“Emperyalist Saldırıların Ortasında Ortadoğu”

Söz Eylem Platformu’nun Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde düzenlediği “Emperyalist Saldırıların Ortasında Ortadoğu” Paneline konuşmacı olarak; Rıdvan Kaya ile Turan Kışlakçı katıldı.

Emine Nur Çakır / Haksöz Haber

24 Aralık Çarşamba Günü, Söz Eylem Platformu’nun Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde düzenlediği “Emperyalist Saldırıların Ortasında Ortadoğu” Paneline konuşmacı olarak;  Özgür-Der Genel Başkanı ve Haksöz Dergisi Yazarı Rıdvan Kaya ile AA Ortadoğu ve Afrika Haberleri Yayın Yönetmeni Turan Kışlakçı katıldı. Paneli Muhammed Sena Ceyran yönetti.

Panelde konuşmacılar Ortadoğu’nun tarihsel ve siyasal sürecini, emperyalist küresel güçlerin ve bölgedeki Müslüman devletlerin içerisinde bulundukları durumu, Ortadoğu Direniş hareketlerini ve yine Türkiye’de yaşayan Müslümanlar olarak bizlerin tutum ve tavırlarında sergilememiz gereken tutarlı ve hakkaniyetli tavrın nasıl olacağı gibi konulara değindiler.

İlk sözü alan Rıdvan Kaya, Ortadoğu’nun tarihsel sürecini anlattıktan sonra, Ortadoğu İntifadalarını değerlendirdi ve bu değerlendirmeyi yaparken “usul ve yöntem ne olmalı, adil tavrı ve söylemi nasıl oluşturabiliriz?” üzerine bir konuşma gerçekleştirdi:

“İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu coğrafyada ciddi alt üst oluşlar yaşandı. İlk vurgulamamız gereken şüphesiz Filistin’in işgalidir. İki savaş arasında Yahudiler tarafından İngilizlerin desteği ile sömürgeleştirme hareketine maruz kalmıştır Filistin toprakları. Birinci Dünya Savaşı sonrası başlayan kolonileştirme hareketi tamamlanıp İsrail Devleti adı altında bu topraklarda bir gasp ve çıkar devletinin monte edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu durum ümmet coğrafyasını Ortadoğu’yu çok sarsmıştır. 67 Savaşı yine coğrafyamızda ciddi bir altüst oluş, karmaşa ortaya çıkarmıştır. Altı gün savaşları diye de adlandırılan bu savaşta Abdülnasır’ın başını çektiği Mısır ordusu Ürdün ve Suriye’yle birlikte Siyonistler tarafından ağır bir yenilgiye uğradı. 67 Savaşı ile birlikte, özellikle bu sürecin nasıl atlatılacağı, hangi kimlikle hareket edileceği, özellikle Siyonist rejimle ve destek veren güçlerle, coğrafyamızda hüküm süren emperyalist işgalle nasıl başa çıkılacağına ilişkin tartışmaları bu savaş derinleştirmiştir. İslami Hareketler daha köklü bir geçmişe dayansa da, bu savaş sonrası çok daha güçlü bir şekilde siyaset sahnesinde yer aldığını görüyoruz. Yine, 78-79’da İran’da gerçekleşen devrimin bölgede ciddi bir coşkuya neden olduğu fakat lokal kaldığını söylemek mümkün. 87’deki Filistin direnişi, Müslüman toplulukları harekete geçiren ciddi bir etki ile ön plana çıkıyor. 91 ve 2003’deki I. ve II. Körfez Savaşlarıyla, Irak İşgali, ABD ve Batılı güçler tarafından iki aşamada tamamlanıyor. Bu savaşlar İslam coğrafyasında ciddi tepkilerle karşılaşıyor. Fakat bu tepkilerin çok ciddi rejim değişimleri ile sonuçlanmadığını biliyoruz. Bütün bu olaylar aslında kısa sürede gelişen ama büyük etkiler uyandıran olaylardır ama lokal kalmıştır. Bütün bir İslam coğrafyasını etkileyecek sonuçlar doğurmamıştır.

2010 sonunda “Ortadoğu İntifası” olarak nitelendirdiğimiz süreçle direnişler biraz daha yerel olmanın ötesine geçti, bütün bir Ortadoğuyu etkileyen bir olgu olarak ortaya çıktı. Hala da etkileri sürmekte. İntifadalar kimi bölgelerde rejim değişikliklerine yol açan boyutlara varırken, rejim değişikliklerinin gerçekleşmediği bir takım yerlerde ise, örneğin Fas, Ürdün gibi tavizlerle, devrim riskini bir şekilde atlatmayı başaran rejimlerin varlığı söz konusu. Tunus’da olduğu gibi geri dönüş görüntüsünün ortaya çıktığı ülkeler de var ama rejimler için çok ciddi sarsıntılar ortaya çıkmıştır, statüko dirense de ciddi bir darbe almıştır ve statüko için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Ortadoğu İntifadası ile ilgili pek çok komplo teorisi ortaya atılmakla birlikte Ortadoğu’yu yakından takip edenler şunu az buçuk bilirler ki; beklenmedik bir patlama değildi bu intifada silsilesi. Arka planda biriken bir öfke vardı. En temel sebep çürümüş rejimlere itirazdı. Tunus’da yıllardır sadece iki ismin Tunus’u yönettiği vakıadır. Mısır’a baktığınız zaman otuz yıldır süren Mübarek diktatörlüğü ile karşılaşıyorsunuz. Kaddafi Libya’yı tam kırk kusur yıl tek başına yönetti. Krallıklardan çok daha yoğun bir diktatörlüğün sürdüğü yerler buralar yine keza Suriye’yi Esad ailesi 1970’den beri yönetmekte idi. Saltanat rejimi ve sistematik zulüm ile yönetilen halk ciddi bir öfke besliyor, hiçbir şekilde yerel sistemlere güvenmiyordu. Sistemlerin işbirlikçi kimliğe sahip olduğu aşikar ve sırtlarını küresel güçlere dayıyorlar. Tunus’un Fransa ile, Mübarek’in Amerika ile, Suriye’nin Rusya ile ilişkisi misal verilebilir. Bu anlamda halktan yana ciddi bir itiraz söz konusu idi. Küresel statüko da bu direnişi bastırmak için elinden geleni yaptı. Halk hem yerel, hem küresel statüko tarafından baskı altına alındı. Zulme karşı tepkiler, kullanabilecek araçlarla sonuna kadar bastırılmaya çalışıldı hala da bastırılmaya çalışıyor. Yerel güçler zulüm uygulamada hiçbir sınır tanımazken, küresel güçler de iki yüzlülükte hiçbir sınır tanımadılar. İslami muhalif kesimlere karşı geniş anlamda ittifaklar kuruldu. Mesela Mısır’da 2013’de Mursiye’ye karşı ortaya çıkan Temerrüd Hareketi’nin hangi güçler tarafından desteklendiğini gördük,  yine Türkiye’deki Gezi Olayları’nın bu perspektifle değerlendirilmesi gerekmektedir. İslami söylemlere sahip kesimlerin iktidara gelmesiyle birbiri ile hiç alakası olmayan grupların yan yana gelerek karşısında durması da bunun göstergelerinden biridir. Söz konusu coğrafyalarda islami hareketler, ideolojik ve askeri saldırılar ile sindirilmeye çalışıldı.

Kendini uluslararası kamuoyu olarak adlandıran uluslararası emperyalist güçler Esed vahşetine yıllardır göz yummasına rağmen, bugün anti-IŞİD koalisyonu altında Suriye’de askeri operasyon başlatıyor. Çok farklı güçler ortak hareket edebiliyor ve bölgedeki işbirlikçi güçlerden destek alınabiliyor. Üç yıldır uzaktan ses çıkarmadan seyrettikleri Suriye’de şu anda askeri olarak varlık gösterebiliyorlar. Bu anlamıyla bütün bu süreç içerisinde askeri ve siyasal boyutuyla Suriye muhalefetinin itibarsızlaştırılmaya çalışıldığına şahit olduk. Sürekli yabancı savaşçı ordusundan bahsedildi. Oysa bugün ABD bu coğrafyada çok rahatlıkla saldırılar gerçekleştirebiliyor. ABD’nin destek verdiği, PKK içindeki ABD’liler, İngilizler halk kahramanı gibi sunuluyor. Bizler ise, Allah için, kardeşlerine destek olmak için, zulme sessiz kalmamak için Suriye’ye cihada gidip orada şehit olanların birer canavar, her biri birer canlı bomba, psikopat yaratıklar gibi sunulmasına şahit olduk. Bu çerçevede muhalefetin suçlanması üzerinden Esed’e meşruiyet kazandırma çabaları artarak devam etti. Batılı güçler ise başından itibaren Esed’in gitmesini isteme söyleminde tutarlı değildi. Esed’e müdahale edeceğiz, insanlığın kırmızı çizgisini geçti, söyleminden masa başında anlaşmaya oturma noktasına kısa sürede geçmeleri bunun kanıtıdır. Kimyasal silahları yok etme görüşmeleri diye başlayan bu anlaşma süreci, onların cihadçı diye nitelendirdiği kesime karşı Esed'in tercih edilebilir olduğu söylemiyle sabitleştirildi ve şimdi mesela Rakka’yı sabah Esed rejimi, öğlen Amerika vuruyor. Aynı hedeflere birlikte çok rahat saldırabiliyorlar. Özellikle Batı koalisyonunun sergilediği bu ikiyüzlülüğün başka somut göstergeleri de var. Irak bu anlamda çok nettir. 1991'den beri Irak'ta bir Amerika zulmü söz konusudur. Amerika Irak'ı her yönüyle tahrip etmiştir, demografisinden tutun ekonomisine kadar. Mesela mezhep çatışmalarını kışkırtarak Irak'ı cehenneme çevirmiştir. Ama aynı Amerika çok rahatlıkla 10 Haziran'da IŞİD'in Musul'a hakim olmasından itibaren Irak'ta yine kurtarıcı havasıyla arz-ı endam ettiğini görüyoruz. Ve dünya medyasının da yönlendirmesiyle de hepimiz Amerika'nın kurtarıcı rolünde olduğu propagandasına maruz kalıyoruz. Bu arada insanlar hiç, ya bu Amerika Irak'ı işgal eden Amerika değil miydi, diye düşünmüyor. Ebu Gureyb’leri yaşatan Amerika değil miydi? Felluce'de katliamlar yapan? 10 yıldır Irak'ı katleden Amerika nasıl onun kurtarıcılığını yapabilir? Mesela Amerika Musul'un kurtuluşunu planlıyor, deniyordu. Musul'un bir kurtuluşa ihtiyacı varsa önce Amerika'dan kurtarılması gerekiyor ve 10 Haziran'da da zaten Musul kendisi Amerika'nın elinden kurtarıldığına inanıyordu. Bu anlamda Amerika Musul'u kurtaramaz ancak işgal eder. Ama kendilerini çok güzel koyun postuna büründürerek kurtarıcı propagandası yapabiliyor. Geçtiğimiz haftalarda mesela işkence itirafları gündeme geldi. 11 Eylül sonrası Afganistan'ın işgaliyle gündeme gelen ve yoğun bir şekilde dünyanın farklı ülkelerinden müslümanların tutuklanıp ya başka ülkelerdeki işkencecilerin eline verilmesi ya da direkt Amerika'daki askeri üslere getirilerek yoğun şekilde işkence gördükleri CIA'in de bu konudaki raporlarıyla gündeme geldi.  Gelinen nokta; geçen hafta bu konu tartışılırken bu hafta kimse tartışmıyor. Sonuç olarak eğer yapılan Emperyalist güçlere zarar verici bir durumsa bunu aylarca konuşup gündemimizin sabit bir noktası haline getiriyoruz. Bu arada bir sürü akıl almaz saçma sapan iddialar gündeme gelebiliyor. Emperyalistlere zarar veren iddiaları aylarca konuşurken, kendi gündemimizi konuşmadan geçiyoruz. Hitlerin katliamı üzerine yıllardır konuşurken, varil bombalarıyla katledilen insanları görmemizi istemiyorlar. Büyük katliamların bile gündem ömrü bir hafta sürüyor. Küresel güçler istedikleri konuyu hatırlatıp istemedikleri konuların gündemleştirilmesine izin vermiyorlar. Görmemiz gerekeni değil, görmemiz isteneni görüyoruz. Bu yüzden tüm dünyadaki gelişmelere daha sorgulayıcı yaklaşmamız gerektiğini söylememiz gerektiğini söyleyelim.

Bu gelişmeleri değerlendirirken ise;

İslami Hareketlerin köklü olduğunu ve ağır bedeller ödeyerek bugüne geldiğini görmek gerekiyor. Arap Baharı nedir düğmeye kim bastı, sosyal medyadan mı patlak verdi, gibi sorular soruluyor. Bu söylemler manipülasyona açık söylemler haline gelmekte. Biz değerlendirme yaparken arka planı ve İslami hareketlerin tarihsel süreç ve mücadelelerini görmezden gelmemeliyiz ki süreci doğru okumak mümkün olsun. İkinci olarak, komploculuk yaklaşımın ciddi bir sapma olduğunu vurgulamamız gerek. Bir yandan akıl fukaralığını beslediği gibi, diğer yandan gerçeği saptıran bir yaklaşımdır komploculuk. Dünya siyasetini izlemek ve küresel güçlerin çelişki ve zaaflarını görmemiz gerekmektedir. Herhangi bir konuyu ele alırken ABD ne elde etmiştir, Rusya nasıl etki etmiştir, kimin buradaki rolü nedir diye bir takım hesaplar yapıp, peki Allah’ın hesabı neydi sorusunu gündeme getirmemek garipsenecek bir yaklaşımdır. Komploculuğu, kadir-i mutlak olan yalnız Allah’tır yaklaşımından sapma olarak değerlendirmek mümkün. Bir, insan iradesini neredeyse sıfırlıyor ve tüm çabaları tek bir merkeze indirgiyor. İkincisi toplumsal gelişmeleri tarihsel gelişiminden ve hazırlayan arka planından bağımsız ele almak akıl fukaralığına yol açıyor. Bu değerlendirmeleri yaparken bunları gündeme getirmemiz gerekiyor. Olan biteni sadece uluslar arası güçlerin hesaplarıyla açıklamaya kalkmak o halkın verdiği mücadeleyi ve ayaklanmayı görmezden gelmek, yok saymak anlamına gelmekte ve direnen halklara haksızca bir yaklaşım teşkil etmektedir. Bir başka dikkat etmemiz gereken konu, basiretli yaklaşmak. Komploculuğa düşmeyelim ama manipülasyonlara da itibar etmeyelim. Bunun örneği olarak da medyanın Irak’ı sürekli IŞİD üzerinden gündeme getirmesi ele alınabilir. Oysa Irak’da on yıldır süregelen sistematik bir zulüm var ancak bunları görmezden gelip öne çıkarılmaya çalışan bir kavram ile Irak’ı anlamaya çalışırsak doğrudan küresel haramilerin söylemi ile yanlış izlenimlere kapılmak olası bir durumdur. Bu tuzaklardan uzak durup, uluslar arası kamuoyu denilen bir takım güçlerin söylemlerine alternatif kendi gündem ve söylemimizi gündemleştirmeliyiz. Genellemeciğin de yine bir çıkmaz olduğunu görmek ve eksik bilgi ile hüküm vermemek gerekiyor. Ancak sahih bilgi ile salih amelde bulunarak, İslami sorumluklarımızı yerine getirebiliriz.” diye ifade etti.

İkinci olarak söz alan Turan Kışlakçı, Mısır’ın son on yıllık tarihini ele alarak olayları açıkladı, 100 yıl öncesiyle bugünü karşılaştırarak yaşanan birçok olayın aynı olduğuna hatta yapılan görüşmelerin dahi aynı yerde yapıldığına dikkat çekti. Trablusgarp Savaşı’ndan başlayarak, o günden bugüne ümmetin dertlerinin değişmediğinden bahsetti ve bu hüzne karşın direnen, örneklik teşkil eden insanların örnekliklerini sundu. Müslümanların birbirinden habersiz olduğuna yakınan Kışlakçı öğrencilerin dil öğrenmesinin ümmete ulaşmada kolaylık sağlayacağını vurguladı:

 

 “Birinci Dünya Harbinin başladığı dönem İslam Dünyası neler yaşadı sonrasında 25’e kadar neler yaşadı görmek açısından Trablusgarp Muhaberesi’ni ele alabiliriz.  Tarihte ilk kez 1911 muhaberesinde uçaklardan füzeler Trablusgarp halkının üzerine yapıyor. Halk neden bütün Müslümanlar sessiz, tepkisiz diye hüzünlü bir haleti ruhiye içerisine giriyor. Muhammed İkbal bir şiir yazıyor o dönemde. Şiirinde; Trablusgarplı Fatıma’dan bahsediyor. Fatıma’nın hava bombardımanıyla şehit olduğunu, İslam ümmetinin bir şey yapamadığını anlatıyor. Uçaklar ümmetin çocuklarını bombalarken ümmetin çocukları nerede diye soruyor. Bu elbette tüm ümmeti hüzünlendiren bir olay. Libya, İstanbul, Endonez’da mecmualarda yazılar çıkıyor. O dönem İstanbul’da bir cemiyet, Cemiyet-i nisfan(kadınlar cemiyeti) bir araya geliyor ve diyorlar ki; bizim müslüman erkekler İstanbul'da orada burada nargile içerken müslüman mazlumlar Trablusgarp'ta öldürülüyor. Biz bir araya gelip bir şeyler yapalım diyorlar. Perihan Hanım öncülüğünde Mısır'a gidecek iki tayyare satın alıyorlar. İlk tayyare kullanan kadın da Perihan Hanımdır. Libya'ya gidip zalimleri bombalamak için ve iki tayyare için büyük bir umut doğurmuştu. Endonezya'da, Keşmir'de, Malezya'da, Srilanka'da Müslümanlar sadece bu olay üzerine otuza yakın şiir yazılıyor bu iki tayyare için, Müslümanlar gelip bizi kurtaracak diye. Bozulup tamir için İstanbul'a dönmek üzere yola çıktığında bugünkü Sultan Vahdettin Mezarlığı'nın orada Şam'da düşüyor bu iki tayyare. Bu durum ümmeti hüzünlendiriyor ve o gün eldeki imkanlarla ümmet Trablusgarp için ayaklanıyor."

Emir Şekib Arslan o dönem muhabereye katılan isimlerden biridir. Aradan bir yıl sonra Balkan Muharebesi başlıyor ve ciddi kayıplar veriyoruz. Balkanlara, Sarıkamış’da ölenlerin pek çoğu Arap. Bize bu hikayeler anlatılmaz çünkü böyle bir dostluk kurulsun istenmiyor. Bedirhan’ın, dönemin Sultanına yazdığı mektupta “Sultanım Edirne’yi kaybedersek tüm Kürt bölgesini kaybettik demektir. Emperyalistler kazanmasın diye tüm Müslümanlar olarak savaşmaya hazırız.” diyor. Bütün bu savaşlardan bahsederken hiç mücadelelerden bahsedilmez hep kayıplardan bahsedilir. Oysa İslam Dünyası direnmiştir, ancak bize hep yenilgi hikayeleri anlatılır.

         Sömürge dönemi üç döneme ayrılır. Birinci dönem Napolyon sonrası dönem, ikinci dönem Birinci Dünya Savaşı sonrası dönem ve üçüncü dönem 1948 sonrası İsrail kuruluşundan 2010’a kadar süren dönemdir. Yeni bir döneme girdik. Her dönemin kendine ait bir hikayesi var. Birinci dönem bilmemiz gereken iki isim var; Emir Abdülkadir’dir. Fransızlara karşı ciddi bir direniş göstermiştir. Diğer yandan Ruslara karşı ciddi bir direniş gösteren Şeyh Şamil’dir. Bu iki isim de savaştıkları insanları kendilerine hayran bırakan güçlü isimlerdir. Ömer Muhtar’ın hayatı yine bu örnekliklerdendir. Gündüz mücahit olan gece okuyan insanlardan bahsediyoruz. Emperyalistlere karşı yenilmiş olabilirler ama ümmete büyük örneklikler bıraktılar ve çağımızın İslami Hareketlerinin nüvelerini oluşturdular. Bugün nasıl uçaklarla Esed, Halep’i, Şam’ı, Dera’yı yerle bir ediyorlarsa 1925’de de Fransız uçakları aynı şeyi yapıyordu. Bugünkü gibi o günde direnen halka “terörist” diyorlardı ve Batılılar yine aynı şeyi söylüyorlardı “masa başında görüşme yapalım”. 1925’de Cenevre’de görüşmeler yapıldı. Yani değişen bir şey yok, o gün yaşananlarla bugün yaşananlar aynı. Zalim aynı mazlum aynı ümmetin katledilen çocukları aynı, izleyen insanlar Suriye’de, Afganistan’da, Mısır’da ümmetin pek çok yerinde aynı. Tek bir fark var; ümmet daha kuvvetli daha güçlü ama bunun farkında değil. Tarihte ilk kez Müslüman nüfus bu kadar kalabalık sayıya ulaştı ancak tesirleri yok, çer çöp gibi. Bütün ümmet dağınık ve zulüm altında ama ümmet ayaklanmıyor. Bizim üstümüze düşen iki şey var; bir Raşit, akıl ve merhamet sahibi insanlara ihtiyacımız var. Bütün ümmeti değiştirmeye bir avuç inanmış, Raşit ve tüm Müslümanlara hitap edebilecek Müslüman grup yeter. İkincisi; Kur’an’da geçtiği üzere meşru bir sistemden ziyade şer’i bir sisteme ihtiyacımız var. Kendi adil Müslüman toplumumuzu inşa etmeye ihtiyacımız var. Bunu sağlamak için ise dil öğrenerek dünya Müslümanları ile iletişime geçebilmek ve onların sorunları ile hemhal olmak gerektiğini göz önünde bulundurmalıyız.” Diyerek konuşmasını nihayete erdirdi.

Konuşmacılardan sonra öğrenciler söz alarak sorular sordular. Konuşmacıların cevapları sonrasında panel, okul idaresince Rıdvan Kaya ve Turan Kışlakçı’ya takdim edilen hediyeler ile sona erdi.

Etkinlik-Eylem Haberleri

Bursa’da Suriye devrimi ve Gazze konuşuldu
"Sürünün İçinde Dijital Dünyaya Bakışlar"
Başakşehir’den Gazze direnişine bin selam!
Adana Özgür-Der’de “Emperyalizm ve Siyonizm İlişkisi” konferansı düzenlendi
Özgür-Der Gençliği “İslami Perspektiften Psikoloji” kitabını değerlendirdi