Erdemlerin Külli İktidarı Olarak Adalet
Mustafa Yılmaz / Temmuz Dergisi – 31. Sayı
Adaletin iyi bir şey olduğu hususunda insanlar neredeyse hemfikirdir. Ama adaletin nasıl bir şey olması gerektiği hususunda hep farklı düşüncelere sahiptirler. Bu adaletin kendisinden kaynaklanmaz. İnsanların adaleti çoğunlukla kendileri için iyi bir şey olarak bellemelerinden ve talep etmelerinden kaynaklanır. Halbuki adalet öncelikle kendi dışındaki için talep edilmesi gerekir.
Adalet bir yönüyle düşünsel ama ondan daha çok pratik bir erdemdir. Bu erdem erdemlerin tamamını geride bırakır. Aza razı olmaz çoğa ihtiyaç duymaz. Tamdır. Eksilme artma kabul etmez. Daha fazla adalet olmaz. Daha az olan zaten adalet değildir. Adaletten bir cüz koparılamaz. Bu durumda adalet kendisi olmaktan çıkar. Bu onun tam ve büyük bir erdem olmasındandır.
Bir yoksula daha fazla ihsanda bulunabilir, daha fazla yardım edebilir, daha fazla yiyecek, içecek verebilirsiniz. Ama daha fazla adalet veremezsiniz. Sadece adil olabilirsiniz. Ve adil olmanız yeterlidir. O kadar.
Bazıları gerçekten adildir. Bunların sayısı oldukça azdır. Bazıları sadece adil görünür. Bunların sayısı oldukça kabarıktır. Gerçekten adil olanların herhangi bir onaya, desteğe ve yandaşa ihtiyaçları yoktur. Çünkü orada adalet tüm ihtişamıyla var olur. Adil görünen ise daha çok taraftara ihtiyaç duyar. Adalet sessizdir. Adil görünen ise bağırır.
Adalet erdemlerden bir erdem ya da erdemin bir parçası değildir. Adalet erdemin ta kendisidir. Adaletsizlik adil olmayı tercih etmemektir.
İslam ahlak felsefecilerine göre nefsin üç gücü vardır. Düşünme, öfke ve şehvet. Bu üç güçten üç fazilet doğar; hikmet, şecaat ve iffet. Bu üç faziletin mevcudiyeti ile kazanılan dördüncü fazilet ise, faziletlerin en büyüğü olan adalettir. Büyük ahlak filozofu İbn Miskeveyh adalet için, o faziletlerden bir fazilet değil, faziletlerin bütünüdür, demiştir.
Gazâlî’ye göre hidayeti sağlayan ahlakî adalettir. Klasik İslam ahlak felsefecilerinin görüşüne uyan Gazali ahlakî adaletin dört erdem üzerine kurulduğunu ifade eder. 1- Hikmet. Hikmet, kuvve-i akliyeden olup akıl şartıdır ki kişi onunla seçim yapar. İyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, doğru ile yanlışı onunla ayırır. Müminin menzili itidal ve adil bir vasattır. Hikmet de bu yolu aydınlatan ışıktır. 2- Cesaret. Cesaret, kuvve-i gadabiyye’den olup saldırganlıktan uzak korkaklıktan beri bir ahlaki erdemdir. 3- İffet. Kuvve-i şeheviyyeden olup bu vasfa sahip olan kimse altın bir vasata sahip demektir. 4- Adalet. Bütün erdemlerin hülasası olan adalet!
Tevhid, bilginin adaletidir. Ya da bilgi, tevhid ile adaletin arasındaki kopmaz bağdır. Dikey olarak insan tevhid bilgisi ve inancı ile Allah’a doğru adil bir ilişki ve bağ içerisinde olur. Ve tevhid inancından kaynaklanan bir bilgi ve düşünce ile yatay planda diğer tüm yaratılmışlarla adil bir bağ kurar. Adalet aslında yeri ve zamanı gelince ortaya çıkması gereken yasal ve hukuki bir süreç değildir. Adalet bir yaklaşım biçimi, bir bağ kurma, bunu devamlı hale getirme, kendi dışındaki özne ve nesnelere karşı mutlak bir iyilik halinde olma durumudur.
Adalet alınan, saklanan, temin edilen, temellük edinilen değildir. Adalet hep dışarıya doğru takınılan tavırla ilgilidir. Verilendir, dağıtılandır bir yönüyle. Bu yüzden de bir köprü kurma erdemidir. Tam bir erdemdir. Bilgi aklın malzemesi ise adalet aklın miyarıdır.
Yine Gazâlî’ye göre, adalet sıfatı kaybolursa buradan fazlalık veya eksiklik (ifrat / tefrit) şeklinde iki taraf doğmaz. Sadece adaletin zıttı olan ‘cevr’ doğar. Cevr ise zor ve zulümdür. Cevr, ifsada yol açan büyük bir fesattır. Çünkü yer, gök ve bütün âlem iki şey üzerine bina olmuştur. Bunların ilki nizamdır. İkincisi nizamın devamlılığını sağlayan adalet! Adalet olmaz ise nizamın devamına imkan kalmaz.
Bir toplumun yapısının sağlıklı oluşması ve işleyebilmesi için İbn-i Sina bir kanun olması gerektiğini belirtir. Bu kanun adalettir. Toplumsal düzen ve intizam bu kanun, bu ilke ile ayakta kalır ve yaşamaya devam eder.
Asıl olan haklı olmak, galebe çalmak, muzaffer olmak değildir. Asıl olan bilgi ve erdemin aydınlığında adil kalabilmektir. Adil olmak ve adil kalmak insani öze, fıtrata ve yaratılışa bağlı kalmak demektir. Ebu Huzeyl el-Allaf’ın dediği gibi Allah kullarına ancak onurlu ve adil davranmaktadır.
İlahi adalet vahyin nihâi maksadıdır. İlahi adaletin mabedini kuran Muhammed Aleyhisselamdır. O mabedin harcı ise vahiyden ve sünnetten mürekkeptir. Ancak adalet yalnızca ilahi maksatların konusu olan metafizik bir belirleme değildir. O insanın yaşam alanı olan arzın asıl ve asil kanunudur. Onun için insanları din adına sömürenler dünyadaki adaleti yok etmek için onların işlerini ilahi adalete havale etmeyi âdet edinmişlerdir. Adalet Allah’ın maksatlarından bir maksat, insanların hayatının intizamının ve refahının da mihverini oluşturur.
Eski Yunan’da Aristoteles’in ‘eudaimania’/mutluluk dediği ortaçağ Latin dillerine ‘summun bonum’ olarak geçen iyilikler iyiliği, hayırlar hayrı da adalettir. Toplumun tümden mutlu ve huzurlu olması işte bu summun bonum ile gerçekleşir. Toplumsal iman diyebileceğimiz adalet budur işte.
Nikomakhos’a Etik’te Aristoteles, erdemi seven insanların yaşamlarında hazza ihtiyaç yoktur, çünkü zaten haz onların yaşamlarında mevcuttur, der. İnsanın huyu dediğimiz şey onun eylemlerinin toplamıdır. Karakter de işte bu eylemlerden kurulur. Eylemi ortaya çıkaran da kişinin sahip olduğu erdemlerdir.
Eşitlik düşüncesi modern dünyanın neşidesidir. Oysa tüm eşitlikler adil değildir. Eşitlik adil olabileceği gibi adil olmayabilir de. Adalet eşitlik tesis etmez. Adalet her hakkı yerine teslim eder.
Pascal’a göre ‘ben’ kendi içerisinde adaletsizdir. Çünkü kendisini merkeze alır. Her ‘ben’ düşmanca davranır. Diğerlerinin tiranı olmak ister adalet işte bu tiranlığın karşısındadır. Böylece bencilliğin de karşısındadır.
Hobbes Léviathan’da adaletin tek başına yaşayan insanla ilgili olmadığını, topluluk olarak yaşayanlarla ilgili olduğunu söyler. Spinoza için de durum aynıdır. Adalet en az iki kişiye ihtiyaç duyar. André Compte-Sponville’e göre de adalet bir yapının, düzenin, organizasyonun, toplumsal işleyişin erdemidir. Hakkaniyete dayalı bir düzenin, namuslu bir mübadelenin.
Bundan bin yıl önce Gazâlî toplumsal yapıdan, hayatın gidişinden, hâkim siyasal ve sosyal havadan şikayet ederek İhya’nın mukaddimesinde elde kala kala üç şeyin kaldığını ifade etmiştir. 1- Kadıların da yararlandığı hükümet fetvaları. 2- Âlimlerin cedelleri. 3- Süslü püslü vaazlar.
Toplumsal işleyişe etki eden en önemli iki grup insan ulemâ ve umerâdır. Kaldı ki âlimlik vasfı kitabımız Kur’an’da isim olarak değil sıfat olarak kullanılır. Özel bir zümrenin de ismi değildir. Adalet özünde herkesin sahip olması gerekir. Ancak tarihsel ve toplumsal şartların belirlemesiyle işte bu iki zümre insanın vaziyet etmesiyle adalet vücut bulur hale gelmiştir. Bu şartlar altında adaleti öncelikle bu iki zümreden bekler insanlar. Oysa geriye kalan kadıların işine gelen siyasal fetva, lüzumsuz cedel ve boş vaazlar olmuştur.
Adalet hiç kimseye ait değildir. Ama herkes için savunulması ahlaki bir zorunluluktur. Kur’an’da namaz ve adalet için ikame edilmesi, ayağa kaldırılması ve dimdik kılınması emredilir. Adaleti amasız, mazeretsiz savunmaya cesaret edemeyen kimse adaletin karşısındadır.
Adalet insanları adil yapmaz, adil insanlar adaleti ikame ederler. Adalet ona sahip çıkan adil insanlar var oldukça bir değer olarak yaşamaya devam eder. Partilerin, siyasetçilerin modern işleyişte ahlaki zorunlulukları yoktur. Hesapları, çıkarları ve korkuları vardır. Ahlak ise çıkar ve korkudan bağımsız olarak adalet talep etmekten geri durmaz. Adalet ahlaki bir zorunluluktur.
Kant, adalet yok olursa insanların yeryüzünde yaşıyor olmalarının bir değeri kalmaz demiştir. Yaşam kendi başına önemlidir ancak değerli değildir. Onun değer bir şey, yaşanılmaya değer bir şey olması için adaletle inşa edilmesi gerekir.
Kabuk, yaranın kılıfıdır demiş bir filozof. Yaranın ne olduğunu anlamak için kabuğun kaldırılması gerekir. Adaletin de gerçekten ortaya çıkması için onun üzerini örten tüm mazeretlerin kaldırılması gerekir.
Acı evrenselleşmiyor. Çünkü acıyı gören evrensel adil bir vicdan yok. Acı hep bireysel bir deneyim olarak kalmaya devam edecek bu dünyada.
Ahlakî zorunluluk ilkesi olarak adalet Râzi’nin ifadesiyle tanrısal hikmettir. Gazâlî de bu hikmeti hidayeti sağlayan ilke olarak görmüş ve ahlakî adalet hidayeti sağlar, demiştir.