secakirgil@yahoo.com
Amerikan Hükûmeti’nin Başbakan Erdoğan’ın dış gezilerine müdahaleye kalkışmasının meydana getirdiği- getireceği yeni durum üzerinde önemle durmak gerekir.
Bizim geçmişimiz bu konuda hiç de yüz ağartan örneklere sahib değildir, son 100 yılımızda..
Son Osmanlı Padişahı Muhammed Vahiduddin, ingiliz savaş gemisi komutanına yazdığı ve ’can güvenliği tehlike olduğu için, ingiliz devletine sığınmak istediğini’ bildiren mektubunun altına, Osmanlı Padişahı demeyi kendisine yedirememiş; ama, Halife-i Muslimîyn’ sıfatını eklemekten de kaçınmamıştır, yazık ki..
Emperyalist devletlerce Lozan’da dayatılan ağır maddeleri Meclis’in kabul etmiyeceğini bilen ve bunun için o Meclis’i dağıtıp, kendi diktelerini aynen kabullenecek olanlardan oluşan yeni bir göstermelik Meclis oluşturan M. Kemal’in, 1927 yılında, Amerikan Sefiri (büyükelçisi)’nin, ’Haydi şöyle, istediğimiz gibi konuş, bakalım..’ dercesine âmirâne bakışları altında, Amerikalılara hitaben yaptığı ve filme alınan bir konuşması vardır ki, -internetlerden izlenebilir-, traji-komik bir tablodur, o sahneler..
Hele, İran Şahı Rıza Khan’ın 1934’lerde Türkiye’yi ziyareti sırasında, Şah ile, M. Kemal ve İngiliz Sefiri Sir Percy Loren’ın üçlü poker oyunlarının sonuçları sonunda, (evet, bir büyükelçi ile, cumhurbaşkanı konumunda bulunan kişinin ve Şah’ın birlikte poker oynamaları..) M. Kemal’in ne acaib diplomatik yorumlar yaptığını, Yakub Kadri’nin ’Zoraki Diplomat’ ve ’Politika’da 45 Yıl’ gibi eserlerinde okuyanlar o traji-komik durumdan dolayı eseflenmekten kendilerini alamazlar herhalde..
Dahası, Sir Porcy Loren’in İngiltere’de yayınlanmış olan hatırâtında yer aldığına, aynı zâtın, ölümüyle noktalanan hastalığı döneminde, durumu ağırlaşınca, kendisine, ingiliz sefirine ’Benden sonra inkılablar tehlikeye girebilir, bunun için, benim yerimi al..’ teklifinde bulunduğu ve mezkûr Büyükelçi’nin de bu durumu o dönemin‚İngiltere Hariciye Nâzırı Lord Halifax’a bildirdiği ve Halifax’ın, ’böyle bir teklifin, kendi siyasî yöntemlerine aykırı olduğunun ona bildirilmesini’ isteyen cevabını hasta yatağındaki ’diktatör’e sunduğunda, onun hayal kırıklığı içinde yeniden uykuya daldığı şeklindeki satırları okuduğunuzda da, eseflenmez misiniz?
*
Missouri Zırhlısı’nın ’kurtarıcı’ diye selâmlandığı utanç tabloları..
İsmet Paşa’nın ise, İkinci Dünya Savaşı bittiğinde de, o savaşın galib tarafı içinde yer alan Sovyet Rusya lideri Stalin’in, Türkiye’den Boğazlar’ın güvenliğini sağlamakta bir takım haklar ve Kars- Ardahan’ı taleb etmesi karşısında, Stalin’e yazdığı cevabî notada, bu istekleri reddetmesine rağmen, notanın sonuna, ’Bu mektubun muhtevasından büyük dost ve müttefikimiz Amerika Birleşik Devletleri de haberdar edilmiştir..’ şeklinde bir not koyup, Amerika’ya sığınmasındaki tuhaf güç gösterisini (!) de hatırlayabiliriz. Amerikan emperyalizmi, Türkiye’nin kendiliğinden kendi kucağına düştüğünü görünce, bu fırsatı kaçırır mıydı?
Nitekim, kaçırmamıştır da.. O günlerde Washington’da ölen Türkiye Büyükelçisi’nin Münir Ertegün’ün cenazesini Türkiye’ye, İkinci Dünya Savaşı’nın ünlü savaş gemilerinden Missouri zırhlısının güvertesine koyarak İstanbul’a göndermek adına , hemen devreye girmiş ve Missouri Zırhlısı’nın Marmara’ya girdiği 5 Nisan 1946 günü, resmî tatil ilan edilmiş, milyonlar sokaklara dökülüp Rusya’ya ve Stalin’e, ’Haydi gelsene!’ diye bayram sevinci içinde meydan okumuşlar, el kaşığıyla çorba içmeye çalışmanın ilginç bir örneğini sergilemişlerdi.
Tabiatiyle.. Stalin durdurulmuştu, ama, Amerikan emperyalizmi Türkiye’den yığınlarla imtiyazlar koparmış ve arkasından da Kore’de bedel ödettirildikten sonra, lutfen NATO’ya da kabul edilmişti. Bunun ise, gerçekte, Amerikan siyasetlerinin iradesiz bir kuklası durumuna tam düşüşten başka bir mânâsı yoktu.
*
27 Mayıs ve bütün askerî darbeler nasıl tezgahlanmıştı?
Ve, 1959 yılında, Sovyet Rusya, kendi göklerinde, 20 bin metrede uçan bir casus uçağını yere indirmiş ve pilotunu de esir almış ve B.Amerika ile Sovyetler Birliği ağır bir diplomatik krizle tekrar karşı karşıya gelmişlerdi.
Ama, daha da ağır olan husus, bu casus uçaklarının Adana- İncirlik Üssü’nden kalkmış olduğuydu ve dahası, Türkiye Hükûmeti’nin bu uçuştan haberi bile olmamıştı.
İster istemez de Sovyet Rusya ile Türkiye arasında da ağır bir gerilim oluşmuştu.
Bu olumsuz durumu biraz olsun hafifletmek için, Başvekil Adnan Menderes Moskova’ya bir ziyaret yapmayı planladı. Buna göre, Menderes, 26 Haziran 1960 günü Moskova’da olacaktı.
Bu, bir bakıma, fiilî bir özür dileme mahiyetinde de olacaktı, S. Rusya’dan..
Ama, bu geziden önce, Amerika’nın izni alınmamıştı. Halbuki, Amerikan ve Sovyet emperyalizmleri arasındaki ’Soğuk Savaş’ vargücüyle devam ediyor, hattâ daha bir tırmanıyordu..
Amerika bu gezinin yapılacağını duyunca, müthiş rahatsız oldu.
Çünkü, Nâsır Mısırı’nın Suveyş Kanalı’nı millîleştirmesi ve İngiltere ve Fransa’nın bu kanal üzerindeki vesayet yetkilerini yok etmesiyle ve İngiltere, Fransa ve İsrail’in de üçlü olarak Mısır aleyhine saldırıya geçmesiyle başlayan 1956-Suveyş Savaşı’nın hemen ardından, hem Eisenhover başkanlığındaki B. Amerika ve hem de Kruşçev liderliğindeki Sovyet Rusya, saldırgan taraflara karşı ortak bir tavır takınıp, 48 saatlik bir mühlet vererek, saldırıdan el çekmemeleri halinde, saldırganlar aleyhine savaşa müdahale edeceklerini açıklamış olmalarına rağmen..
Nâsır, bu iki güçten Sovyet Rusya tarafına yatmış, böylece Rusya, Ortadoğu’da oldukça etkili bir stratejik üstünlük kazanmış; USA emperyalizmi ise, büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı.
Amerikan emperyalizmi şimdi de, ’Menderes, kendilerinin izni olmaksızın, Moskova’ya gidince, Nâsır’ın yaptığı gibi bir sürpriz yapabilir mi?’ korku ve tedirginliğini taşıyordu ve bu duruma seyirci kalamazdı.
*
Ve, O Moskova gezisine 1 ay kala, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi ile, film koparıldı, Menderes iktidardan düşürüldü!
Elbette, bir askerî darbe sadece bu dış etkenlerle izah edilemez. Ama, Türkiye NATO üyesi idi ve içerde bir takım huzursuzların olduğu Türkiye’de bir ihtilal çekirdeğinden elbette haberdardı, Amerikan emperyalizmi.. Çünkü, NATO üyesi olan bütün ülkelerinin orduları, NATO’dan habersiz herhangi bir iç veya dış hareketi gerçekleştiremezlerdi. Ve NATO’nun başkomutanlığı da sadece Amerikan emperyalizminin elinde bulunuyordu. Böyle olunca da, NATO üyesi bir ülkedeki bir askerî darbeden Amerikan emperyalizminin haberdâr olmaması imkânsızdı. Ve bu gerçek, daha sonraki bütün askerî darbeler için de geçerli olduğu gibi 27 Mayıs İhtilali konusunda da geçerliydi.
Ve unutulmasın ki, 27 Mayıs İhtilali’nin en güçlü ismi olarak sivrilen ve darbeden sonra Başbakanlık vazifesini fiîlen üstlenen Alb. Alpaslan Türkeş, 1954’lerde Amerika’da CIA merkezlerinde özel eğitim gören TSK subaylarındandı.
*
‘Johnson Mektubu’na, ‘Sultanahmed bombalanır..’ tehdidlerine boyun eğildi de, ne kazanıldı?
Ve 1963’deki Kıbrıs Buhranı günlerinde, Başbakan İsmet İnönü, Kıbrıs üzerinde sınırlı bir bombardıman yaptırmıştı.. Bu bombardıman sonrasında, Amerika bu duruma karşı çıkmış NATO’dan habersiz ve NATO silahlarının böyle operasyonlarda kullanılmasının kabul edilemiyeceğini belirterek, dönemin Amerikan Başkanı’nın adıyla anıldığından ‘Johnson Mektubu’ diye bilinen mesaj gündeme bomba gibi düşmüştü.. Gerçi, mektubun içeriği açıklanmamıştı, ama, kamuoyuna sızdırıldığı kadarıyla bile, toplum korkularla esir alınmak isteniyordu.. Çünkü, dönemin Amerikan Başkanı L. Johnson’un İnönü’ye mesajında, ‘Bütün limanlarınız, sanayi tesisleriniz, demiryollarınız, köprüleriniz, vs. bir anda hizmet dışı bırakılabilir..’ gibi tehdidlerde bulunduğu bildiriliyordu. İnönü ise, ’Gerekirse, dünya yeniden kurulur ve Türkiye de bu yeni dünyadaki yerini alır..’ karşılığını vermişti..
Ama, bu tepkinin kısa süre sonrasında, İnönü Hükûmeti, Meclis’te açılan bir gensoru sonrasındaki güvensizlik oyuyla düşürülmüştü.
İnönün’nün, o zaman dile getirdiği , ’Büyük devletlerle diplomasi yapmak, canavarla aynı yatağa girmek gibidir..’ şeklindeki sözlerini de hatırlamak yerinde olur, herhalde..
*
1972’de ise.. 12 Mart 1971 Askerî Darbesi’nin öncesi ve sonrasında, Amerika, Türkiye’deki afyon ekiminin yasaklanması için ağır bir baskılar yapıyordu ve Nihat erim Hükûmeti bu yasağı getirmiş, yüzbinlerce haşhaş üretecisi çaresizliğe itilmişti.. 1974’de CHP-MSP / Ecevit- Erbakan koalisyonu, haşhaş ekimine yeniden izin verilmesini gündeme getirince, Amerika’nın, ’haşhaş ekimine serbestlik tanınması halinde, Sultanahmed Camii’nin bile bombalanabileceği’ tehdidinde bulunduğunu kamuoyuna açıklamıştı..
*
O sıralarda, Türkiye’deki anarşi ve terörün nasıl tırmandırıldığını ve 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi’nin tezgâhlanışında hangi emperyalist ellerin de olduğunu, NATO Başkomutanı Alexander Haig’in dönemin Amerikan Başkanı J. Carter’a, ’Türkiye’de bizim çocuklar darbe yaptı ve başardılar..’ diye sevinç rapor sunduğunu, o dönemi yaşıyanlar daha sonraları daha iyi anladılar.
*
28 Şubat 1997 günlerinin maceralarını ise, niceleri daha rahat hatırlayabilir. O kadar ki, o dönemde ilk dış gezisini İran’a yaptığı için, Amerika’nın hışmına uğrayan Başbakan Erbakan’ın Hükûmeti’nde devlet bakanı olan Abdullah Gül’ün bir Amerika gezisi sırasında, bizzat onun da bulunduğu bir toplantıda, Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in, Amerikan Dışişleri Bakanı Madeleine Albraigth’ın gözünün içine bakarak‚ ’Ben ve arkadaşlarım, bu Hükûmet’le mücadele etmeye kararlıyız..’ diye konuştuğunu, ve Amerikan Dışbakanı’nın da, bunun üzerine, ’Yapacaklarınızı Meclis aritmetiği yoluyla yapınız..’ tavsiyesinde bulunduğunu ve o Hükûmet’in, -özellikle Çiller liderliğindeki DYP saflarında çözülme sağlayarak, yani,- Meclis aritmetiği tavsiyesine uyularak düşürüldüğü hatırlanmalıdır.
*
Evet, bu merhalelerden geçildi.
Tedbir diye tökezlemektense, başı dik olarak, yolculuğu izzetle sürdürmek..
Şimdi, bu satırlardan, korkularla, evhamlarla hareket edilmesi gerektiğinin söylenmek istendiği mânâsına çıkarılmamalıdır. Söylenmek istenen, geçmişteki nice anlı-şanlı isimlerin nasıl emperyalistlerin diktelerine teslim olduklarını hatırlatmak ve geride bir utançdan başka bir şey kalmadığını hatırlatmaktır. Bu konudaki diplomasi repertuarımız, yanına yaklaşılamıyacak derecede ufûnetli bir dolap manzarasındadır. Bu kokuşmuş labirente girilmemelidir. Ve korku ve vehimlere dayanılarak işlenecek şahsî hataların utanç tabloları, sadece o kişilerin yüzünde bir leke olarak kalmıyacak, bütün müslümanların hayatında, tarihinde, şahsiyetinde ve izzetinde bir leke olarak duracaktır.
Hep, tedbir diye yol almaya çalışanların nasıl tökezledikleri çok görülmüştür. O gibi geçersiz tedbirlere sığınıp sonra tökezlemektense, kendi yolculuğumuzu kendi temel ölçülerimize ve kararlarımıza göre belirleyip, hakkı ve hayrı dileyerek, yolumuza devam etmek tercih olunmalıdır. Elbette sırtında yumurta küfesi taşıyanlar daha bir temkinli olabilirler, ama, yumurta küfelerini sırtlananlar da, bütün yumurtaların cılk olacağın gibi bir oyalanmayı beklemeden, kesin kararlı olarak çıktıkları yolculuklarını, tehlikeleri, ’Bismillah..’ diye göze alarak sürdürmek kararlılığında olmalıdırlar.
Şimdi, Amerika küstahca, Başbakan Tayyîb Erdoğan’a da‚ ’Gazze’ye gitme!.’ tavsiyesinde bulunuyor. Anlaşılıyor ki, bu konudaki dikteler kapalı kapılar ardında söylenip de netice alınamayınca, konu kamuoyu huzurunda da açıkta, bir gizli tehdid havası içinde, Amerikan Dışbakanı John Kerry’nin ağzından açıkça dile getirilmiş bulunuyor. Ama, bu sözler, Türkiye tarafından, Başbakan Yard. Bülend Arınç’ın beyanlarıyla, geçmişte rastlanmıyan bir kararlılıkla sert karşılığını alıyor.
Başbakan Erdoğan da, ’Kerry’nin açıklamanının şık olmadığını, kendi proğramında da bir değişikliğin sözkonu olamıyacağını’ belirtmiş bulunuyor.
Tayyîb Erdoğan, içerdeki statükocu, Ergenekoncu, kemalist, laik, ulusalcı, her türlü kavmiyetçi tahrik ve tehdidlere, korkutmalara aldırmadan, 27 Nisan 2007 muhtıralarına meydan okuyarak, bir çok belayı def’etti, ölümü göze alarak..
Umulur ki, bundan sonra da, bu tavrını sürdürecektir.
(Konunun devamını inşaallah ikinci bir yazıda tamamlayalım, inşaallah..)