Dün, 27 Nisan e-muhtırası himayesindeki cumhuriyet mitingleriyle başlayan, Gezi kalkışmasıyla devam eden ve 17-25 Aralık darbe süreciyle zirveye ulaşan, meselesi anti-demokratik yolları kullanarak Başbakan Erdoğan'ın siyasî hayatını bitirmek ve köşke çıkmasını engellemek olan parantez kapandı.
Gezi'nin esas meselesi ağaç olmadığı gibi, 17-25 Aralık savcılarının ve nöbetçi hakimlerinin esas meselesi de 'temiz toplum' değildi. Mesele Erdoğan'ın öyle ya da böyle yıkılmasıydı. Çok şükür, on yılda bir darbelerle sallansa da, 1950'den beri sandıkların kurulduğu bir ülke olan Türkiye, bu tehlikeli süreci az hasarla kapattı.
Seçimin diğer kaybedenlerine bakalım.
1. Barış karşıtlığı: Çözüm süreci, artık Türkiye siyasetinin ana gövde unsurlarından birisidir. Üç adayın ilki süreci başlatan ve yürüten iradeyken, diğeri de sürecin paydaşlarından olan partinin eş başlanı.
Bundan daha önemlisi, sürece ihanet gözüyle bakan MHP Genel Başkanı'nın CHP'ye önerdiği söylenen Ekmel Bey bile süreci desteklediğini birkaç kez söyledi. Hatta Rudaw'a verdiği röportajda anadilde eğitime bile sıcak baktığını belirtti.
Barış, artık marjinal bir kelime değil; halka derdini anlatmak isteyen siyasetçinin başvuracağı cankurtaran kelimelerden birisidir.
2. Başkanlık sistemi karşıtlığı: İster başkanlık, ister yarı-başkanlık formülü olsun; parlamenter sistemin ülke siyasetinin gövdesini kaldırmadığı kesinleşmiştir. Zaten MHP-CHP bu kadar birbirinin içine geçmişken, ABD'de olduğu gibi Cumhuriyetçiler-Demokratlar ayrımı (bir Tea Party'miz bile yok) benzeri şekilde siyasî tercihler belirginleşmişken sisteme format atmanın zamanı gelip de geçmektedir.
3. Yeni anayasa karşıtlığı: 2011'den sonra Ak Parti fazla 'centilmence' davranıp, anayasa komisyonu dağılımını oy oranına göre yapmamıştı, tüm partilere eşit yer açmıştı. Ayrıca tüm partiler uzlaşmadan komisyondan madde geçmemesi gibi süreci kilitleyeceği kesin olan kurallar konmuştu. Neticede AK Parti ve BDP'nin gerçek anlamda yeni bir anayasa istediği, CHP-MHP'ninse istiyormuş gibi yaptığı kesinleşti.
Artık faillerinin müebbet hapse mahkûm edildiği 12 Eylül darbesi anayasasıyla da bu ülke yönetilemez. Bir an evvel, sistemi güncelleyecek, halkın demokrasi taleplerini karşılayacak bir toplumsal sözleşme ortaya çıkarılmalı ve halkın önüne sunulmalı.
4. İslâm karşıtlığı: Eskiden İslâm'ı bilmemek, Müslüman değerlerle laikliği aynı teraziye koyarak halkın inancını dışlamak bağzı siyasetçilerin olmazsa olmazıydı.
CHP'nin bile, dindar kimliğine vurgu yaparak Ekmel Bey'i sahiplenmesi bu sayfanın miadının dolduğunu gösteriyor. Hatta seçmenlerine 'tıpış tıpış' oy vermeye gitmelerini söyleyen lidere halkın sorgulamadığını şikâyet edip, klasik bir İslâmofobik refleksle sebebini de İslâm'a bağlayan gazeteciye Kılıçdaroğlu'nun, 'Müslümanlık sorgulamaya engel değildir' cevabı da İslâm karşıtlığının siyasî bir pozisyon olarak -mecburen veya değil- terk edildiğinin kanıtı.
Aslına bakarsanız ana muhalefet partisinin 150 yıllık 'İslâm terakkiye mani değildir' noktasına bugün gelmesi neden kronik kaybeden olduklarının kanıtı gibi...
5. Ortadoğu karşıtlığı: Her ne kadar Kılıçdaroğlu diline 'Ortadoğu bataklığı'nı pelesenk etse de, en nihayetinde o 'bataklığın' göbeğinde doğup büyümüş, kariyerini 'bataklığın' kurumlarına borçlu birisini aday yapıldı. Çünkü muhalefet de halkın kendi coğrafyasını inkâr etmeyen, yön verici bir lider istediğini kabullenmek zorunda kaldı. Yani Avrupalı olduğumuzdan daha fazla bir Ortadoğu ülkesi olduğumuz gerçeğiyle de bu seçimler muhalefet partilerini ve kitlelerini yüzleştirmiş görünüyor.
En önemlisi, 30 Mart sonuçlarına göre toplamda %43'ü bulan CHP-MHP'nin yanlarına 12 partiyi de almalarına rağmen neticede %40'ı bile aşamamış olmalarıdır. Bu sonuçlardan sonra Kılıçdaroğlu ve Bahçeli koltuklarında oturmaya devam ederlerse, ülke muhalefetinin iktidarı Ak Parti hegemonyasına kendi elleriyle teslim ettiği aşikârdır.
YENİ ŞAFAK