“Emperyalizm, Orta Doğu ve Türkiye”

Önümüzdeki pazar günü gerçekleştirilecek olan seçimlerden sonra Türkiye’yi neler bekliyor olabilir? Bekir Tank ile yapılan röportajda konuyla ilgili değerlendirmeler yer alıyor.

Mutafa İlhan tarafından Bekir Tank ile yapılan ve Anti-Emperyalist Kamp sitesinde “Emperyalizm, Orta Doğu ve Türkiye” başlığıyla yayımlanan röportajı ilgilerinize sunuyoruz:

Emperyalizme alternatif yeni bir Orta Doğu mu yoksa emperyalizmin demografik değişimlerine entegre olmak mı? Orta Doğu’da savaş gün geçtikçe kızışıyor ve yeni boyutlar alıyor. Küresel güçleri ticari savaşa sürükleyen geo-stratejik politikalar, toplumları demografik değişimlerle devamlı kutuplaştırmakta. Demografik değişimler ile emperyalizm, ezilen halkların barışa olan özlem ve hayallerini bir kâbusa dönüştürmekte. Orta Doğu’da bu demografik değişimlerden ve ticari çatışmalardan nasibini alan Türkiye ise 24 Haziran tarihinde bir sistem değişikliği için seçimlere gitmekte. Bu seçim Türkiye toplumu için bir dönüm noktası olma özelliğini taşımakta. Peki seçmen 24 Haziran seçimlerine ne tür bir cepheden bakıyor? Yeni sistem olacak başkanlık sisteminin toplum için avantaj ve dezavantajları nelerdir? Seçmenin ekonomik endişesini nasıl değerlendirmek gerekir? Batılı odakların Türkiye stratejileri nelerdir? 24 Haziran’dan sonra yeni hükümetin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın seçilmesi durumunda Kürt sorununun çözümü konusundaki yol haritası nelerdir? Tüm bu konuları akademisyen ve yazar Sayın Dr. Bekir Tank ile görüştük.

Sayın Tank, bildiğiniz gibi hükümet ve muhalefet 24 Haziran 2018 erken seçimlerine hazırlanıyor. Tabii bu seçim beraberinde bir sistem değişikliğini getirecek bir seçim olma özelliğini taşıdığından ötürü, hem ülke içinde hem de uluslararası arenada büyük bir ilgiyle takip edilmekte. Ayrıca Türkiye toplumu, Batı ile olan ilişkilerde ve başta Suriye olmak üzere bölgedeki siyasi ve askeri çalkantılardan ötürü bir hayli sancılı bir dönemden geçmektedir. Peki seçmenin 24 Haziran seçimleri hakkındaki düşünceleri ve beklentileri nelerdir? AK Parti ve MHP ittifakının çoğunluğu elde etmesi durumunda Türkiye toplumu açısından yeni sistemin avantajları ve dezavantajları neler olur?

Doğrusu, Türkiye kamuoyu da Batılı ülkelerin Türkiye’deki bir seçimle bu kadar ilgilenmelerini ve hatta açıktan taraf olmalarını büyük bir dikkatle takip etmekte ve anlamaya çalışmaktadır. Kamuoyu bunu Türkiye’nin içişlerine müdahale olarak görüyor. Batılı ülkelerin Türkiye’ye karşı izledikleri politikaları sağduyu ve iyi niyet ile bağdaştıramıyor.

Bu yeni sistemin neler getireceğini şimdiden kestirmek zor. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Türkiye toplumu eskide olduğu gibi, bazı odakların sevk ve idaresi ile hareket etmiyor artık. 15 Temmuz, halkın kendisine olan özgüveni bakımından bir dönüm noktasıdır.

Yapılan araştırmalarda seçmenin adaylardan öncelikli beklentilerinin ekonomik vaatler olduğu sonucuna varıyoruz. Yani seçmen sistem değişikliğinden ziyade daha çok ekonomik gidişatın endişesinde diyebilir miyiz?

Adayların ekonomik vaatleri tabii ki önemlidir. Ama inandırıcılıkları vaatlerinden daha önemlidir.

Ekonomik sorunların olduğu bir vakıadır. Fakat bununla birlikte bu sorunların nasıl çözüleceği ve kimlerin bu sorunları çözebilecekleri de seçmen için önemlidir.

Siyasi ahlakta eşi ve benzeri çok nadir görülen olaylardan birisine Türkiye siyasetinde tanıklık ettik. Ana muhalefet partisi olan CHP'nin 15 milletvekilinin İYİ Parti’ye geçmesi ve tekrardan CHP'ye dönmesi olayı oldu. Siz ana muhalefetin siyasete ve seçmene olan bu yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Seçmenler, yanlış bulsalar bile siyasilerin söylem ve eylemlerini bir yere kadar anlayışla karşılarlar ve onları tolere ederler. Hatta bazı yalanlarını bile o günün şartlarında söylenmiş bir söz olarak değerlendiren seçmenler de az değil. Dolayısıyla siyasileri hemen cezalandırmak yerine önce bir süre yakından izlerler ve toplumu nereye ve nasıl götürdüklerini öğrenmeye çalışırlar. Ama şunu da unutmamak gerekir ki, her seçmenin kendisine göre bir kırmızıçizgisi var. Aidiyet duygusuyla bağlı olduğu partisi kendisinin kırmızıçizgilerini aştığı zaman, o da partisinin üzerine kırmızı bir çizgi çekebilir.

CHP, ilk olarak bu kadar muhafazakâr bir dil kullanıyor. Daha düne kadar özenle kaçındığı birçok dini kavramı yoğun bir şekilde kullanmaktadır. Ki bu değişim eğer korunursa, toplumsal barışa bir katkı olur. Çünkü CHP’nin laiklik yorumu dine karşı tahammülsüzdür.

İlkelerini değil de, fiili durumu esas alan partilerin birbirine yakınlaşmaları toplumda pek olumlu karşılanmasa bile, yakınlaşan partilere fazlaca bir zararı da olmaz. Özellikle o partilerin seçmenleri bunları sineye çekebilir. Çünkü geneli partilerinin gerekçelerini esas alır.

Her ne kadar basın-yayın organları ile sosyal medya bireyleri ve toplumu etkilemede, yönlendirmede ve manipüle etmede büyük bir rol oynuyor olsa bile, belirleyici olacağını düşünmüyorum. Bunun da nedeni, hem bütün partilerin aynı yöntemleri kullanmaları ve hem de seçmenlerin eskiye oranla daha dikkatli ve seçici olmalarıdır.

Geçtiğimiz günlerde “Kürtlerin Postmodern Ağaları ve Alevilerin Postmodern Dedeleri” başlıklı yazınızda HDP'yi ve Alevi dedelerini CHP ile olan ittifaklarından ötürü eleştirdiniz. Bu konuyu biraz açar mısınız?

Bunun için Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına gidip, şu sorulara cevap vermek gerekir:

Bir: Kürtlerin varlığı ne zaman ve kimler tarafından inkâr edildi?

İki: Kürtçe ne zaman ve kimler tarafından yasaklandı?

Üç: Kürtleri inkâr, imha ve asimile etme planları ve politikaları hangi parti tarafından yapıldı ve uygulandı?

Dört: Ülkenin birçok yerinde Kürtlere ve Dersim’de Alevilere karşı girişilen katliamlar hangi partinin iktidar olduğu zamanlarda gerçekleştirildi?

Beş: Kürtçe olan yer adları hangi parti tarafından Türkçeleştirildi?

Bu soruların cevaplarını aradığımızda, karşımıza çıkan parti CHP’den başkası değildir! Peki, CHP bütün bu yaptıklarının hesabını vermiş midir? Hayır! Bu cürümlerinden dolayı bir öz eleştiri yapmış mıdır? Hayır! Bundan sonra iktidara geldiğinde, yüzyıllık yaralarımızı sarmak ve toplumsal barışı sağlamak adına tarihiyle ve cürümleriyle yüzleşeceğine dair bir ümit vaat ediyor mu? Hayır!

Hatta CHP için söyleyecek olursak, AK Parti’nin iade ettiği TRT Kürdi, eğitimde seçmeli Kürtçe ve Kürtçenin serbest kılınması gibi hakları dahi koruyacağı şüphelidir. Bizi böyle düşünmeye götüren birçok neden var. Örneğin, Sayın Erdoğan, devletin Dersim’de bir katliam gerçekleştirdiğini, hem de Başbakan sıfatıyla açıklayıp özür bile dilerken, CHP bu konudaki suskunluğunu hala korumaktadır.

Diğer partiler gibi, CHP de Alevilerden ve Kürtlerden aday seçerken çok hassas davranmaktadır. Dikkat edilirse, bugüne kadar hiçbir CHP milletvekili devletin inkârcı politikalarını diline almamıştır. Çünkü CHP de bu politikalarda birinci derecede suç ortağıdır.

Hakkını yememek gerekir; CHP’nin bir milletvekili (Hüseyin Aygün) bir defasında Dersim katliamını gündeme getirip, Atatürk’ün de bunda parmağının olduğunu söyledi. Ama hemen CHP tarafından susturuldu.

Bundan birkaç yıl öncesine kadar hükümet ile Kürtler arasında bir müzakere süreci vardı. Ülke genelinde bir bayram havası yaşanıyordu. Nitekim Suriye savaşının başlamasıyla birlikte Türkiye’deki müzakere süreci ortadan kalkıverdi ve gündem tekrar Türkiye'ye has klasik bir hal alarak tekrardan silahlar devreye girdi. Siz müzakere sürecinin ortadan kaldırılmasının nedenlerini neye bağlıyorsunuz? Başta Batılı emperyal güçler olmak üzere bölgesel odakların Suriye üzerinden Türkiye’deki müzakere sürecine müdahale ettiğini düşünüyor musunuz?

Türkiye’nin bugünkü idarecileri, Kürt sorununa tamamıyla selefleri gibi bakmıyorlar. Devletin yaptığı haksızlıkların olduğunu görmenin ve bilmenin ötesinde bunları yanlış bulduklarını dile getirenler de var. Bu, başlı başına bir devrimdir. Türkiye’de Kürt sorununu çözmeye kalkışmak, sistem ile inkârcı rejim ile hesaplaşmak demektir. Bunun da tabii ki ağır bir bedeli var. Tıpkı Turgut Özal ve Necmettin Erdoğan’a ödetilen bedeller gibi. Az gibi görünse de, Erdoğan’ın yaptıkları bunun için çok önemlidir. İnkârcı rejimin Kürtlere elini dostça uzatanların değil elini, kafasını bile kestiği biliniyorken, Erdoğan’ın “Kürtler vardır!” demesi ve devletin “Bölücü başı” ve “Bebek katili” dediği Öcalan ile görüşmeler yaptırması azımsanacak şeyler değil.

Meseleye ister Türkiye’nin çıkarları noktasından bakılsın veya ister toplumsal barış açısından, muhalefetin de bu adımları desteklemesi veya en azından engel olmaması gerekirdi. Fakat rejimden daha çok muhalefet karşı geldi atılan bu adımlara. Hele hele HDP’nin tavrı hiç de yapıcı ve barışçı olmadı. PKK ve onun siyasi uzantısı olan HDP’nin barış sürecini istismar etmeleri hükümeti yeniden haksız kararlar almaya zorladı. Oysa hükümetin yapması gereken şey, Kürtlerin gasp edilen haklarını iade etmek konusunda şu veya bu partiyi değil, doğrudan Kürtlerin hepsini muhatap alması idi. Ama HDP bazı yerlerde özerklik metinleri okuyunca ve PKK de bazı illerde hendek kazınca, devlete de kendisini korumak kaldı.

PKK’nın yeniden silaha sarılmasında ve HDP’nin şiddet ve teröre olan desteğini sürdürmesinde bazı dış güçlerin de doğrudan etkilerinin olduğunu bilmeyen yoktur artık.

Benim görüşüm, Türkiye’nin idarecilerinin ilk fırsatta Kürtlerin sorunlarını ele alacakları yönündedir. Çünkü Türkiye’nin çıkarları da bunu dayatıyor. Fakat bu defa muhatap olarak ne PKK’yı ve ne de HDP’yi veya başka bir grubu alacaklardır. Doğrudan Kürtleri muhatap alacaklardır.

Bildiğiniz gibi eski İçişleri Bakanı ve Demokrat Parti eski Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın oğlu AK Parti’den milletvekili aday adayı oldu. Siz böylesi geçmişi karanlık birilerinin AK Parti’den aday adayı olmasını ve AK Parti tarafından aday gösterilmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

AK Parti’nin milletvekili adayları arasında sorgulanması gereken birçok şahsiyet var. Bunlardan biri de Sayın Mehmet Ağar’ın oğludur. Ki Ağar, icraatlarıyla derin devleti andıran biridir. Hala aydınlatılmamış birçok karanlık olay da onun döneminde gerçekleştirilmiştir. Fakat oğlunun aday gösterilmesi değişik şekillerde yorumlanabilir. Kimileri buradan hareketle Sayın Erdoğan’ın Ağar ile işbirliği yaptığını iddia ederken, kimileri de Erdoğan’ın bu gibi adımlarla olası tepkileri veya problem teşkil edecek odakları etkisiz hale getirmeyi amaçladığını düşünüyor.

Ben de ikinci görüşü paylaşanlardanım. Çünkü yeni Türkiye iddiasında olan Erdoğan’ın sicilleri problemli olan kişilere gereğinden fazla bir alan tanıyabileceğini sanmıyorum. Çünkü onlara alan tanıdığı takdirde düşündüğü reformları gerçekleştiremez.

Gözlemlediğimiz kadarıyla seçmen milletvekillerinin niteliğinden çok, partilerin ve liderlerin söylemlerine, icraatlarına ve vaatlerine odaklanmış durumdadır.

Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimlerde galip gelmesi durumunda, Kürt sorununun çözümü konusunda nasıl bir yol haritası bizi bekliyor? Bir Kürt olarak mevcut hükümetten ve HDP’den Kürt sorununun çözümü konusunda beklentileriniz nelerdir?

Benim kanaatim, Erdoğan’ın daha önce “buzdolabına koyduğunu” söylediği Kürt sorununu oradan alıp kaldığı yerden yoluna devam edeceği yönündedir. Burada Kürtlere de büyük bir sorumluluk ve iş çıkıyor. Kürtler Türkiye’nin sosyal yapısını, inkâr politikalarıyla beyinleri yıkanmış insanların ruh hallerini ve Türkiye’nin bütünlüğünü dikkate almak zorundadırlar. Bir de çatışmacı bir dilin de yarardan çok zarar getirdiğini de artık anlamış olmaları beklenir.

Bildiğiniz gibi HDP'nin adayı cezaevinde tutuklu bulunan Selahattin Demirtaş oldu. Ayrıca seçmen partilerden daha çok adaylığını koyan kişilere göre oy kullanacak gibi. Demirtaş'ın bu seçimlerde yüzde 10 oranında bir oy alması durumunda HDP ve PKK içinde ne tür tartışmalara vesile olacağını düşünüyorsunuz?

Eğer Demirtaş 7 Haziran seçimleri öncesinde verdiği vaatler doğrultusunda yürümüş olsaydı, bugün belki HDP iktidarın bir ortağı idi ve belediyelerinde kayyum değil, kendileri uzun bir süre ellerinde tutuyor olacaktı. Ancak HDP’nin kendi tavrını şiddetten yana koyması, Kürtleri gerçekten korkuttu. Kürtlerden çok az bir kısmı ayrı bir devletten yana düşünüyor olsa bile, çoğunluk kendi geleceğini Türkiye’nin bütünlüğünde görmekte ve sorunlarını da bu bütünlük içerisinde çözmek arzusundadır.

Şunu da hemen söylemek gerekir ki, Kürtlerin işi zor. Çünkü Kürtler hem görünür olmak istiyorlar ve hem de bu görünür hallerinin istismar edilmemesini istiyorlar.

Zaten HDP’nin bu seçimde barajı aşma tehlikesi ile karşı karşıya kalmasının en büyük nedeni de Kürtlerin haklarını ve görünür olma çabalarını istismar etmesi, Kürtlerin iradesini şiddete teslim etmesi ve Kürtlerin arzularının hilafına tercihini PKK’nın savaşını zımnen desteklemesidir.

Başta Avrupa olmak üzere Batı’dan Türkiye’ye karşı siyasi ve ekonomik bir baskı söz konusu. Fakat Batılı devletler Batılı yatırımcıları tam ikna edememişler gibi görünüyor. Siz Batı’nın Türkiye karşıtı duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Batı’nın bu tutumu toplumda ne tür bir etki bırakmakta ve toplumda ne tür bir karşılık buluyor?

Batılı ülkeler demokraside görece olarak bir düzey yakalamışlardır. Siyasi partiler var, seçimleri kazananlar iktidar olabiliyor. Ancak aynı ülkeler bunu başkalarına çok görüyorlar. Örneğin, bir Mısır’ın, bir Fas, Tunus, Cezayir ve Suudi Arabistan’ın da kendileri gibi seçimlere gitmesinden hiç hazzetmezler. Türkiye’ye karşı hazımsızlıkları da bundandır. Batılı ülkelerin diğer ülkelere bakışını ve o ülkelerle olan ilişkilerini belirleyen şey demokrasi veya insan hakları değil, kendi çıkarlarıdır. Afganistan’dan Filistin’e, Suriye’den Irak’a, Yemen’den Afrika’ya kadar birçok canlı örneğine şahit olduğumuz gibi, Batılı ülkeler kendi çıkarlarını korumak adına her türlü vahşeti gözlerini kırpmadan yapabilirler.

Türkiye kamuoyu da artık bütün bunları kavradığı içindir ki, 15 Temmuz’da olduğu gibi teslim olmuyor, direniyor. Örneğin, bazı ülkelerin açık, açık olmanın da ötesinde saldırgan bir şekilde Erdoğan’a karşı pozisyon almalarını da demokrasi ile bağdaştırmıyorlar. Daha çok, az da olsa üretme işaretleri veren bir Türkiye’den duydukları rahatsızlığı da demokrasi maskesi ile gizliyorlar.

Başını ABD'nin çektiği Batılı yayılmacı emperyalist politikalardan birisi, Suriye’deki savaşın Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu bölgesine yani Türkiye Kürdistanı’na çekmek gibi bir hesap söz konusuydu. Yani Antep’in ötesini geçmeyecek sınırlı bölgesel bir kaos ve çatışma ortamı odaklı askeri stratejiler söz konusuydu. Böylesi bir strateji hayata geçirilir mi sizce? Böylesi bir durumda bölgedeki Kürt halkının tutumu ne olur?

Sözünü ettiğiniz bu malum güçler, Türkiye’de kontrollü kaos ve çatışma ortamı oluşturma stratejilerini 15 Temmuz darbe girişimi ile hayata geçirmek istediler aslında. Ama beklemedikleri bir halk direnişi ile bu girişimleri bastırılınca, PKK’yı bu kez doğrudan devreye soktular. ABD ve diğer güçlerin şimdiye kadar gizlice veya dolaylı olarak destekledikleri PKK’yı bugün açıktan desteklemeleri ve envaiçeşit silahla donatmaları da bu stratejilerinin bir parçasıdır.

Ancak bunda başarılı olmaları da yine Türkiye’nin izleyeceği politikalara bağlıdır. Eğer Türkiye, inkârcı rejimin ürettiği korkularını yenip Kürtlerin temel insani haklarını garanti altına aldığı oranda PKK ve uzantıları da erimeye mahkûmdur.

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"