Epidemik toplumda yükselen intiharlar

Türkiye’de yaşanan son intihar vakalarında yoksulluğun kendisinden öte yoksullukla ve kovitle gelen ruhsal dengenin sarsılması durumu mu hakim? Genel bir intihar vakası olarak bakmak ya da tam tersi şartlar altında olaya bakmak doğru olur mu?

Ergün Yıldırım YeniŞafak'taki köşesinde son günlerde konuşulmaya başlanan intihar vakalarının ardındaki sosyal, ahlaki ve ekonomik sorunlara zenginlerin ve iktidar erklerinin "göze batırmaları" da mı neden oluyor diyerek intihar vakalarından birisi üzerinden analizini gerçekleştiriyor.  İktidara ve zengin kesimlere de seslenen Yıldırım'ın yazısını ilginize sunuyoruz.  

 

Türkiye’nin farklı şehirlerinde esnaftan insanlar intihar etti. Yaşama zorla tutunmaya çalışan küçük esnaf insanları bunlar. Koronavirüsle beraber müşterilerini kaybediyorlar. Evliler ve çocukları var. Ev bakıyorlar. Eve ekmek götüremiyorlar. Yoksulluk, esnaflık ve salgınla iç içe geçen intiharlar bunlar. Bu vakalar, intihar gerçeğini, yoksulluk gerçeğini ve salgın gerçeğini bütün acımasızlığıyla gün yüzüne çıkarıyor.

Durkheim, intiharlarla ekonomik bunalım arasındaki ilişkiyi Paris örneğinde farklı dönemleri mukayese ederek inceliyor. Altmış bin üzerinde vakayı gözlemliyor. Ekonomik bunalım dönemlerinde intiharların arttığını söylüyor. Sonra yapılan bütün intihar çalışmaları da sebep olarak ekonomik yoksulluk, geçimsizlik, hastalık ve genetik yatkınlıkları ileri sürüyorlar. Türkiye’de yapılan çalışmalar da bunu ortaya koyuyor. TÜİK verilerine göre geçim zorluğu %10, bilinmeyen % 32, aile geçimsizliği % 14, hastalık % 26 oranlarında etkili. Yıllara göre intihar oranlarında ciddi bir farklılaşma yok. En azından 2015 ila 2019 aralığına baktığımızda öyle. Örneğin 2001 yılında 3.970, 2016’da 4.030, 2017’de 3.940, 2018’de 3.880 kişi intihar etmiş. 2019 tarihinde ise 1247 erkek ve 380 kadın intihar vakası yaşanmış. İntihar edenlerin ezici çoğunluğu erkekler. Aslında erkek intihar ve şiddet baskıları altında en fazla yaşayan varlık. Orta ve alt sınıf erkeğidir bu. İntihar da yine orta ve alt sınıf bağlamında yoğunlaşıyor Türkiye’de.

İntiharlar çok bileşenli etkenlerle ortaya çıkıyor. Genetik yatkınlık, yoksulluk, hastalık, geçimsizlik… Yoksulluk bunlardan sadece birisi. Ancak Türkiye’de bu sıralar yaşanan intiharlar spesifik koşullarda ortaya çıkıyor. Bu spesifik şartları görmek meseleyi kavramak için önemli. Yoksa bunları genel intihar vakaları içinde değerlendirip normalleştirirsek meselenin ciddiyetini göremeyiz. Tam tersine genellemeler bu spesifik intiharlar gerçeğinin üstünü örter. Onu gizler. Bizi de onu engellemek için çaba göstermekten uzak tutar. Bu uzak duruş, öncelikle ahlaki mesuliyetimiz açısından büyük bir krizi anlatır. Bizi vicdansız yapar, Allah karşısında vebal duruma düşürür.

Durkheim, ekonomik buhranla intiharlar arasında bir mukayese yapar ancak sorunun kökeninde yoksulluğun yer almadığını söyler. İnsanlar yoksullaştıkları için intihar etmezler. Tam tersine yoksulluk intiharı engelleyen bir işlev bile görür. Peki meselenin kökeninde ne var? Buhran ve yoksullukla gelen denge bozulması, sarsılma, toplumsal yapıdaki altüst oluşlar… Türkiye’de yaşanan son intihar vakalarında da yoksulluğun kendisinden öte yoksullukla ve kovitle gelen ruhsal dengenin sarsılması yer almaktadır. Epidemik toplum olgusu olarak ortaya çıkıyor. Vakalardan birisinin yaşadığı sarsıntıyı gözlemlemek bunu anlamak için yetiyor. Mersin’de kokoreççilik yapan Murat Gümüş. Önce eşini kanserden kaybediyor, sonra arabasını satışa çıkarıyor…Aile ve ekonomik sarsıntılar yaşıyor. Ölmeden önce de şu mesajı bırakıyor: “Ben ölünce mezara mı geleceksiniz kaç gündür siftah etmeden dükkan kapatıyorum”. İfade oldukça etkileyicidir. Gelen yok, giden yok. Gelip gitmek hem bir ticari ilişki hem de bir sosyal ilişki. “Ölünce mezarıma mı geleceksiniz” diyerek yalnız bırakılmışlığını anlatıyor. Siftah etmeden dükkanı kapatmak! Küçük esnafın bütün dünyası ailesi ve bir de tezgahıdır. Burada sarsılmalar ve yalnızlığa terk edilme yaşanınca hayatı alt üst oluyor. Yaşanan budur. İflas ve yoksulluk, evine ekmek götürememe, sosyal çevresini sürdürememe ile beraber insan hem sosyal olarak ve hem de ekonomik olarak öldürüyor. Son davranış bedeni yok etmeye kalıyor sadece.

Salgınlar her zaman büyük sarsıntı, isyan, yoksulluk ve yoksunluk demek. Dünya da Türkiye de bunu yaşıyor. Ancak burada insanların saygınlıklarını, sosyalliklerini, aile aidiyetlerini ayakta tutmalarına yardım edecek mekanizmaların ve ilişkilerin çalışması önemli. Toplumun ve devletin verdiği genel görüntü önemli. Yani zengin ve varlıklı kesimlerin bu süreçte ayrıcalıklı gözükmemesi ve bunları yoksulların gözlerine sokmaması önemli. Devleti temsil eden yöneticilerin özellikle israf, savurganlık, zenginlik ve ayrıcalık algısına yol açmamaları önemli. Çünkü yoksulları en fazla kızdıran ve en fazla yalnızlaştıran ve acziyet içinde bırakan bu algıların onlar üzerinde oluşturduğu baskıdır.

Yoksullar ve ayrıcalıksız olanlar ayrıcalıklıların pervasızlıkları karşısında çıldırırlar, kızarlar, öfkeyle dolarlar. Bu da onları isyan ve intihar seçeneklerine zorlayabilir. Dünyada onlarca araştırma kitlelerin kızgınlıklarla dolup taştığını ve isyanlara yöneldiklerini söylüyor. Türkiye hala güçlü aile, komşuluk ve akrabalık dayanışma sosyolojisiyle teskin olan bir toplum. Bunun değerini bilmeliyiz. Yoksulları ve onların sarsılan saygınlıklarını onarmak için acil ekonomik eylem planı kadar acil ahlaki eylem planı uygulamalıyız.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!