New York Times, The Telegraph, The Independent, The Guardian, BBC, Reuters, Haaretz, France 24, The Wall Street Journal... Bu medya organlarının istisnasız hepsi bir yandan Ak Parti’nin basını susturduğu tezini, yer yer düşmanlığa varan Erdoğan karşıtı argümanlarla savunurlarken, diğer yandan Gülen’i Erdoğan’ın rakibi (Erdoğan’s rival) olarak tanımlayan başlıklar atmışlar. Oysa kullanabilecekleri, ülkemizde anlamı o hayli sündürülen ‘muhalif’ gibi bir kavram da mevcutken, bu ifadeyi tercih etmişlerdi.
Bu bir lapsus mu yoksa görünen köye ilişkin bir kılavuza ihtiyaçları kalmadığından mıdır bilmiyorum. Bildiğim, hiçbir demokratın, her defasında meşru seçimlerle başa gelmiş bir siyasetçinin rakibinin 15 yıldır ülkesinden uzakta, okyanus ötesinde yaşayan bir ‘din adamı’ ve onun devlet içinde örgütlenen yapısı olmasını savunamayacağıdır.
Yani artık sadece Türkiye’de değil, dünya üzerinde de meseleyle ilgilenen herkes Gülen’in bir göz odada, tüm tûl-i emellere sırtını dönmüş, gözü yaşlı bir hoşgörü havarisi olarak yaşamadığının farkında. Ki bana sorarsanız bu, Gülencilerin mevcut durumdaki en büyük kaybıdır. Zira kırk yıldır ilmek ilmek örülen bu imajın makyajı akmış, koca bir istihbarat-emniyet-yargı kutsal üçlüsünün hegemonize edip yönlendirdiği, Gülen’in de bu ağın başı olduğu gün gibi ortaya çıkmıştır.
Ne hazin bir son bu. Oysa eminim benim gibi pek çok dindar insan, ‘Haziran fırtınası’ döneminde ortaya saçılan kasetlerde Gülen’in ‘Adliye ve Mülkiye’ye sızma’ temalı konuşmalarını izlerken hiç de rahatsız olmamıştır. Bilakis devlet denen yapının, Şubat soğuğunda, özellikle bu iki kurum eliyle dindarların üzerinden geçtiği dönemlere denk gelen bu ‘ifşaatı’ memnuniyetle izlemiş; ‘ne güzel, bir Hoca da Müslümanların devlet katında yer alabilmesinin yollarını arıyor’ demiştir.
O zamanlarda kim bilebilirdi ki, böyle bir yapılanma gerçekten adım adım inşa edilecek ve bu ülkede dindar kesimin, diğer pek çok dışlanmış grupla beraber ilk kez rahat nefes aldığı bir dönemde, Arakan’dan Suriye’ye ümmete umut veren bir liderin ortaya çıktığı bir dönemde, İsrail’den ABD’ye tüm global efendilere Filistin için kafa tutabildiği bir dönemde o iktidarı ve liderini gayri meşru yollardan alaşağı etmeye çalışacak,
Hocaları bu amaç doğrultusunda BBC’den Süddeutsche Zeitung’a, The Atlantic’ten Wall Street Journal’a çıktığı her mecrada başörtüsü yasaklarını kaldıran, İmam-Hatiplerin önünü açan, Kur’an ve Siyer dersini seçmeli hale getiren, çözüm sürecini başlatan, 1915 taziyesi dileyen iktidarın otoriterleştiğini/ İslâmcılaştığını anlatarak yabancı kulaklara hitap edecek, bu uğurda yine gençlerimizin öleceği bir savaşı harlamaya kalkacak, 25 Aralık’ta olduğu gibi daha yeni yeni belini doğrultan Anadolu sermayesini bitirmeyi ve dinî cemaatlerin kurumlarını bertaraf etmeye kalkışacak, ‘İslâm düşmanı’ denince akla gelen her kim varsa eksiksiz onlarla kucaklaşacak...
Âdeta takıntı derecesinde istihbarat ağını genişletmeye bakan, MİT kendi bünyesine katılmadı diye ülkesini ateşe atmaya kalkan, telefon dinlemelerden mahremi gözetlemeye kadar sınır tanımayan, muhalif gördüğü her kesimden insanı sindirmeye bakan ve bunu da ‘toplumun iyiliği’ için yaptığına inanan, kendi cemaatinin yayılması ve güç devşirmesi için her şeyi mübah gören, ne kumpası ne soru çalmayı kul hakkına girmek olarak yorumlayan, daha yüce bir amaca hizmet ettiğini düşündüğü Hocasını nas vaz eden bir mertebeye çıkaran, yani fıkıhı keyfî biçimde askıya alan ve şirke giren, takiyyeyi bir hayat biçimi haline getiren, başörtüsünü füruat, İsrail’i otorite sayan, kendini ‘altın nesil’, başkalarını nizam verilmesi gereken sürü olarak gören, yaptıklarının hesabı sorulmaya kalkıldığında ülkesini tüm Türkiye düşmanlarıyla kol kola karalamaya soyunan, anında ‘sevgi dili Türkçe’yi unutup, İngilizce pankartlara sarılan...
‘Acaba bir yerlerde yanlış yapmıyor muyuz?’ sorusu olduğu yerde duruyor.
YENİ ŞAFAK