Yabancı akademisyen ve gazeteci meslektaşlar soruyorlar: Ergenekon ve AKP davalarının anlamı nedir? Türkiye nereye gidiyor?
Bu soruları şöyle cevaplıyorum: Bana göre iki dava da Türkiye'de demokratik hukuk devletinin yerleşmesinden yana olan güçlerle buna karşı olanlar arasındaki mücadeleyi yansıtmakta.
Ergenekon'la başlayalım. Türkiye'de öteden beri demokrasiye erken geçildiğine, bütün kurum ve kurallarıyla demokrasinin Türkiye'yi İslam devletine ya da bölünmeye götüreceğine inanan, laik ve milliyetçi bir askeri yönetime ihtiyaç olduğunu düşünen sivil ve askeri çevrelerin varlığı bilinmiyor değil. Dolayısıyla, köklerini Milli Görüş Hareketi'nden alan AKP'nin iktidara gelmesinden sonra, bu çevrelerin çeşitli askeri darbe girişimlerinde bulunduklarına, bu amaçla örgütlendiklerine dair haber ve açıklamaların şaşılacak ya da inanılmaz bir yanı bulunmuyor.
Nitekim İstanbul savcıları, 13 ay süren bir soruşturmadan sonra, kendisine "Ergenekon" adını veren ve askeri darbe hazırlayan "silahlı bir terör örgütlenmesi"nin varolduğu sonucuna ulaştılar. Ve hazırladıkları iddianame ile 14 Temmuz'da, aralarında işadamları, gazeteciler ve emekli subayların da bulunduğu, 48'i tutuklu 86 kişi hakkında "Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmak, hükümete karşı halkı silahlı isyana tahrik, askeri itaatsizliğe teşvik" gibi suçları işledikleri gerekçesiyle İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne başvurdular. Mahkeme 15 gün içinde iddianameyi inceleyerek kabul veya reddine karar verecek. Bu arada İstanbul Başsavcılığı, soruşturma kapsamında 1 Temmuz günü gözaltına alınan iki emekli orgeneral hakkında ek iddianame hazırlanacağını da açıkladı.
Ergenekon davası, Türkiye'de demokrasiyi yıkma çabasında olanların, kovuşturulması yönünde atılmış ciddi bir adım. Bu davanın darbeciliğin kökünün kazınmasına hizmet etmesini yürekten diliyorum. Türkiye'de askeri müdahalelerin tarihine bakılacak olursa, gerçekte TSK'nın hemen her zaman ordu hiyerarşisini bozan cuntalara karşı olduğu söylenebilir. 27 Mayıs 1960 darbesini yapan Milli Birlik Komitesi adlı cuntanın ordu hiyerarşisi açısından doğurduğu huzursuzluk, "Silahlı Kuvvetler Birliği"nin denetimi eline almasıyla sonuçlanmıştı. Cuntanın kalıcı bir askeri yönetimi amaçlayan kanadı ("14'ler") böylelikle kısa sürede tasfiye edildi. Albay Talat Aydemir'in 1962 ve 1963'teki cunta girişimleri bastırıldı. 12 Mart 1971 müdahalesinin esas nedeni de, bir cuntanın 9 Mart'ta gerçekleştirmeyi tasarladığı darbenin önlenmesiydi.
12 Eylül 1980 askeri müdahalesi bir cuntanın değil TSK yüksek komuta kademesinin eseriydi. Aynı şey 28 Şubat 1997'taki "post-modern" müdahale için de söylenebilir. 2004'teki darbe girişimlerinin Genelkurmay tarafından önlendiği anlaşılmakta. 27 Nisan 2007'deki "e-muhtıra" ile 14 Mart 2008'de başlatılan "yargı darbesi"ne gelince, bunların arkaplanı henüz bir açıklığa kavuşmuş değil. Her durumda, TSK içinde ordunun siyasete karışmasından huzursuzluk duyan, bunun gerek ordunun saygınlığına, gerekse ülkenin güvenliğini sağlama görevine zarar verdiğini düşünenlerin çoğaldığına dair işaretlerin arttığı söylenebilir.
AKP davasına gelince. Dava açıldığında, AKP'nin kapatılacağından ve yerine CHP-MHP-AKP'den koparılan bir grup (mesela Abdüllatif Şener ve arkadaşları) arasında bir koalisyon hükümeti kurdurulmaya çalışılacağından emindim. Bugün ise AKP davasının, uzak bir ihtimalle de olsa, kapatmayla sonuçlanmayabileceği aklımdan geçiyor. Çünkü soruyorum: Hak-Par'ın kapatılması talebini reddeden gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi AKP hakkında nasıl kapatma kararı alabilir? İktidar partisini kapatma davasının ülkenin siyasi ve iktisadi istikrarına, dünyadaki saygınlığına verdiği zarar nasıl görmezden gelinebilir?
Yabancı meslektaşlara, bu davalarda demokratik hukuk devletinin kazanması umudu var, diyorum.
ZAMAN