Erdoğana Operasyonda Olağan Şüpheler

Markar Esayan

 

Öncelikle, Gezi meselesinde komplo ve operasyon teorileri hakkında taşları yerli yerine oturtmak gerektiğini düşünüyorum. Kendimi bildim bileli bu komplo teorilerine çok soğuk baktım ve pek değer atfetmedim. Gezi meselesinde de, ülke içi ve ülke dışındaki faktörlerin işe ne zaman karıştığını doğru tesbit edemezsek, bu ağır krizden alacağımız dersleri kaçırabiliriz. Gezi krizi, AK Parti’nin şehircilik siyasetinin geri tepmesinin bir sonucu olarak birden patladı, çok kötü yönetildi ve iş birden kendi doğal sınırlarını aştı. Gezi’de ilkin ağaçların sökülmesine karşı ve şehirde yapılacak olan projelerde söz hakkı isteyen bir grup, sağlıklı bir duyarlılıkla bir protesto eyleminde bulundu. Bu ilk gruba, hala anlamadığım, anlamakta zorlandığım bir biçimde ağır bir polis şiddeti ve gaz saldırısı uygulandı. Sabahın beşinde dozerle alana gelen ve orada bekleyen küçük gruba orantısız güç uygulayan zihniyet, bu şiddete tepki gösteren ikinci grubun sokağa çıkmasını sağladı. İş bu kadar net ve basitti. Bu noktada komplo aramak gerçekten bizi yanlış yerlere götürür, gerçeklik algımızı bozar diye düşünüyorum.

Daha sonra olanları da yine toplum ve siyaset sosyolojisine başvurarak anlayabiliyoruz. 11 yıldır, sürekli gücünü arttırarak reel siyaset yapan, büyük başarılar elde eden güçlü iktidar ve onun güçlü lideri ile karşı karşıya olan bir kesimin çaresizliğinden-melankolisinden bahsetmeliyiz. Türkiye 11 yıldır yavaş bir devrim süreci içinde ve çok doğaldır ki, tüm bu olan bitenden memnun olmayan, ülke yeniden kurulurken, bu yeni kuruluşta hiçbir paylarının olmadığını düşünen bir toplumsal sıkışmışlık söz konusuydu. Laiklerden bahsediyorum… Bu kadar da değil; bu köklü devrim, mütedeyyin çevre partisi tarafından yapılıyor ve doksan yıllık bir toplum mühendisliğinin yarattığı algı farklılıkları, olan biteni bir korku ve öfke prizmasından geçirerek hayata yansıtıyordu. Burada bir elit kibiri ve mütedeyyinlerle eşit hak paylaşımına nefretle bakan bir patoloji olduğu kadar, gerçekten yine doksan yılın toplum mühendisliğinin öğretilerinden kaynaklanan yaşam biçimlerine dair ekilmiş bir korkular spektrumu da var. Korkunun reel olması gerekmiyor; duyguları ve tercihleri gerçek korkular kadar yönetme gücü var. Sanırım hükümetin eksiği, laik kesimlerin rahatsızlığını sadece “ laik patoloji” üzerinden okumuş, ya da doğru okusa bile, bunu icraatlarına motif olarak yeterli başarıyla taşımamış olması. Eğer eksik okuma yapmamış olsalardı, yaşam biçimlerine dair korkuların ne kadar suiistimal edilmeye müsait olduğunu daha iyi hesap eder, mesela alkol düzenlemesi sürecinde algıyı daha iyi yönetir, dili daha dikkatli kurar, veya çözüm sürecinde böyle bir risk almayı erteleyebilirlerdi.

Bu sıkışmışlık, laiklerin parlamentoda CHP tarafından etkili olarak temsil edilmemişliği ile kendisini dayanılmaz hale getirdi. Hükümet, hiçbir zaman sadece kendi tabanına siyaset yapma ve kendinden sorumlu olma lüksüne sahip olmadı. CHP’nin alması gereken yükü, bizler de hep hükümetten almasını bekledik. Bu ne kadar adil, ne kadar gerçekçi bilmiyorum, ama hala benim bundan öte bulabildiğim bir çözüm yok. Gece gündüz bunun üzerine düşündüğüm halde.

Sadece bu da değil. Bir de çok önemli bir Alevi sorunumuz var. Son krizde, Suriye savaşı ve bence doğru olan hükümetin Suriye politikası ile alttan alta kaynayan-kaynatılan Alevi vatandaşların rahatsızlıkları-korkuları da bu krizi derinleştiren başka bir fay hattı oldu. 3. köprüye Aleviler için oldukça rahatsız edici tarihi bir bagaja sahip olan Yavuz Sultan Selim adının verilmesi, tıpkı alkol düzenlemesindeki gibi bir etki yarattı bu kesimde. Gazi mahallesi, Dersim ve Ankara’daki protestoları bir de bu psikolojiden okumak gerekir. Ben hükümetin Alevi açılımında ne kadar iyi niyetli olduğunu ama ne kadar zorlandığını bir gazeteci olarak iyi biliyorum. Muhatap bulamama, Alevilerin kendi içlerindeki çok parçalı, parçalanmış yapısı zaten zor olan çözümü zorlaştıran etkenlerdi. Sünni iktidara karşı şüphe, arada hükümeti temsil eden kişilerin kullandığı ifadeler, her zaman diyaloğu zorlaştıran etkenler oldu.

AK Parti, 11 yıldır sürekli olarak önyargılarla boğuştu ve kendisini anlatmaya çalıştı. Bunun ne kadar yıpratıcı olduğu, ne kadar öfke uyandırabileceği ortada. Hükümet bir yandan 90 yılda biriken travmaları iyileştirmeye, otoriter-totaliter Kemalist devleti dönüştürmeye çalışırken, bir yandan darbeler, suikastlar ve asker-sivil vesayetin takoz koymaları ile uğraştı, bir yandan muhalefetsizliğin yükünü çekti, bir yandan da kendi tabanının ihtiyaçlarını karşılamak zorundaydı. Oysa, Nilüfer Göle gibi değerli akademisyenlerin üzerinde durduğu, bence daha çok sınıfsal bir yerden bakıldığı için yanlış çıkarımlar yapıldığı gibi, aslında mütedeyyinler henüz iktidar olmuş değillerdi. Göle beni düş kırıklığına uğratan şu değerlendirmeyi yapıyordu mesela:

“İçki, kadın, faiz, Alevilik üzerinden, mutaassıp Sünni çoğunluk anlayışı dayatılmak isteniyor. Ahlaki temalar “muhafazakâr demokratlık” değil, geçmişin tutucu, “yobaz” kategorisini çağrıştırıyor. Kendi yarattığı yeni Müslüman sınıfların yeni hayat tarzlarını hiçe sayıyor.”

Bu kadar kestirmeci ve açıkça fobik bir açıklama bir bilim insanında hiç de iyi durmuyor. Hükümetin eleştirebileceğimiz ve bu algıyı belki sade vatandaşta oluşturabilecek hataları var. Ancak hükümetin siyaset yapma eğrisine baktığınızda, 11 yıllık bir iktidarın, kendi tabanının da motiflerini siyasetine bir nebze taşımak istediğini, en azından bir bilim insanının ayırt etmesi beklenir. Aslında burada açığa çıkan, bir tür azınlık dayatmasıdır. Çoğunluğun, dindarların “kötü” “tekinsiz” olduğu modern saplantısı, iktidar olunsa bile, hükümetin icraatlarının baskı altında tutulmasını ima ediyor. Peki kim veriuyor bu yetkiyi size? Bunun cevabı yok. Erdoğan’ın sözlerine yansıyanlara odaklanıp, bunun hükümetin icraatlarına ne kadar yansıdığını buradan ölçmek çok tutarsız. Alkol düzenlemesi, dil açısından sorunlu, Yavuz Sultan Selim isminin seçilmesi tam bir algı yönetme skandalı. Ancak, icraatlara baktığınızda, 11 yılda azınlıklar ve ötekiler konusunda cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir zihni kırılmayı devlet aklına yansıtan bir hükümete gerçekten büyük haksızlık yapılıyor. Hele bunu “yobazlığa dönüş” olarak nitelemek gerçekten müthiş bir savrulma. Hepimiz, bu uygulamaların CHP tarafından yapılması halinde, böyle bir tartışmanın gündeme bile gelmeyeceğinden eminiz değil mi?

Sorun laiklerin mütedeyyinlerle eşitliğe razı gelmemesi, bir tür rejim şımarıklığı olarak kendisi tanımlıyor. O nedenle, “mütedeyyinler iktidar oldu, hala iktidar değilmiş gibi davranıyorlar” demek, gerçeği eğip bükmek demek. Hayır, mütedeyyinler değil iktidar, daha henüz bu ülkenin laik vatandaşların algısında onlarla eşit bile olamadılar. Son kalkışmanın nedenlerinden birisi de bu: Sınıfsal, İslamofobik ve tabii ki elit kibiri de içeriyor. Laik kibirin, hükümete her tasarrufunda kırmızı kart çıkarmasının altında, sadece hükümetin olağan hataları değil, bu önemli nokta da var. O nedenle bu kalkışmaya, polis şiddetinin ve yanlış kent siyasetinin meşruluğunda büyük bir enerji yüklendi.

Gezi krizinde işte bu çok katmanlı durumu, soğanın zarlarını teker teker soyarak hep birlikte mutlaka anlamak zorundayız. İşin “Erdoğan’ı yalnızlaştrıma ve hükümeti düşürme” kısmına evrilmesi ise, bence özetle geçtiğim bu fay hattının kırılması sonrasında, hükümetin ateşe su atmakta gecikmesi ile insiyaki olarak geçildi. Bu kırılmış zemin üzerinde yaşanan gerilim, tabii ki Erdoğan’la hesap görmek isteyenler için bulunmaz bir fırsattı. “Onlar” da doğal bir koalisyon olarak bu işe giriştiler. Cıva damlalarının birbirini hemen bulması gibi. Bu iki safhayı mutlaka birbirinden ayıralım.

Bence şöyle oldu: Ülke dışında, genel küresel realpolitik ahengini bozan tek “siyah” lider olan Erdoğan’ın hal edilmesini isteyenler medyaları ile harekete geçtiler. Ülke içinde ise, Erdoğan’dan hastalık derecesinde nefret eden bir kısım aydınlar ve Erdoğan’dan sınıfsal ayrılık nedeniyle hiç hazzetmemiş olan iş çevreleri ülkeyi yönetilemez hale getirmek için doğal davranışlar sergilediler. Erdoğan onlardan değildi ve olamazdı. İş çevreleri, bir hükümet bunalımı ile yüzde 15’lik bir kaynak kaybını göze aldılar. Birlikte halka gaz vermeye başladılar. Bu 20 günde tanık olduklarımı hayatım boyunca hiç unutmayacağım. Kibrin ne kadar kötücül bir şey olduğunu gördüm ve ürktüm. Plan ise, bir askeri darbe değildi şüphesiz. Bir postmodern halk itirazını, bir rejim bunalımına dönüştürerek, Erdoğan’ı itibarsızlaştırmak ve düşürmek istediler. Gezi’deki sosyoloji de, bu amaca uygundu. İnsanlar AK Parti’ye değil, Erdoğan’a karşıydı. Haber sitelerinde Erdoğan’ın psikolojisi ile ilgili haberler çıkmaya başladı. Adamı neredeyse deli ilan edeceklerdi. Cumhurbaşkanı Sayın Gül’ü, ve Sayın Bülent Arınç’ı öne çıkarmaya çalıştılar. “Sorun Erdoğan’dı, o giderse AK Parti kalabilirdi” teması işlendi. Böylelikle bir Brutus’un ortaya çıkmasını beklediler. Gerçekten gördüğüm en vahşi ve büyük operasyondu.

Tabii, kötücül olanın bir kör noktası oluyor, hikmet eksikliği. Milli Görüş’ün ve AK Parti’nin bugünlere kadar hangi kavgalardan geçtiğini bilmemek, Gül ve Arınç’ın asla bu oyuna gelmeyecek kadar zeki ve ahlaklı olduklarını gözden kaçırdılar. Erdoğan’ın bence tek dayanağı olan halka gitmesi, sakinleşmesi de bu oyunu bozdu. Tabii şimdilik. Bu oyunun nasıl kalıcı şekilde çözülebileceğini de sonraki yazıda anlatmaya çalışacağım.

Yine uzun oldu, kusura bakmayın.