdağ şüphesiz ki Amerika’yı kınadı; bütün benliğiyle karşı çıkmadığı için Obama’nın da bu işte payı olduğunu eklemeyi unutmadı. Ama hepsinden çok, gevşekliğinden, olayı yeterince ciddiye almamasından ötürü, AKP hükümetini ağır sözlerle suçladı, daha doğrusu, “suçlamadı”, mahkûm etti.
Böyle bir Tasarı’nın Amerika’daki encamı sanırım bizce de, herkesçe de, herhangi bir ülkenin bu konuda aldığı, alacağı tavırdan daha önemli görünüyor. Nedeni de yeterince açık. Bizim açımızdan endişe verici yanlarından biri, Amerika’nın bunu resmen kabul etmesinin, kendi ağırlığının yanı sıra, şimdiye kadar tavır almayı geciktirmiş bir yığın ülkeyi sarsalaması ve adeta “göreve çağırması”dır sanıyorum.
Bunun tam da böyle olması herhalde şaşırtıcı olmaz. Ben kendi hesabıma, bunun bir felâket gibi değil, bir fırsat gibi değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Obama Türkiye’ye geldiğinde bunun için gerekli ipuçlarını vermişti. “Benim bu konuda ne kanıda olduğum belli” demişti.
Öyleydi. “Ama iki ülke arasındaki ilişkiyi düzeltmek üzere bir çabaya girişmişken dışarıdan birilerinin buna müdahale etmesi doğru olmaz” diye tamamlamıştı. Türkiye’nin bir şeyi “düzeltmek” üzere girdiği “çaba”lardan fazla bir sonuç, hele çabuk bir sonuç beklememekte yarar var. Ne Ermenistan’la ilişkimizi düzeltmek, ne de tarihle ilişkimizi düzeltmek üzere adım attık. Derken bu Tasarı geçti.
Bu artık bir şeyleri “değiştirmek” için bir fırsat, bir vesile olmalı. Böylesine önem verdiğimiz, engellemek için böylesine emek harcadığımız bir olay olduğuna göre, politikamızda bir, daha doğrusu bir dizi değişim yapmamız çok normal değil mi? Bu değişimin yönü, şimdiye kadar kaza kaza neredeyse artezyen kuyusuna döndürdüğümüz siperi daha da derinleştirmek mi olmalı, yoksa “Evet, böyle bir olay vardır, çok acı bir olaydır, bunun serinkanlılıkla ve genişlemesine tartışılması gerekir” yollu bir başlangıçla öteki çözümü denemek mi? Dünyada tek kalmaya sanki bir düşkünlüğümüz var -Kıbrıs Türk devletini de bizden başka tanıyan olmaması gibi.
Bu tür durumları yaratıp sonra da “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” demekten özel bir lezzet alıyoruz sanki. Ama kimsenin hakkı yok, bundan sonrasının bilmem kaç kuşağını daha dünyada bu izolasyon içinde yaşamaya mahkûm etmeye.
TARAF