D. Mehmet Doğan / Maarifin sesi
Din, tarih, dil, mûsıki “inkılâp”larının 90. Yılında yahut imajın imgesi nedir?
Bu sene 90. Yılındayız…Dinî inkılâbın, tarih inkılâbının, dil inkılâbının ve mûsıkî inkılâbının…
Dünya’nın hiçbir yerinde bu konular “inkılap-devrim” kelimesiyle birlikte anılmamıştır. Dünyanın iki büyük inkılâb-ihtilale (revulation) şahid olduğunu biliyoruz: Fransız ihtilali, Rus ihtilali. Bu iki ihtilal bütün dünyayı şu veya bu şekilde etkilemiştir. Bu köklü ihtilallerin dinle, tarihle problemi olduğunu biliyoruz. Dini hayatın dışına çıkarmışlardır, tarihlerini yeniden yazmışlardır. Fakat her ikisi de dille, mûsıki ile uğraşmamışlardır. Dile müdahalenin, mûsıkiye müdahalenin sonuçlarından bilerek veya bilmeyerek kaçınmışlardır.
“Türk inkılâbı” veya “Atatürk inkılâbı”, bu ihtilaller ölçüsünde bir büyük değişme hedeflememiştir. Modernleşme programı olarak sunulan bazı değişiklikler yapılmak istenmiştir. Fakat yapılanlara bakarak modernleşmeden çok dinin geriletilmesi, hayattan çıkarılmasına teksif olunduğu görülür. “Türk inkılâbı”nda dini veya dinî muhtevayı hedeflemeyen hiçbir uygulama yoktur.
Türk inkılâbında din kötülüklerin anasıdır, Müslüman olduğumuz için geri kalmışızdır. Esasen ondan tamamen kurtulmak lâzımdır, fakat milletin kimliğinin aslî yapıcısıdır, görünür görünmez kurumları, yapıları; toplumu derinden etkileyen uygulamaları vardır.
İnkılâplarla dinle ilgili kurumlar ortadan kaldırılmıştır. Sonunda dinin öğretilebilirliği imkânsız hale getirilmiş, yaşanılırlığı kısıtlanmış, böylece din karşıtı programlarla yetiştirilen genç nesillerin zamanla Türkiye’nin Müslüman kimliğini geçersiz hale getireceği hesaplanmıştır.
1930’ların, 1940’ların inkılâp programı tamamen bu hedefe yöneliktir.
İşte 1932 yılı başında, ki ramazan ayıdır, “dinî inkılap” adı altında Kur’an-ı Kerim’in türkçe mealinin camilerde okunması, ezanın ve kametin türkçeleştirilmesi uygulamasına geçilmiştir. Devletin Diyanet kurumu vardır, fakat bu kurum dışarıda tutularak bizzat devrin Cumhurbaşkanı Dolmabahçe Sarayı’ndan “dinî inkılabı” yönetmiştir.
Aynı yılın temmuz ayında Tarih Kongresi toplanarak, tarihimizin devam etmekte olan Müslümanlık sonrası kısmı iptal edilmek istenmiştir. Bir Müslümanlık öncesi vardır, bir de yaşanılan zaman. Arada karanlık çağ var! Tarihin gerçekliğinden koparılması da bir nevi “dinî inkılâp”tır aslında.
Eylül ayında 1. Türk Dil Kurultayı toplanmıştır. Aynı tarih konusunda olduğu gibi, dilimizin Müslümanlık sonrası kazandığı zenginlik iptal edilerek İslâm öncesine gidilmek istenmiştir. Dil inkılabının hedefi türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak olarak ilan edilmiştir. 90 yıl sonra bu hedefe ulaşılamadığını görmemek için kör olmak lazımdır. Dilimize batı dillerinden kelime girişi önlenemez bir noktaya varırken, öğretim sistemi ana okulundan yüksek öğretime kadar ingilizcenin boyunduruğuna sokulmuştur.
Dil Kurultayı, Türkçenin cenaze törenidir! Bu kurultayda bin yıllık zengin türkçeye ölmüş dil muamelesi yapılmıştır.
Bütün bunlar yapılırken iddia şudur: Arı dil yaratacağız, dilimiz külliyen öztürkçe olacak!
Dilin milletin malı olduğu gerçeği reddedilmiş, bir şahsın, bir kurumun tasarrufuna bırakılmıştır. Bir dil gerçeği var: Hiçbir dil saf değildir. Mankurt tayfasına bir daha söyleyelim: Arı dil yoktur! Ve hatta olamaz!
Türkçe de bilinen yazılı metinleriyle hiçbir zaman “arı” bir dil olmamıştır. Çünkü yüksek bir kültür ve edebiyat dili olarak 20. yüzyıla gelmiştir. Günümüzde edebiyatı olan yaşayan dillere bakınca görülecek olan da budur.
Bize arıdılcilik satanların öztürkçe sandığı eski türkçede soğdca, moğolca, toharca, tunguzca, çince, sanskritçe… kelimeler vardı.
Buna rağmen şu ezber tekrarlanır: Osmanlılar türkçeyi arapça ve farsça kelimelerle karıştırdı, bozdu! Bunu hangi Osmanlı yaptı? Osmanlı’nın “dil kurumu” mu vardı ki bunu yapsın? Osmanlı padişahları mı yaptı? Yaptıysa hangisi? Osmanlı padişahları hem şairleri, edipleri himaye ederek, hem kendileri şiir yazarak ve tercümeler yaptırarak dilimizin gelişmesine hizmet etti.
Şunu bir meydan okuma olarak ilân ediyoruz: Türkçenin gelmiş geçmiş en büyük şairleri ve yazarları Osmanlı döneminde yaşadı ve yetişti!
Cumhuriyet’ten sonra doğmuş, sırf cumhuriyet kültürü ile, dil anlayışıyla ve zihniyeti ile yetişmiş büyük bir şair veya yazar var mı?
“Dilimiz karışık” bayat ezberini bir zamanlar kendini “kemalizmaya bağlı” olarak görenler tarafından sakızlaştırılmıştır, hâlâ bu kokuşmuş çürük sakızı çiğneyenlerin varlığı en büyük talihsizliğimiz.
Bunlardan biri ile 90 yıl önce Peyami Safa hesaplaşıyor. 2 Haziran 1932 tarihli yazısının başlığı: Son dua.
Bu ibret alınası yazıyı aynen aktarıyoruz (metnin imlâsına dokunulmamıştır):
Son dua
Dünkü Cumhuriyet’te Aka Gündüz B. lâtifeyi ciddiyetten, laubaliliği de samimiyetten ayırt etmiyen o avare üslûbile dil bahsine karıştı. Evvelki yazımda fazla uzadığına ve kapandığına hükmettiğim bu münakaşaya, meslekdaşımın davetini kabul ederek bir daha giriyorum. Dilerim ki sondur bu.
Aka Gündüz Beye göre, bugün, topumuzun da okuyup yazdığımız ve konuştuğumuz dil, ne şimal, ne de Anadolu Türkçesidir; Osmalıcadır, Arap ve Acem kelimelerinin baskınına uğramış, melez ve çetrefil Osmanlıca. Hatta, belki o bile değil de, onun kokmuş ve bayat bir artığı.
“Cenap Şehabettin Türkçe bilmez, diyor Aka Gündüz Bey, dostum Peyami! Sen, Türkçe bilmezsin. Dostum Nurullah! sen de bilmesin. Ben hepinizden daha çok bilmem.
“Cenabın sırtından Fransız tezgâhlarında Acem ipliği ile Arap nakışları işlenmiş Osmanlı kaftanını sıyırıveriniz. Altından Âdem Babamızdan daha çırçıplak birisi çıkacaktır.”
Pek güzel. Türkçe bahsinde her zaman tekrar edilen bu mülâhazayı bir kere de Aka Gündüz Beyden işitmiş olalım. Evet, Türkçe karışık bir dildir, düne kadar Arap ve Acem kelimeleri onu fazla bulandırıyordu, bugün de o yabancı unsurlardan yüzde yüz kurtulmuş, süzülmüş öz kaynağındaki berraklığını almış değildir; fakat her dil gibi, Türkçe de, san’atkâr zekâların imbiğinden geçerek her gün biraz daha süzülüyor, eleniyor ve tortularını geçmişte bırakıyor.
Evvelce de bu sütunda yazdığım gibi Türkçeyi karışık bir dil olmakla itham ederken insafsızlığa varmamalıyız. Aka Gündüz Beye sorayım: Her hangi bir İngiliz şairinin sırtından Fransız tezgâhlarında Latin ipliğile Yunan nakışları işlenmiş Anglo-Sakson kaftanını sıyırıversin. Altından, acaba Âdem Babamızdan daha çıplak bir Cenap Şehabettin daha çıkmaz mı? Aka Gündüz Beyin müsadesile ilâve edeyim: Bütün Avrupa dilleri de böyledir. Geçelim.
Gene bu meslektaşıma göre biz muharrirler Türkçe bilmiyoruz, âşinası olmadığımız bir mevzu etrafında boşuna nefes tüketiyoruz ve hakiki Türk dili asında çok zengindir:
“Yani, diyor Aka gündüz Bey, bugünkü Türkiye büyük bir çelik kasadır…İçinde Türk dili gibi muazzam ve geçer akçe bir servet var. Biz züğürtler, etrafında toplanmışız boşu boşuna çenemizi yoruyoruz.”
Ben çenemi fındık veya ceviz kırmak için yoracağım yerde böyle faydalı bahisleri konuşmakla yormayı tercih ederim. Bu gibi münakaşalar ne kadar sathi mahiyette kalırlarsa kalsınlar, esaslı dil mes’elelerinin halline yol açarlar. Hem de, mademki Aka Gündüz Bey, ‘Türk dilinin muazzam. Ve geçer akçe bir servet olduğunu kabul ediyor, kendisile bu bahsin kökünde hiçbir ayrımız gayrımız yok demektir.” Cumhuriyet, 2.6.1932
Peyami Safa, malûm büyük bir yazarımız. Aka Gündüz’ün kim olduğunu da “Atatürk’ün tapkınıyız” demesinden çıkarabilirsiniz!
1932 Yılı, 1920’lerden beri öğretimi yasaklanan klasik mûsıkimizin icra edilebilirliğinin de yok edilmek istendiği bir yıldır. Öyle bir noktaya varılmıştır ki, düğünlerde icrasının yasaklanması dahi tartışılmıştır.
Dil devrimi türkçe hayali yıktı, fransızca imajı bozdu!
Büyük Fuzulî der ki:
Hayret ey büt sûretün gördükde lâl eyler meni
Sûret-i hâlüm gören sûret hayâl eyler meni
Ey tapılacak güzel, senin şeklini, yüzünü görünce hayretten dilim tutulur. Benim o ândaki hâlimin şeklini gören beni bir resimmişim gibi tasavvur eder…
Her kelimesinden hatta harfinden şiiriyet yayılan bu mısraları şerh eden merhum Ali Nihat Tarlan hoca şu açıklamayı yapıyor: “Put resimdir. Hayret hâlinde insan put gibi hareketsiz kalır. Hayret aynı zamanda tasavvufta bir makamdır.”
Edebiyat bahsine girince, hakikat dahi hayal sûretine bürünür. Edebiyat bir üst dildir ki, bütün o dili konuşanların kelimelerini kullanır, fakat o konuşulanlardan farklı tarzda tekellüm eder. Galip Dede, Hüsn ü Aşk’da
Tarzı selefe takaddüm ettim
Bir başka lügat tekellüm ettim
der. Yani, “başka bir dille konuştum ve eskilerin önüne geçtim…”
Dil devriminden sonra başka bir dille konuşmaya zorlandık fakat eskilerin çok gerisinde kaldık, çünkü köklerimizin üstünde yükselemedik. Ne zaman Galip Dede’nin, Fuzulî’nin huzuruna varsak, onların sözlerindeki derinlik ve incelik bizi hayrete düşürmüyor mu?
Galip Dede, bildiğimiz o köklü dille konuşmaktadır, kelimeler aynıdır fakat o kelimelerden örülen eser dil olarak da yeni ve orijinaldir.
Edebiyat dili terkip etme gücüdür. Dilinizin kelime haznesi genişse, terkib etme gücünüz de o nisbetde güçlüdür.
“Hayal”i edebiyatın merkezine koyduktan sonra, hemen bu kelimenin akrabası olan veya çevresinde yer alan kelimeler zihnimize üşüşür: Tahayyül, muhayyel, muhayyile, tasvir, tasavvur, sûret, timsal, mesel, şekil, remiz…
Batı edebiyatı ile temasımız batı dillerinden kelimelerin edebiyatımıza geçmesine yol açtı. İmaj hayli erken bir zamanda, 19. Yüzyılın sonunda dilimize girmiştir. İmaj girmiştir ama hayal terk edilmemiştir.
Edebiyat hakikatin hayalini kurmaktır!
Yahya Kemal, hayal etmenin bir varoluş meselesi olduğunu büyük türkçenin kelimelerini kullanarak mermerden yontulmuş bir sütun gibi gözümüzün önüne koyar:
İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.
İmajı fransızcadan aldık, fakat onlara da latinceden geçmiştir. Şemseddin Sami 1901’de Kamus-ı Fransevî’de image/imaj’ı şöyle çeviriyor:
Sûret, tasvir, mesel, şekil. Eşyanın suda ve aynada görünen aksi sûreti. Hayal, tasavvur. Timsal. Çehresinde beşaşet olmayan bârid (soğuk) insan. Bir şeyin zihinde hâsıl ettiği âni veya sürekli tesir, fikir, şekl-i zihnî.
Kendisi de edebiyatçı olan lügatçimiz kelimenin edebiyattaki anlamını da şöyle açıklıyor: İbarenin içindeki teşbihat. (Mealen: Sözün içindeki benzetmeler…)
İmaj birkaç akraba kelimesini de dilimize çağırdı. Bu kelimeleri de Şemseddin Sami şöyle açıklıyor: İmaginatif: Hayalatı çok olan, hayalî. İmaginasyon: Tefekkür, tasvir, tahlil. Hayal, kuruntu. [ed.] İcad-ı kelam, ihtira ve tertib kuvveti.
Dil kendi akışı içinde hayalimizi imajla tazeler gibi olmuşken, sahneye müdahale edilir ve “imge” piyasaya sürülür.
Dilin dışarıdan kurulması, bunun da dilin kendi nizamı dikkate alınmadan yapılması…1932’de dil devrimi yapılmıştı, on yıl sonra1942’de Millî Şef’in emriyle Felsefe ve Gramer Terimleri Komisyonu toplandı, komisyon hayal ve imaja karşılık olarak “imge” kelimesini uydurdu…
Batının ve doğunun iki köklü kelimesi yerine türedi bir kelime!
Hayal kelimesinin dilimizde kullanılışına bakarak imgenin onun anlam alanına tam olarak tetabuk ettiğini söyleyebilir miyiz?
Bir deneyelim:
Hayal gibi: İmge gibi, hayal gücü: İmge gücü, hayal kırıklığı: İmge kırıklığı, hayal kurmak: İmge kurmak, hayal olmak: İmge olmak, hayal sukutu: İmge kırıklığı, hayale dalmak: İmgeye dalmak, hayale kapılmak: İmgeye kapılmak, hayalinden geçirmek: İmgesinden geçirmek.
Netice: İmgeyi hayale karşılık olarak görmek hayal pilavı yemekten başka bir şey değil!
Peki “imaj”a karşılık olabilmiş midir imge?
imaj. [Fr.i.] 1. Hayâl. 2. Görüntü, sûret. İmajlar alınırken atlamalar, kusurlu çekimden kaynaklanan görüntü problemleri de vardı-M.Koç 3. Bir kişi veya şeyle ilgili oluşan kanaat, temsil. 4. Fikir, tasavvur. 5. Teşbih, metafor. Bu imaj sisteminde av ve muharebeden gelen unsurlar birbirlerinin tamamıyla aynıdırlar-Tanpınar 6. [ruh.] Bir hissi uyandıran şey ortada olmadığı hâlde, bu hissin şuurda yeniden belirmesi, sembol (uyd.imge).
“İmaj her şeydir” denilir, ya imge nedir? Bize göre “imge” sadece sonuncu anlamı karşılayabilir.
İmaj yapılır veya oluşturulur da imge yapılabilir mi? İmajı bozuk olanın imgesi de düzgün olabilir mi?
Türkçe tabiî seyrinde devam etse idi, imge diye bir kelime ile karşı karşıya kalmayacaktık. Netice olarak da anlam alanı belirsiz bir kelime yüzünden edebiyatçılarımızın yazıp çizdikleri heba olmayacaktı.
İmgenin türkçe bir kelime olduğu, im- köküne türkçe -ga/-ge eki getirilerek yapıldığı önü sürülüyor. “İm”in “işaret, alamet, nişan” demek olduğu iddia ediliyor, fakat “imi timi kalmamak” deyiminden başka bir şekilde kullanılmadığı görülüyor. Türkçede isimden isim yapan -ga/-ge eki yok!
M. Namık Çankı Büyük Felsefe Lügati’nde imge için, “ne sonuna eklenen ekle ve ne de bizzat kendisinde maksadı ifade edecek bir cihet görülmemiştir. İşaret başka, hayal başkadır. Birincisi hazıra, önümüzde veya karşımızda bulunana, ikincisi daha ziyade gaibe hitap eden bir mânadır” diyor.
Netice olarak dilin aslî sahibi millete karşı ve işi dille olan edebiyata, düşünceye emek verenlere karşı “siz kim oluyorsunuz, ben yaptım oldu!” denilmiş oluyor. Kim yaptı? Millî eğitim bürokratlarından biri! Bu zatın biraz fransızca bildiğinden şüphe yok. Bu bilgisini fransızca bir kelimeyi tahrif edip türkçe (!) bir kelime icad ederek ortaya koymuş. Bunun örnekleri çok: Ekol’den okul, bulleten’den belleten, volüm’den oylum, honeur’dan onur… gibi!
Kelimeye dikkat edelim: Fransızca “image” kelimesi alınıyor, aradaki a harfi atılıyor, işte size mis gibi “öztürkçe” bir kelime! Bir Fransızla konuştuğumuzu düşünelim: Bahsimiz edebiyat. Adamın konuşmasında sürekli “imaj” geçiyor. Siz de türkçe konuşuyorsunuz. Sizde de bir “imge”dir gidiyor! Adam mütercime sormaz mı, “bu arkadaş imajı neden imge diye telaffuz ediyor”?
“İmge”ye ilk olarak 1935’te yayınlanan Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu’nda rastlıyoruz. Oradaki karşılığı emare ve remz. 1942’de Felsefe ve Gramer Terimleri’nde bir de bakıyoruz imge “hayâl” olmuş! Daha sonra da neler neler olmuş!
Bunu şuna benzetebiliriz: Fransızın dünyaca meşhur şampanyasının taklidini yaparak piyasaya sürüyorsunuz, adını da mesela “şamkanya” koyuyorsunuz! (Bu arada: Champagne Fransa’nın kuzey doğusunda bir bölge). Bu bir fantezi değil, örneği var aslında: Konyağı “kanyak” yapmak! Kafayı öztürkçe bulmak için uydurulmuş bir kelime. Alkol kanımızı yakıyor! Konyak (Cognac) batı Fransa’da, bir kasaba. Bu alkollü içki adını imal edildiği kasabadan alıyor. Bize gelince özel isme benzetilerek ne yapılmış oluyor? Fransız olsanız, bu acayip aparmayı nasıl bir kompleksle açıklarsınız?
Böyle sapır saçma bir arı dilcilik yerine, orijinal dilden alınan kelimeyi kullanmak daha dürüst bir hareket olmaz mı?
Bizim bazı edebiyatçılarımız, fikircilerimiz şehir ve mimarî konularında mimarimizin ruhuna, estetiğine aykırı hususlara itirazlarını sıralamıyorlar mı, şaşa kalıyorum. Dilin mimarisine, estetiğine neden dikkat etmiyoruz? Mimarî bizim elimizde olan bir şey değil, fakat dil konusunda dikkat etmek bizim elimizde. Daha doğrusu yaptığımız işin bir parçası.
Bu konuyla ilgili bir paylaşımımıza gelen cevaplar arasında en ilgi çekici olanı, kelimenin öztürkçe olduğu yönündeki sürekli ısrardı. Köktü, ekti bir hayli eğip büktükten sonra bu sonuca varılıyordu.
Eğer Fransızın bin yıllık “image”ı olmasa idi, bunu yutabilirdik! Bu kadarını yutmak da kolay değil hani! İlaç sanayinin bütün hazım malzemelerini kullansak, yine kendimizi kurtaramayız!
İmge kelimesi etrafında bu kadar zamandır bir anlam öbeği teşekkül etmedi, dımdızlak bir kelime. Ne sûretle, ne de tahayyül, tasvir, tasavvur, timsal, mesel, şekil, remizle bağı var imgenin. Zaten bu kelimeyi kullananların o kelimelerden haberi dahi yok!
Ensemizde pişirilen 90 yıllık inkılâp bozası
Gelelim “kültürel iktidar” meselesine… Türkiye’de siyasî iktidar değişiyor ve fakat asıl değiştirici olan kültürel iktidar olduğu yerde duruyor.
Üst yapıyı değiştiren sağcı iktidarlar, asıl alt yapı olan kültürel alanı, maarif alanını tanzim edemedikleri için, karşı çıktıkları ideolojiye hizmet etmeye devam ediyorlar. Hatta onlar, CHP ve türevi partilerden daha fazla hizmet ediyorlar.
Bir zamanlar siyasetin ideolojiye direnişinden daha keskin bir mukavemet iddiası olan muhalif edebiyat kesiminden bazılarının edebî iktidarın diline tâbi olarak meşruiyet kazanmayı, itibar sağlamayı umması işin özü. Onlarda siyaset bu kültürü, bu dili yerleştirmek için var. Bu tarafta ise bu dili kullanarak karşıtlarının nezdinde kabul görmek için başvurulan taklitçilik. Bir mağlubiyet psikolojisi yansıması bu.
Başlangıç şöyle: Bu konunun dirijanı (güdücüsü) Nurullah Ataç 1950’li yıllarda taşralı bir delikanlının kendisine gönderdiği amatör işi dergiyi Türk Dili dergisinde övdü…Ve daha sonra bunun hep bir şekilde tekerrürü umuldu. Zaman zaman ufak tefek tekerrürler olmadı değil. Fakat umulan kabulleniş, benimseme hiçbir zaman olmadı; olamazdı. “Öteki bizim dilimizi taklid ediyor”, havası hâkim oldu.
“Öteki” ise, bu başlangıcı unutarak dilinin davacısı olmaktan uzaklaştı. Dilinin davacısı olmamanın fikrinin davacısı olamamağa varacağını ciddiye almadı. Asıl maksadın bin yıllık dinî-kültürel bir zemin oluşturan dilin değiştirilmesi olduğunu görmedi veya görmezden geldi.
Bugün bu noktadan hayli uzaktayız. Öbür taraf yoluna bildiği gibi devam ediyor. Bu taraf da taklitçilik safhasını geride bırakmış. Dilde aşırı arıdilcilik de hayli tavsamış görünüyor. Buna rağmen metinler dikkatle okunursa, o kendini beğendirme gayretinin sürdürüldüğü görülüyor.
Kelimelerine sahip çıkmayan kendi büyük edebiyatını yapamaz. İmge ve benzeri uydurmalar çöp sepetine atılmadan, kendi sahih dilini kurmadan edebiyatta köklü hamle mümkün değildir!
Doksan yıl sonra olsun kelimelerimize vurulan prangaları kırmak cesareti gösterelim.
Türkçenin Cenaze Töreni: Birinci Türk Dil Kurultayı kitabımızda bu konu ayrıntılı olarak işlenmektedir.