Ergenekonun temel gerçeği

Etyen Mahçupyan

Bir buçuk yıl kadar önce Ümraniye'de bir depo basıldı. İhbar Trabzon'dan gelmişti. Belki de Hrant Dink cinayeti sonrasında kendisiyle yüzleşen, darbeciliği bir erkek çocuk oyunu sanan çevrelerin içinde sıkışmış olan birinin vicdan aklamasıydı bu...

Ama emniyet kuvvetleri bu ihbarı ciddiye aldılar. O depoda TSK çıkışlı Makine Kimya Endüstrisi imalatı el bombaları yanında kilolarca patlayıcı madde ve bilumum silah bulundu. Ayrıca tanınmış bazı insanların ve bu arada önemli siyasetçilerin evlerini ve günlük güzergâhlarını gösteren, suikast planlamasına imkân tanıyan çizimler de bulundu. Deponun 'sahibi' ise askeriye kaynaklı biriydi ve yakın temasta olduğu kişiler Susurluk'tan Trabzon'a uzanan bildik bir ağa işaret ediyordu. Dosyayı önünde bulan savcı, olayı ciddiye alarak hakim önüne çıkardı. Hakim de olayın ciddi olduğunu düşünüyordu herhalde ki, söz konusu insan ağının kilit noktalarındaki şahıslar hakkında dinleme izni verdi. Eğer bu dinlemeler olmasaydı muhtemelen Ergenekon iddianamesi de olmayacaktı... Çünkü aradan geçen bir buçuk yıl içinde Türkiye'deki neredeyse bütün terör olaylarının perde arkasını aydınlatan konuşmalar tespit edildi. İddianamenin bunca zaman almasının nedeni belki de buydu... Her geçen gün metne girmesi gereken yeni bilgilere ulaşılmaktaydı ve eğer yargı mekanizmasının mantıklı bir süreye dayanma gereği olmasaydı, muhtemelen savcının öğrenme merakı bizi her gün genişleyen ama bir türlü nihayete varamayan bir iddianame ile karşı karşıya bırakacaktı.

AKP üzerinden Batı'yı dövme

Dinleme işleminin en çarpıcı sonucu Danıştay cinayeti ile ilişkiliydi. Katil bu eylemi başörtüsünü yasaklayan yargı mensuplarına karşı yaptığını söylemekle kalmamış, bir gün şeriatın muzaffer olacağını da her fırsatta haykırmıştı. Nitekim yargı da bu yönde karar vermiş, medyanın birçok kuruluşunun içini rahatlatmıştı... Ne var ki artık savcı bu katilin kimlerle işbirliği yaptığını somut olarak bilmekteydi. Dahası söz konusu cinayetle Ümraniye arasında örgütsel bir bağ olduğunu, daha önce Cumhuriyet Gazetesi'ne atılmış olan bombanın ise doğrudan Ümraniye deposundan geldiğini öğrenmiş durumdaydı.

Anlaşılan Ergenekon çetesinin bir 'merkezî' diğeri 'taşra' diye adlandırabileceğimiz iki eylem biçimi vardı. Merkezde terör ağının çekirdeğine yakın insanların güvenlik ihtiyacı fazla, maliyeti yüksek ama vurucu darbe niteliği üst düzeyde olan eylemleri planladıklarını öngörmek mümkündü. Ümraniye deposu bu işler için hazır beklemekteydi. Bir de taşrada sıradan, basit ve meselenin esası açısından cahil kimselerin kullanıldığı, güvenlik gereği alt düzeyde ve maliyeti düşük 'işler' yapılmaktaydı. Bu bağlamda bazı gayrimüslimlerin öldürülmesi ve doğranması öngörülmüş olmalıydı... Çünkü bu tür eylemler Hıristiyan dünyasının tepkisini çekeceği için, içeride de Batı karşıtı bir milliyetçiliğin yükseltilmesine yarayabilirdi. Diğer taraftan Batı bu ülkeye AB üzerinden gelmekte ve hükümette olan AKP de buna fazlasıyla teşne gözükmekteydi. Oysa AKP'nin şeriatçılıkla suçlanmasını sağlayacak bazı adımlar atıldığı takdirde, Batı'ya kalıcı bir darbe indirmek mümkündü.

AKP hükümetinin düştüğü, daha iyisi bu partinin kapatıldığı; AB sürecinin kesintiye uğradığı, daha iyisi bizzat AB tarafından durdurulduğu bir ortamda 'bağımsız' Türkiye'nin gerçekleşeceği hayali etrafında bir ağ oluşturulmuştu. Darbenin fiziksel olarak gerçekleşmesi ikincildi, çünkü zaten darbenin gerçekleştirmek isteyeceği duruma kendiliğinden erişilebilecekti. Ancak bu sonucu elde etmek için toplumun, medyanın ve laik elitin desteğini almak gerekiyordu. Her şeyin 'hukuk' çerçevesi içinde yapıldığı, toplumsal desteği arkasına almış bir diktatörlüğün keyfi neyle mukayese edilebilir? Toplumun apolitikleştiği, siyasi aktörlerin buharlaştığı bir ortamda devletin sahipsiz kalmayacağı ise açıktı... Ergenekon çetesinin üyeleri herhalde hangi pozisyona geleceklerini tam olarak bilemiyorlardı ama nüfuzlarının çok artacağından emindiler.

Belki de giderek genişleyen ve önemli adları içeren bu ağın parçası olmanın verdiği psikolojik güvenle böylesine inanılmayacak bir zeka seviyesi ortaya koydular. Buradaki 'inanılmayacak' sözcüğü bu zeka seviyesinin inanılmaz düşüklüğü ile ilgili. Çünkü Danıştay saldırısını gerçekleştiren ve suçu 'İslamcılara' atmaya niyetlenen birinin Ergenekon içindeki bir amiri ile tam 35 kez telefonla görüşmesi ve bu görüşmelerin dinlenmeye yakalanması başka türlü açıklanamaz. Mesele bu olayda cinayeti işleyen kişinin değil, telefonla konuştuğu şahsın düzeyidir. Amirin bu denli müdanaasız davranabildiği bir terör işleminde, alt kademenin yapabileceği hataların neredeyse mizahi nitelikte olacağını hayal etmek hiç de zor değil...

Bu durumun ima ettiği ilk gerçek, Türkiye'de 'işlerin' hep bu düzeyde yapıldığı ve hemen her zaman yapanın yanında kâr kaldığıdır. Geçmişte Susurluk'tan Şemdinli'ye, Ulucanlar'dan Gazi olaylarına bir dizi büyük pislik süreci ya Jandarma ve Emniyet'in 'ilgili' makamları ya da askerî veya sivil yargının 'sorumlu' mahkemeleri tarafından aklanmış, üstü kapatılmış ve medyanın gizli koruması altında unutulmaya terk edilmişti. Dolayısıyla Ergenekon çetesinin üyelerinde de muhtemelen gerçeküstü bir özgüven bulunmaktaydı. Haklarında herhangi bir adli takibat yapılamayacağından, yapılsa bile akim kalacağından, prestij ve nüfuzlarından hiçbir kayıp yaşamayacaklarından ve nihayette bu devleti kendilerinin yöneteceğinden son derece emin oldukları anlaşılıyor. Gayrimeşru olanın böylesine sıradanlaşarak bazılarının imtiyazına dönüştüğü bir ülkede, müdanaasızlık da doğal davranış haline gelebiliyor. Müdanaasızlıkla vasatiliğin birleştiği noktada ise düpedüz akılsızlığın hükmü icra ediliyor...

Akıl düzeyi düşüklüğüne minnet duymak gerek

Ergenekon iddianamesinin ardındaki temel gerçeklik budur... Düşünün ki savcı Zekeriya Öz ve çalışma arkadaşlarının ardında gerçekte hiçbir destekleyici güç yoktu. Toplum zaten laik cemaatin korkutulması ve bilinçli olarak manipüle edilmesi sonucu bölünmüştü. Akıllılıkla akılsızlık arasındaki fark neredeyse laiklikle dindarlık arasındaki farklılıkla örtüşmekteydi. Kendilerinin 'solcu' olduğunu sanan bazı marjinal kesimlerin AKP'ye yaramasın diye 'nötr' kaldıkları bir ahmaklık sürecinin içindeydik. 'Bir kısım' medya ise bilinçli ve kötü niyetli bir karalamanın parçası olmuştu. Savcıyı ve iddianameyi her fırsatta küçümsemeye, aşağılamaya çalışan; her şeyin 'palavra' olduğunu ima eden ahlaksızca yayınlardan çekinilmedi. Anamuhalefet partisinin lideri ise kendisini Ergenekon'un avukatı ilan etmiş, böylece iddianameyi gayrimeşru kılmaya çalışmıştı. Bütün bu tablo karşısında savcının arkasında hükümetin durduğunu sanıyorsanız daha da aldanırsınız... Bundan 5 yıl önce MİT tarafından hükümete verilmiş olan Ergenekon'la ilgili raporu bile AKP yönetimi savcıdan esirgedi. Zekeriya Öz söz konusu raporun varlığını MİT'ten öğrendikten sonra ve henüz birkaç hafta önce belgeyi Başbakanlık'tan istedi ve aldı...

Böylece Türkiye'deki komplo meraklılarının sormaktan çok hoşlandıkları o soruya geliyoruz: Acaba bu 'kendi halindeki', kimseden destek almayan savcı, söz konusu cesareti ve iradeyi nereden buldu? Türkiye gibi sicili olan bir ülkede, Ergenekon çetesinin üzerine gitmek öyle kolay mı? Gerçekten de değil... Ama bu kez savcı belki de hiç hesapta olmayan bir 'uygunluk hali' ile karşılaştı. Önünde her şeyin apaçık olduğu, delillerin dolup taştığı sayfalarca bilgi vardı. Çünkü Ergenekon çetesi mensuplarının gerçeküstü özgüvenleri ve düşük düzeydeki zihinsel melekeleri savcıya istemediği kadar kanıt üretmişti.

Eğer Ümraniye baskını sonrasında bu çetenin ileri gelenlerinde bir miktar akıl ve öngörü olabilseydi, belki de savcı tereddütte kalacak, daha yuvarlak ifadeler kullanacak ve nihayette yargılama hiçbir yere varmayacaktı. Ama bulgular tatmin edici olduğu ölçüde, savcı ve arkadaşlarının da özgüveni arttı. Gayrimeşru olanın temelsiz özgüveni, meşru olanın elinde bir hukuki imkana dönüştü...

Öte yandan bu iddianamenin oluşma sürecine katkıda bulunan ikinci bir faktöre de değinmeden geçmemek lazım. 'Bir kısım' medyanın ve Baykal'ın azımsama, çarptırma ve kafa karıştırmaya yönelik hamleleri bu olayı toplumsal tartışmanın göbeğine çekti. Belki de ilk kez kamu önünde 'halka açık' bir yargı sürecini olanaklı kıldı. Bugün bazılarının 'artık konuşmayın, yargıya müdahale oluyor' demesi kendilerini gülünç duruma düşürmekle özdeş... Eğer bu kesim de daha akıllı olabilseydi belki savcının etrafındaki psikolojik destek de daha az olacak ve süreç kapalı kapılar ardına itilebilecekti.

Sonuçta Türkiye yüzyıllık bir yozlaşma geleneğinin son kurumsal yapısını çökertmenin eşiğinde ise, bunu her şeyden önce bu yapıyı sürdürmek isteyenlerin akıl düzeyinin düşüklüğüne borçlu olduğumuzu unutmayalım ve yüzleşmemizi daha geniş bir zeminde arayalım. Ne de olsa tarih, toplumların önüne her zaman bu düzeyde darbeciler ve böylesine kıt zekalı destekleyiciler çıkarmaz...

ZAMAN