Bir şeyler arıyoruz. Arayışlarımız o kadar çok ki bazen bunların arasında kaybolup gitmişiz de kendimizden haberimiz olmamış. Garip bir durum elbette bir şeyler ararken kendini kaybetmek. Fakat kabul etmesek te hâlihazırdaki gidişatımız bu minval üzere. Şüphesiz bu kaybolma durumu salt entelektüel gevişlerin ve yerli-yersiz hayıflanmaların sonucunda konuşmalarımıza ve yazılarımıza biraz kaygı sosu bulandırmak tarzında dile getirdiğimiz bir husus değildir. Aksine hayatiyet arz eden, “olmak ya da olmamak” tarzında ifadesini bulan ontolojik bir meseledir. Bundan dolayı da basitçe geçiştirilecek ve unutulacak ya da sözcükler arasında yitip gidecek tarzda bir nihayete tabi kılınmamalıdır bu mesele.
Bizce epistemolojik kopuş direkt istikametten uzaklaşmaktır. Hayatın içinde ölmektir. Tarihten ve güncelden kopmaktır. Ontolojik gayeyi unutmaktır. Nitekim tarihin yörüngesinden asırlardır çıkmış olan bu ümmetin çocukları gerçek bir yol bulmak için uzun zamandır tekrar tekrar deneyerek kayboldukları bu dünya arazisinde ve zaman döngüsünde kendilerini bulmaya çalışmaktalar. Fakat unutulmamalıdır ki bu arayış çok değerli bir çaba olmakla beraber usulüne uygun yapılmadığı zaman enerjimizin boşa harcanması, fikir karmaşası, zaman israfı ve nesillerin tekrardan kayboluş girdabına sürüklenmesi anlamına gelecektir ki buna tahammül edecek bir noktada olmadığımıza inanıyoruz.
Bu meseleyle ilgili kafa yoran münevverlerimiz ve âlimlerimiz olmuştur. Fakat bu çaba yeterli olmuş mudur, ortaya çıkan hâsıla ikna edici midir, bunu elbette sorgulamak zorundayız. Bizce hayata bakışımızı belirleyen, iş yapma edimimize yansıyan, sosyo-politik ahlakımızı şekillendiren en önemli noktalardan biridir ifade ettiğimiz epistemolojik tutum.
Peki, madem bu mesele o kadar önemlidir neden hiç gündemimize gelmemekte ve bu hususta yeterince kafa yorulmamaktadır?
Sebebi çok basit; çünkü düşünme tarzımız süregelen alışkanlıklarımızın etkisinden bir türlü sıyrılamamakta ve bir türlü güncellenememektedir. Tarihin belli dönemlerinde ortaya çıkan ilmi yaklaşımlar bizim ilim havzalarımızda mutlakıyet elbisesi giydirilerek kutsanmıştır. Bundan dolayı da dokunulmazdır ve tartışılmazdır. Bizler geçmişte yapılan içtihat ve yorumları din mesabesine koyduğumuz için bir yönüyle batıdaki skolastik düşünce gibi din adamlarının ve siyasi otoritelerin çizdiği, yönelttiği ve hâkim kıldığı şeylerle yetinmeyi dayattık ve hala bu düşünce üzerinden devam ediliyor. Oysaki usulü’d-din kaidelerince Kitab-ı Kerimde açık ve seçik olarak belirtilenler ve peygamberin bu husustaki kitaba tabi olan uygulamaları dışındaki meselelerin yoruma açık hususlar olduğu ortadadır.
Elbette şunu da unutmuyoruz ve hakkını teslim ediyoruz, tabi olduğumuz düşünce sistemi bir zamanlar geniş zaviyesiyle, nezaketiyle, zarafetiyle, nefasetiyle ve emniyetiyle insanlığa umut bahşediyordu. Fakat bugün kıyısına geldiğimiz zaman diliminde o muhteşem halini görmek pek mümkün gözükmüyor. Artık bizim diyarlarda emniyet, nezaket ve zarafet yok. Bunların yerine hamaset, huşunet ve gudubet var.
İslam’ın bilgi sistemi hayata bakışımızı belirleyen ve her şeyi yerli yerine koymayı hedefleyen bir bilgi sistemidir. Bu sistemde İnsan-Allah, İnsan-Doğa ve İnsan-İnsan ilişkileri belirli bir mantık ve denge üzerine kuruludur ve her varlık hak ettiği yerde konumlandırılır. İnsan kendisine verilen akıl aracılığıyla bu sistemi bilmek, keşfetmek, idrak etmek ve ona uyumlu olarak yaşamakla sorumludur. Keza doğa da birçok şeyi bünyesinde barındıran ve insanın idrakine sunulan bir keşif alanıdır. Nitekim İnsan doğa alanı üzerinden yola çıkarak hayatın anlamına dair birçok konuda bilgiye ulaşabilir. Fakat burada insanoğlu için sahip olduğu bilginin mahiyeti ve değeri ayrıca sorgulanmalıdır. Çünkü bilgiye dair olan yaklaşımımız gündelik hayatımıza ciddi anlamda etki etmektedir.
İslam bilenlerle bilmeyenleri aynı kefeye koymaz. (Burada kastedilen bilgi hayatı bütünsel olarak inşa edecek olan bilgidir.) İlim sahiplerinin Allah ile olan ilişkilerinde daha nitelikli bir konumda olduklarını ve onlara yüklediği görevle peygamberlerin varisleri olduklarını deklare eder. Dolayısıyla ilim ehli olmanın sorumluluğu hayatla kurulan ilişki biçimini de etkilemektedir. İlim ehli burada inşa edici, öncü ve kurucu olma rolündedir. Allah'ın diğer yaratılmışlar içerisinde insana bahşettiği en büyük nimet işte bu roldür. Çünkü insan bağlam, kavram ve anlam ilişkileri üzerinden sistem üretebilen yegâne mahlûktur.
Bizler varlık alanını ifade ettiğimiz bu üçlünün (İnsan-Allah-Doğa) birbiriyle olan ilişkisiyle anlamlandırırız. Bu formülasyonda (İnsan-Allah-Doğa) rollerin değişimi her şeyi tersyüz eder. Eğer insana ilahlık payesi verilir ve hayatın merkezine oturtulursa ve her şeyin ölçüsü insan olursa o zaman bu dünya insana teslim edilmiş olur. Oysaki kendisine malik olamayan ve sınırlı olarak yaratılmış bir varlık olan insan bu büyük yükü kaldıramayacaktır. Ya da hayat bütünüyle insanın insafına teslim edilmeyecek kadar başka yüce gayeleri ve sırları içinde barındıran bir süreçtir ki sadece bu işin hakkını verebilecek ve sahibi olabilecek bir dest-i kudret tarafından idare edildiği zaman gerçek anlamını bulur.
İnsanoğlunun son asırlarda keşfettiği ve hayata kattığı şeyler elbette önemsenmeyecek şeyler değildir. Fakat aşırı bir abartıyla yüceltilecek kadar mutlakıyet atfedebileceğimiz şeyler de değildir. Eğer ortaya çıkan tablo tanrıyı buharlaştırmak ve insanı büyütmek gibi bir sonuca bizi götürüyorsa o zaman tanrısız bir dünyayı nelerin beklediğini düşünmeye başlayabiliriz. Nitekim son zamanlarda insanoğlunun yapıp ettiklerine dair ortaya çıkan hâsılaya bakmak yeterlidir.
Unutmamalıyız ki; "Her ne düşünüyorsak oyuz. Her ne olursak düşüncelerimizle oluruz. Düşüncelerimizle dünyayı kurarız.”