İhsan Eliaçık, Meal/Tefsir’inde ortaya koyduğu yeni yaklaşımlardan biri de Geleneksel mucize anlayışını tamamiyle reddetmesidir. Müellife göre mucize aslında “olağan ve tabiî olduğu halde aciz bırakan, karşı konulamayan şeydir.” (2/119 dipnotu) Eliaçık kıssalar ve mucizeler hakkında şu iki ön-yargı ile fikriyatını temellendirmektedir:
1. Kainatta fizik yasaları dışında gelişen bir olay yaşanmamaktadır.
2. Kur’an/Din yaşayan bir olgu olduğuna göre bugün bizim yaşayamayacağımız olağanüstülüklerden bahsetmemelidir. Yaşayan Kur’an’da anlatılan her şey bugün bizlerin de gözlemeyebileceğimiz fizik olgulardan bahseder.
Bu iki öncülden (bize göre önyargıdan) hareketle kıssaları yeni bir rasyonelleştirmeye tabi tutar. Kendisinden önceki Rasyonalist/Batıni kıssa okumaları en azından tarih bilgisi ve tutarlılık açısından ayakları yere basarken, Eliaçık’ta yorumlama tarzı çoğu zaman “ben yaptım oldu” tarzında gerçekleşir.
ELİAÇIK NEO-MUTEZİLİ Mİ BATINİ Mİ?
İhsan Eliaçık’ın kıssalara yaklaşımı çoğu zaman yaygın bir yanılgı olarak neo-Mutezile ve akılcılıkla tanımlanmaktadır. Bu tanımlama, müellifin gerek olumlu gerek olumsuz anlamlar yüklenerek yapılmaya devam edilmektedir. Oysa Mu’tezile’nin Kur’an’daki mecaz ve sembollere yaklaşım tarzıyla kendilerine “neo-Mu’tezile” ismi yakıştırılan çoğu müellifin yaklaşım tarzları uyuşmamaktadır. Şayet Eliaçık’ın yorum yönteminin Tefsir geleneğindeki izdüşümün arayacak olursak Mu’tezile’den daha çok Batıni/İsmaili tefsir yöntemiyle örtüşmektedir.
Örneğin İsmaili Müfessir Sicistani, Saffat 37/142-144. Ayetlerde ifade edilen Yunus kıssasını şöyle tevil eder: “Allah, Yunus’a kendi devrindeki natıkın şeriatını muhafaza etme görevini yüklemek ve onu imam yapmak suretiyle nimette bulunmuştu. Ancak O, gaflete düşüp bu nimetin kadrini bilemedi ve uhdesine tevdi edilen sorumluluğu gerektirdiği halde yerine getiremedi. Bu yüzden manevi irtifa kaybına uğradı; sahip olduğu ilim yok olup gitti ve Allah’ın kendisine bahşettiği her türlü nimet ve ihsanı unuttu. Ancak, Allah’ın yardım ve inayetinden mahrum kalışın acısını yüreğinde hissedince “dolu bir gemiye binip kaçtı”(37/140) Yani maruz kaldığı belayı Allah’ın defedeceği ümidiyle ilim ve hikmet dolu davete icabet etti. “Gemidekilerle karşılıklı kur’a çektiler ve o kaybedenlerden oldu.”(37/141) yani sahip olduğu ilmi mertebesini kaybetti ve bu yüzden kendisiyle münazara edenler karşısında yenik düştü. “Yunus kendisini kınayıp dururken onu bir Balık yuttu.” (37/142) Yani, ona zahiri ilimlerde derin bilgi sahibi bir adam musallat oldu. Bunun neticesinde tevhid dışında sahip olduğu ilimlerin tümünü kaybetti ve böylece cahillikle mündemiç şaşkınlığın karanlık uçurumlarına yuvarlandı.
“Halsiz biçimde onu dışarıya çıkarttık” (37/145) Yani Yunus hatasını itiraf edince Allah onu cahilliğin karanlık dehlizinden bilginin enginliğine çıkardı. (Sicistani, Kitab’ul İftihar, nşr. Mustafa Galib, Dar’ul Endelus, Beyrut, 1980, s. 108-109)
Sicistani’nin yaptığı tevil, mevcut metnin literal zemininden bağımsızlaşarak metni anlam düzeyinde yeniden kurgulamaktan ibarettir. Kur’an’da anlatılan ile anlatılmak istenen arasında Arapça’nın hakikat ve mecaz sınırları içerisinde bir bağ vardır.
Yorum teorisyeni Schleiermacher’e göre, her anlama eylemi, bir söz eylemine karşılık gelir. Zira anlama, söz sahibinin kurduğu yapının, muhatab tarafından yeniden kurulmasından (reconstruction) başka bir şey değildir, olmamalıdır. (Gadamer, 1981:166) Hasan Hanefi’ye göre Okuma metnin yeni bir yaratımı (Halqun cedidun en-nass), “İlk başta kast edilmemiş olsa bile metinden yeni bir şey bulup çıkarma sanatı” olarak kabul edilmelidir.(Hasan Hanefi, 538) Oysa bu başlığımızda kimi okuyuculara “ağır gelen” Yeni bir Kur’an inşasının açıkça ifadesinden ibarettir. Sicistani ile Eliaçık’ın aynı yöntemle yaptıkları tevillerin ortak noktası asıl metinden bağımsızlaştırdıkları yorumsama tarzlarıdır. Sicistani Yunus (as)’ı entelektüel bir tartışmaya ve cehalet zindanına atarken, Eliaçık daha politik bir teville Yunus’u siyasal bir tartışmaya ve devlet zindanına attırmıştır. Sonuçta Balıktan, Balığın Karnından ve yutulmaktan bahseden Kur’an’dan başka bir anlatıyla karışılaşırız. Peki mecaz’ın bu denli hoyratça kullanılmasına karşın Tevhid ve Adalet ekolünün konuya yaklaşımı nasıldır?
Mu’tezili alimler hakikat/lafzi/zahiri anlamla mecazi/metaforik/Batıni anlam arasındaki ilişkiyi “Muvadaa” ve “Kasd-ı Mutekellim” kavramlarıyla izah etmişlerdir. İmam Kadi Abdulcebbar’ın Şerh-u Usul-i Hamse’sinde ayrıntıyla incelenen “Muvadaa” kavramını incelediğimizde Mutezile’nin mecaz/sembolizm anlayışını daha net anlayabiliriz. Abdulcebbar’a (rh.a) göre hakikat, her zaman için “bir lafzın vazolunduğu asli manasından başka bir manada kullanılması anlamındaki mecazdan önce gelir. Bir ifadenin anlamını her yerdeki tek hakiki manaya hamletmek mümkün olduğu sürece, onu bir yerde mecaza, başka bir yerde hakikata hamletmek caiz değildir. (el-Muğni fi ebvab’it Tevhid ve’l Adl, nşr. İbrahim el-Ebyari, Vizaretil Sekafi ve’l İrşad’il Kavmi, Mısır, 1961 Cilt-7 sf. 213)
Cabiri’nin Arap Kültürünün Akıl yapısı isimli eserinde uzun bir yer ayırdığı Muvadaa konusu Arap aklının “Beyan” sisteminde önemli bir rol oynamaktadır. Cabiri de Abdulcebbar’dan yaptığı alıntıda şöyle der: “Böylelikle Mutezileye göre tevilin şartları üç tane olmaktadır: “Muvadaa, söz sahibinin kastı ve karine ya da delil” “Bir kelime ya da ifadenin mecazi anlamı, bir fert tarafından onun isteğiyle belirlenemez. Aksine bunun için bir topluluk gerekir ve fert de topluluğun oluşturduğu muvadaaya boyun eğer.” (Muhammed Abid el-Cabiri, Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı Türkçesi: B. Köroğlu, H. Hacak, E. Demirli, Kitabevi Yay. İst. 1999, sf.91-93)
Mutezili düşünce mecazın hoyratça kullanılmasının önüne geçmek için Kur’an’ın Arapça özelliğine vurgu yapar. Arapça’nın dil kuralları, nüzul ortamı ve ilk neslin anladığı anlam alanı öncüllerdendir. Şayet bu şartlara haiz olmayan bir tevil yapıldığında bu yorumsama doğal olarak heretik/sapkın olarak tanımlanacaktır. Bu tarihsel bağlamdan hareketle Eliaçık’ın Yaşayan Kur’an’ına baktığımızda Eliaçık daha önce hiçbir Arapça bilgininin mecaz demediği Yusuf Kıssası gibi bir anlatıyı bambaşka bir kurgu içinde tevil etmiştir. “Balığın karnı”nın “Asur Hapishanesi” olduğu iddiası gerek tefsir geleneği gerekse de Arapça açısından havada kalmaktadır. Eliaçık, bu boşluğu “Arap-Sami Muhayyilesi öyle gerektiriyordu” diyerek atlamaya çalışmaktadır. Bu gerekçelendirme Hz. Peygamber ve ilk Kur’an muhataplarının da söz konusu kıssaları hakiki anlamında anlayamadıklarını iddia etmek demektir. Hatta bu gerekçelendirme sadece Peygamber ve Kur’an’ın ilk muhataplarının değil 1400 yıl boyunca Kur’an üzerinde çalışan yüzbinlerce araştırmacının ve alimin de Kur’an’ın en azından bu bölümlerini anlamadıklarını söylemek demektir. 1430 yıl sonra Kur’an Kıssalarını Arap Sami Muhayyilesinden sıyrılarak doğru biçimde anlayan tek kişi(!) İhsan Eliaçık olmaktadır. “Arap-Sami Muhayyilesi” öylesine muğlak ve ucu açık bir kavramdır ki bu kavram aracılığıyla sadece kıssalar değil ibadetler, inanç konuları kısacası Kur’an’ın tümü de Kur’an’da anlatılan ama Arapça dil kuralları ve tarihsel bağlamdan kopartılarak tevil edilebilir… Ayrıca bu keyfi yorumsama tarzını meşrulaştırdığınızda Kur’an’da “Kabe ve Mekke” diye biryer olmadığını öne süren, namaz kılmak küp şeklindeki bir taşa tapmaktır diyebilen Kur’an’daki Kabe’nin “Düşünce sistemi/binası” Namaz/Salatın ise Allah’ın dinini yaşamlaştırmak/ona dayanmak-yardım etmek anlamında bir mecaz olduğunu ileri süren uç örnekleri de meşrulaştırmak anlamına geldiğini de hatırlamak gerekecektir.
İfadelerimiz Kur’an’da hiçbir mecazi anlatımın olmadığı anlamına gelmez. Kur’an’da kullanılan mecazların yerli yerinde kullanılmaması durumunda başka bir ölçüsüzlüğün yol açacağı yanlış anlamaya dikkat çekmektir. Kur’an’da yer ve isim verilen ve insanlık tarihi açısından da varlıkları ortada olan kıssaların Kur’an’daki anlatımları ancak Arapça üslup özellikleri çerçevesinde anlaşılabilir. Bunun dışında isim ve mekan’ın verilmediği kimi anlatılar konusunda daha ilk dönemlerde yapılan mecazi anlama çabaları sembolizmde dengeli olmayı gerekli kılmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz iki önyargı dolayısıyla rasyonelleştirilmeye çalışılmasının temelinde Allah’ın sünnetlerinin/yasalarında değişiklik olmayacağı bu sebeple mucizelerin de bu yasalar içinde izah edilmesi gerektiği önyargısı yatmaktadır. Oysa kim Allah’ın yasalarının Newton Fiziğinden ibaret olduğunu söyleyebilir? Newton Fizik kanunlarına sıkıştırılan bir sünnetullah algısı hem eksik hem de çarpık bir sünnetullah anlayışıdır. Öncelikle sünnetullah fizik alemden ibaret değildir. Fizik alem de newton fiziğinden ibaret değildir. Fizikteki bilimsel gelişmeler Quantum fiziğinin getirdiği ufuk açıcılık Kur’an’da anlatılan sünnetullahın 19. Yy naturalizminin çok ilerisinde olduğunu göstermektedir.
RASYONEL MUCİZELER!
Eliaçığa göre Hz. İsa (as)’ın babasız doğumu doğal yollardan gerçekleşmiştir. Hz. Meryem “bakire doğumu” ile kendi kendine hamile kalmıştır. Eliaçık, Meryem Suresi 19/22. Ayeti şöyle yorumlamaktadır: “Hz. Meryem ömrünü mabede adamış, erkeklerle pek ilişkisi olmayan, bir anlamda rahibe hayatı yaşayan, henüz 18–19 yaşlarında tertemiz bir kızdı. Bütün ömrü mabette ibadet ve taatla geçiyordu. Hamile kalmadan önce bir kaç kez aybaşı olmuş ve yirmi yaşlarına gelmişti (Razi). Genç erkeklerin rüyalarında ihtilam olması gibi, yani “rüyasında” kadınla cinsel ilişkiye girip bilfiil boşalması gibi, o da “düzgün (genç, yakışıklı) bir erkek” ile rüyasında ilişkiye girdiğini görüp (timsal olunup) rahmindeki yumurtacığı harekete geçirmiş olabilir. Bir nevi arzu ve istek uyandırılarak genç kızlık duyarlılığı harekete geçirilmiş olabilir. İş bitince ateş ve ter içinde uyanan muhtelim (rüyasında ihtilam olan) genç erkek gibi bunun bir rüya olduğunu uyanınca öğrenebilmiştir. Nitekim yapılan araştırmalar bakire gebeliklerinin böyle olduğunu göstermektedir…”
Bu yorumu doğru kabul etsek bile akla şu soru geliyor: “Yaşayan Kur’an’da anlatılan her şey bugün bizlerin de gözlemeyebileceğimiz fizik olgular”dan bahsediyorsa etrafımızda kaç kadın kendi kendine doğum yapmaktadır ki bu yorum olağanüstü olmasın?! Olağanüstü bir durumu olağanlaştırma adına başka bir olağanüstü yorum yapılmaktadır. Oysa bilimsel araştırmalarda bakire doğumuna milyarda bir rastlanmakta, bu vakıalarda ise çocuk sadece kadında sadece X kromozomu olduğundan X-X üremesi sebebiyle kız doğmaktadır. Bir kadından bir erkeğin doğması için mutlaka dışarıdan yani bir erkekten Y kromozomu gerekmektedir ki X-Y üremesi erkek bir bebeği ortaya çıkartsın! Hz. Meryem’in rüya da ihtilam olup erkek bir bebek dünyaya getirdiğini (!) ileri sürmek Hz. Meryem’in Allah’ın iradesiyle /kelamullahı olarak İsa’yı dünyaya getirmesinden çok daha fizik dışı-olağanüstü bir açıklama şeklidir.
Eliaçık’ın belirttiğimiz iki ön-yargısını Kur’an kıssalarına uygulaması Hz. İsa’nın mucizevi doğumunda olduğu gibi diğer kıssalarda da bariz zorlamalara kendisini sürüklemektedir. Hatta bu aşırı-yorumsama öyle boyutlara varmaktadır ki Kur’an’daki açık ibarelerle taban tabana zıt ya da bambaşka kurgular şeklinde ortaya çıkmaktadır. Örneğin Kur’an (37) Saffat suresinde Yunus peygamberin kıssasını şöyle anlatmaktadır:
139-YUNUS da gönderilen peygamberlerdendi; hiç kuşkusuz. 140-Hani bir zamanlar dolu gemiye kaçıp sığınmıştı, 141-Aralarında kur’a çekmişler ve kaybedenlerden olmuştu, 142- Derken kendisini balık yutmuştu, çünkü kınananlardan biriydi. 143-Eğer yüceliğimizi ananlardan olmasaydı, 144- Kıyamete kadar onun karnında kalırdı, 145-Ama Biz onu hayli yıpranmış bir halde açık alana çıkardık, 146-Üzerine kabak cinsinden bir ağaç bitirdik.
Eliaçık ise kıssayı şöyle anlatmaktadır:
“Asurluların başkenti Ninova’da her tarafı balık figürleriyle dolu, mühürlerine Dicle ve Fırat sularının tanrısı Enki’nin mührüne basan balıkperestlerin ülkesinden yükselttiği tek Allah inancından dolayı dışlanan, kovulan ve bunun sonucu olarak şehirden hicret etmeyi düşünerek ayrılan ve bir gemiye binip başka yerlere gitmeyi hesaplayan Yunus bir gemiye binmişti…unus yorgun argın gemiye bindi, gemidekilere katıldı. Fakat o gün deniz dalgalı olup fırtınalı olduğundan, gemidekiler de su tanrısı Enki’nin öfkelendiğini, bir şeye kızdığında denizin böyle olduğuna inandıklarından gemiye binen Yunus ile çekişmeye başladılar. Yunus bu tür inançların batıl olduğunu söyleyince öfkelendiler ve aralarında karşılıklı çekişme çıktı. Gemidekiler Yunus’un kendi tanrılarının gazabını çekecek lâflar ettiğini gördüler ve onu yalnız bularak sıkıştırdılar. Bugünkü tabirle “Bu adam devlete karşı geliyor, polis çağırın” türünden lâflar ettiler ve böylece Yunus gemideki çekişmeyi kaybetti, kaybedenlerden oldu…
Su tanrısı Enki’yi balık ile sembolize edip onu kendisine devlet ve imparatorluk araması olarak kabul eden Asur devleti onu zindana kapattı. Çünkü gemidekiler polis çağırıp devletin adamlarına teslim ettiler. Böylece Yunus balığın (devletin) eline düştü, onun tarafından yutuldu, zindana kapatıldı. Çünkü kınananlardan, suç işlediği sanılanlardan, tanrıların gazabını çekenlerden birisi olarak görülüyordu… Ayette geçen “Onu yuttu/kapattı” (eltegamehu) ifadesinin esas anlamı “kapamak, kapatmak” demektir. Türkçede kullanılan “lokma” kelimesi de buradan gelir. Bir şeyi ağza götürüp dudakları kapatınca “lokma” alınmış olur. Buradan hareketle “lokmayı yutmak” tabiri gelişmiş ve ikincil anlamda “yutmak” manası kazanmıştır. Bu anlamda Türkçede birine “lokma olmak” ifadesini çağrıştırır. Yani burada balık tarafından yutulmak, devletin eline düşmek, cezaevine kapatılmak, zindana tıkılmak demektir.
Eğer bizi ananlardan, tesbih edenlerden olmasaydı diriliş gününe, kıyamete kadar orada kapalı kalırdı. Zindana kapatılmış bir halde oradan çıkamazdı. Ayette geçen fi batnihi ifadesi “Onun karnının içinde” manasına geldiği gibi kökün esas anlamı “gizli kalmak, kapalı olmak, kapalı kalmak” olduğundan kapatıldığı, üzerine kapıların örtülüp karanlık zindanlara mahkûm edildiği yerden kıyamete kadar bir daha çıkamazdı manası kazanır. Kaldıki “balığın karnı” burada “Arması balık olan, mühürlerine balık figürü basan dönemin Asur devletinin insanları kapattığı, karanlıklara mahkûm ettiği zindanı, cezaevi” demektir.
Epeyce bir süre tutuklu kaldıktan sonra onu özgürlüğüne kavuşturduk. Karanlıklardan çıkarıp serbestliğe kavuşturduk. Duvarların arasından açık alana, serbestliğe, özgürlüğe ilettik. Fakat bu arada epeyce de yıpranmış, çökmüş, eziyet görmüştü.
Çorak toprakta yetişen bodur bir fidanın veya kabak türünden bir ağacın gölgesine yaslandı. Başından geçenleri düşündü. Gökyüzüne bakarak tutuklu kaldığı yılları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçirdi. Masmavi gökyüzünü seyrederek tutsaklık ile özgürlük arasındaki farkı düşündü…”
Görüldüğü üzere Kur’an’daki anlatımdaki boşlukları kendi kurgusuyla dolduran müellif bir Balinanın Yunus peygamber’i yutmasını rasyonalite dışı bularak Yunus’u hapse attırarak kıssayı olağanlaştırma çabasına girmektedir. Bu sebeple de gemi’de bulunan Yunus’un denize atıldığına dair mütevatir/genel bilgiyi yok sayarak bugüne kadar yapılmamış bir yorum yapmaktadır. Oysa Kur’an’ın Hz. Peygamber döneminde referans gösterdiği Kitab-ı Mukaddes başta olmak üzere tüm tarihsel bilgiler Yunus’un denize atıldığı ve bir balina tarafından yutulduğunu teyid etmektedir. Peki gerçekten de Yunus (as)’ın yaşadığı toplumun simgesi balık mıydı? Konuyla ilgili tarihsel araştırmalar göstermektedir ki Yunus peygamber umutsuz biçimde görevini terkedip, bir gemiye binmesi ve ardından denize atılması sonrasında muhtemelen bir balina tarafından yutulması balina tarafından püskürtülmesi/kusulması sonrasında perişan bir halde kıyaya vurması, öldürmeyen Allah öldürmüyor dercesine umutsuzluk sonrası ölümün kıyısından bir kazazede olarak kurtuluşun hayattaki sorumluluklarımızın ve şansların kaybedilebilecek bir fırsatlar oldupunu hatırlatmaktadır. İşte Yunus’un başından geçen bu destansı tecrübe Ninova şehrinde de yankılanmış Yunus’un önderliğinde sorumlulukların bilincine ulaşan kavim İslami kültürü benimsemişti. İşte bu süreçten sonra Ninova kültürüne yerleşen Balık simgesi zaman içinde yozlaşan Yunus mesajının mitolojikleşmesine yol açmıştı. Birazcık Mezopotamya arkeolojisi bilen bir tarihçi, Asur Uygarlığının ana simgesinin balık olmadığını bilir. Asur medeniyetinde balık simgesi olduğu doğrudur ancak öne çıkan, bayraklaşan simgenin balık olmadığı da aşikardır. Balık simgesi Asurlularda diğer alt simgeler gibi kullanılan gelmekteyken Asur Devletinin ana simgesi-devlet arması “Kanatlı Arslan”dı. Asur denince akla Kanatlı Arslan gelirdi…
Tarihsel kayıtlara göre Yunus peygamber’in Ninova’ya gelişinden ve tebliğinin Ninova tarafından kabul görüşünden sonra Balık-adam, Balığın karnından gelen adam kültürü medeniyette yer etmeye başladı.
HZ.YUNUS (AS): NİNOVA VE YEREL İNANÇLAR
Hz. Yunus Kur'an-ı Kerîm'de kıssası anlatılan büyük peygamberlerden birisidir. Kendisi Ninova'ya yani şu anki Irak'taki Musul'a peygamber olarak gönderilmişti. Bazıları Kur'an-ı Kerîm'deki bu olayı imkansız bulabilir. Ancak görülecek ki yakın tarihlerde bile benzeri olaylar meydana gelmiştir.
"Deniz Köpeği" adlı bir balık (Carcharodon cacharias) 12 metre boya bile ulaşabilmektedir. Bu canlı ılık sularda yaşar. 1758 yılında Akdeniz'de bir gemici gemiden düşüp bir balık tarafından yutulmuştu. Geminin kaptanı balığı topa tutturmuş ve balık yuttuğu adamı öldürmeden çıkarmıştır. (Ambrose John Wilson, "The Sign of prophet Jonah and its Modern Confirmations"The Princeton Theological Review 25 (1927):638. Altyazı 20)
Sperm balinaları 2.4 metrelik bir kütleyi bir kerede yutabilirler. Şubat 1891'de James Bartley adlı bir gemici, "Star of the East" adlı gemiden düşüp Falkland Adaları civarında bir balina tarafından yutuldu. 48 saatten fazla balinanın içinde kalan gemici balina avcılarının balinayı zıpkınlayıp geminin güvertesinde balinanın karnını yardıktan sonra tesadüfen çıkarıldı. Sir Francis bunun hakkında şöyle der:
"Bartley, balina içinde bir insanın havasızlıktan ölmeden yaşayabileceğini kanıtladı.Bu kişi balinaya girişini hatırlıyor. Balinaya girdikten hemen sonra zifiri bir karanlık etrafını kaplamış. Çevresinde ne olup bittiğini anlamayan denizci biraz araştırdığında yumuşak birşeye temas ettiğini anlamış. Daha fazla hareket edememiş ama hala nefes alabiliyormuş. En kötü şey korku ve müthiş sıcaklıkmış. İçerde durdukça cildi asitle beyazlamış ve kurtarılınca da bu beyazlık hiç geçememiş. Bunun dışında herşeyi sağlıklı imiş. (Wilson, A.g.e., s. 636)
Asurluların önde gelen tanrısı "Dagan", "yarı balık-yarı insan" şeklinde tasavvur edilirdi. Bu balık tanrısı figürleri Ninovadaki yıkık sarayların girişinde ve Ninova'daki tapınak harabelerinde ve Babil mühürlerinde değişik formlarda yer alır.
Babil tarihçisi Berosus M.Ö.4.üncü y.y.'da bu balık adam inancının kökeni ile ilgili kayda sahiptir. En eski geleneklere göre Kalde ve Babil, sudan gelen "yarı balık-yarı insan" birisinin yönetimindeydi. Hz. Yunus (as) zamanında insanlar onun peygamberliğine inanırlardı. H. Clay Trumbull şöyle yazar:
"..Tarihce kayıtlara geçen ani ve yaygın Ninova inancı ile Yunus'un mucizesi bir tesadüf değildir.." (H. Clay Trumbul ,"Jonah in Nineveh", Journal of Biblical Literature 11 (1892): 10-12)
Berosis bu tanrının adını Odacon'un çeşitli tezahürlerinden bahsederken, Asur Balık Tanrısı "OANNES" olarak verir. Ünlü Asurolog Dr. Herman V. Hilprecht, Yunancaya geçmiş şekliyle aynı olan Oannes'in Yunus'tan geldiğinden bahseder. (A.g.e., s.14)
"Yunas" kelimesinin Ninova'da kalıntıları da Yunus (as) kıssasının doğruluğuna işaret eder.
"Toprağın altı kazıldıkça Ninova'nın eski saraylarında Nebi Yunus (as)'ın izleri ortaya çıkmıştır." (A.g.e., s.17-18) (http://ortakmesaj.blogcu.com)
Hz. Yunus’un yaşadığı dönemde Asur Kralı Sanchenedrib’in sarayı bugün Irak’ta ziyarete açıktır. Gerek Ninova harabelerinde ve Sanchenedrib’in sarayında gerekse de o bölgeden British Museum’a taşınan tarihi eserlerde balık simgesine rastlanmamaktadır. Aksine tüm arkeolojik bulgular Müşrik Asurlular’ın siyasal simgesinin/armasının kanatlı arslan olduğunu göstermektedir. Bununla beraber Hz. Yunus’un rehberliği sonrası Balıktan/Balığın karnından gelen Adam kültürü Asur kültürüne yerleşmiştir. Eliaçık’ın tasarladığı şekliyle olmuşsa Kur’an Yunus’u kanatlı bir arslanın saldırısına uğradığı/yuttuğu(?)nu söylemesi gerekirdi.
Eliaçık açık bir anakronizm yaparak sonradan ortaya çıkan simgeyi önceden varmış gibi tahayyül ederek aslında Kur’an’da anlatılmayan bir öykü tasarlamakta, okuyucuyu yanıltmaktadır. Tabi bu tasarının/aşırı yorumun sebebi bir kişinin büyük bir balık tarafından yutulamayacağı ön-yargısıdır. Hz. Meryem’in İsa (as)’ı doğurmasını milyarda bir olan ve sadece kız doğumuyla gerçekleşen “bakire doğumu” vakıasıyla ilişkilendiren yorum sahibi, bu olaydan daha çok tekrarlanan bir deniz kazasını irrasyonel bulmakta ve hiçbir tarihsel bağlama bağlı kalma ihtiyacı hissetmeksizin balığı devlet, balığın karnını devletin hapishanesi olarak yeniden tasarlamaktadır. Oysa bilinmektedir ki pek çok insan balina ve köpek balıklarının saldırısına uğramış, yutulmuş ya da ısırılmıştır. Bu deniz kazalarında kimi insanlar ölmekte, kimileri ise yaralı olarak kurtulmaktadır.
Eliaçık, Meryem ve Yunus örneklerinde olduğu gibi diğer kıssalarda da aynı tavrı göstermektedir. Yaşayan Kur’an’da yapılan bir başka zorlama-aşırı yorum ise Musa (as)’ın asasıyla denizi yarması olayının yeniden tasarlanmasıdır. Eliaçık’a göre Musa Allah’ın emriyle denizi yarmamıştır. Oysa (26.) Şuara suresi’nde olay şöyle tasvir edilmektedir:
63- Musa’ya: “Asan ile denize vur” diye vahyettik. Deniz yarılmıştı, öyle ki açılan yolun her iki yanında sular koca dağlar gibi yükselmişti.
Müellif, denizin yarılması olayını (20) Ta-Ha suresinin 77-78. Ayetlerinin dipnotunda şöyle yorumlar: “Kızıldeniz’i geçme olayının, bu denizin bugün Süveyş kanalı olarak bilinen kuzeybatı ucunda gerçekleştiği anlaşılıyor. Olayın yaşandığı çağlarda burası şimdiki kadar derin değildi ve bazı bakımlardan Kuzey Denizi’nin ana kıtayla Frisian adaları arasında kalan sığ bölümü gibiydi. Denizin geri çekilmesi (cezir) hallerinde bu gibi yerlerde sığ bölgeler çıplak kalmakta ve geçici olarak geçilebilir hale gelmekte, bu durumdayken ani ve şiddetli bir deniz kapanması (med) ile bütünüyle sulara gömülmekteydi. Olayın böylesi bir anda yaşandığı anlaşılıyor. Nitekim olaylar yazılı metinlerde anlatıldığı gibi bir anda olup bitmiyor, günlerce sürebiliyordu. Keza Tevrat’ta olay “ Ve Rab bütün gece kuvvetli şark yeli ile denizi geri çevirdi ve denizi karaya çevirdi ve sular yarıldı”(Çıkış; 14/1–31) şeklinde anlatılır. Şu halde olayda Allah’ın ayeti (mucizesi) Musa’nın asası ile denizi yarıp karşıya geçmesi değil, med-cezir olayı ile yarılıp açılmış olan denizin ortasında görünen toprak yoldan Musa’nın asası ile orayı işaret ederek karşıya geçmeleridir. Yani Musa ve taraftarları zaman zaman meydana gelen ve bilinen bir tabiat olayının (med-cezir) yardımıyla kurtulmuştur. Diğerleri de aynı olayda boğulmuşlardır. Çünkü tabiat (doğa) olayı dediğimiz şey Kuran’ın “varlığın diliyle konuşan” lisanında Allah’ın davranışıdır. Bu tür olaylar halen olmaya devam etmektedir. Bunlardan hala kimimiz kurtuluyor, kimimiz boğuluyoruz ve insanların çoğu bunun bilincinde değil. Bu tür olayların sadece geçmişte olduğunu, bugün artık olmadığını, olamayacağını sanıyoruz. Derya içinde fakat deryadan habersiz yaşıyoruz. Şu bir gerçek ki Allah’ın davranışı (yaratma) hiç bitmedi, devam ediyor. Kıyamete kadar, hatta ondan sonra dahi devam edecek. Çünkü yaratma ezeli ve ebedi bir süreçtir…”
Şayet olay Eliaçık’ın kurguladığı gibi gerçekleşmişse neden Rabbimiz 26:63’de detaylı bir tasvirle “Deniz yarılmıştı, öyle ki açılan yolun her iki yanında sular koca dağlar gibi yükselmişti.” Şeklinde olayı anlatmaktadır? Yolların her iki yanında koca dağlar gibi yükselen bir med-cezir olayı yaşanmadığı gibi, bataklıklarda ya da sığ sular da da böylesi bir dağlar gibi yükselen yarılmalar yaşanmamaktadır. Gerçek böyle iken metne rağmen böylesi yorumlara gidilmesi Kur’an’daki mecaz ve alegorik yorumlamanın sınırlarını yeniden hatırlamamıza ihtiyaç olduğunu göstermektedir.
11/77. “Elçilerimiz gelince Lut onlar adına kaygılandı, eli ayağı birbirine dolaştı ve “Bu çok zor bir gün” dedi.” Mealindeki ayeti şöyle yorumlamaktadır: “Elçiler (rusul) kelimesi genellikle “melekler” olarak algılanmıştır. Ancak doğrudan melekler kelimesinin değil de elçiler kelimesinin kullanılmasına bakılarak, bunların Hz. Lut’a yaptığı çalışmaların yoldan çıkmış bu körkütük halka bir fayda vermeyeceğini, buralarda boşuna uğraşıp durmamalarını, başka yerlere gitmelerini, bu tip insanlara artık sözün fayda vermediğini, bir gün başlarına bir afet gelip Allah’tan belâlarını bulacak bir topluluk olduklarını söyleyen erdemli ve dürüst kimi genç insanlar olduğu da düşünülebilir…”
Oysa Allah meleklerden de resuller seçer: 22/75 Allah, elçilerini hem meleklerden hem insanlardan süzüp çıkarır. Allah her şeyi işitiyor, her şeyi görüyor; kesinlikle!
Kur’an Kıssaları ve Mecaz
Kur’an Arapça bir hitab olduğundan Kur’an’da var olan mecaz, temil ve teşbihlerin Arapça’nın sınırları ve ölçüleri çerçevesinde değerlendirilebileceği muhakkaktır. Arapça’da bir ibarenin mecazi olup olmadığını bilmemiz için öncelikle mecaza yönelik bir karinenin var olması gerekir. İfadenin Arapça’da özellikle cahiliye şiirinde kullanım örneklerine bakılması, Kur’an döneminde kullanılan deyim ve atasözlerinde ilgili ibarenin nasıl kullandığının tespiti gerekmektedir.
Kur’an kıssaları ve meselleri konusunda ise genellemeci kimi ön-yargılar inşa etmek Kur’an’ı anlamamızın önünde yeni bir engel oluşturabilir. Kur’an’da var olan kimi mecazi ifadelerin zamansal süreç içerisinde lafzi olarak anlaşılması başka ifadelerin de mecazi olduğu anlamına gelmez. Aynı durum tersi durumda da mümkündür. Kur’an’da özellikle zaman-mekan ve kişiliklerin isimlerinin verilmediği ve daha önceden halk arasında temsili anlatılar biçiminde var olan kimi hikmet anlatılarının var olması, isim, mekan vb. bilgilerin verildiği (Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Yunus, Yusuf, Salih, Şuayb ve Muhammed (as) kıssalarında olduğu gibi) kıssaların sembolik oldukları aslında yaşanmadıkları söylenemez.
Ayrıca bir kıssanın sembolik mesajlar taşıması gerçekliğine de halel getirmez. Tüm bu genellemelere karşı Kur’an’da anlatılan her şeyin birebir tarihsel gerçeklikleri olduğu gibi bir genellemeye bizi mahkum etmez. Seyyid Kutub’un da işaret ettiği gibi Yüzyıl ölü gibi bırakılıp sonrasında diriltilen/uyandırılan adamın hikayesi gibi anlatılar, temsili, ders vermek için verilen bir örnekleme anlatımlar olabilir. Halefullah ve Esed’de görülen genellemeci sembolizm’e nazaran Müellifimiz Eliaçık kıssalar için hem gerçek hem sembolik bir jeopolitik yorumlamaya gider. 34/12. Ayetin tevilinde Eliçaık şöyle der: “Süleyman’ın Küdüs’de kurduğu devlet (MÖ. 1000–800 arası), o günkü dünyanın merkezinde kurulmuş adalet ve barış yurdunun (Daru’s-Selam) başkentiydi. Tüm bölgeyi “büyük bütün” halinde birleştirmişti. Batıda boğaları (Mısırlılar), doğuda cinleri (Babilliler), güneyde karıncaları (Sebebiler), kuzeyde kuşları (Hititler) ve Akdeniz’in sularında rüzgârlı yelkenli gemileri (Fenikeliler) hâkimiyeti altına almıştı. Denizcilikleriyle ünlü Fenikeliler onun egemenliğini kabul etmişti. Akdeniz’in bir ucundan bir ucuna geliş ve gidişleri bir ay süren seyahatleri olurdu. Süleyman devleti adına tüm denizleri kontrol ederlerdi. Keza cin, peri, büyü ve sihirleriyle ünlü Babilliler de onun hâkimiyetini kabul etmişti. Başkent Kudüs’te binlerce Babilli (cin) çeşitli işlerde çalışırdı. Öyle ki ünlü Süleyman mabedinin yapımında bunlar çalışmıştı. Erimiş demir madenleri dökerek mabedin yapımını sağlamlaştırmışlardı… Süleyman işte böyle tüm Mezopotamya-Akdeniz havzasını bir adalet ve barış yurdu (Daru’s-Selam) haline gelmişti… Görülüyor ki karınca, kuş, cin, peri vs. bu ülkelerin bugünkü devlet ve imparatorluk armaları gibi sembolleriydi.. Dünya kamuoyunda bunlarla anılırlardı. Bugün Rusların ayı, Almanların panzer, Fransızların horozla anılmaları, eski Türklerin (bir görüşe göre) sembolünün bozkurt, eski İran bayrağında sağ elinde kılıçlı aslanın bulunması gibi… Dahası bugün hala bu kültürün örneğin günümüz Türkiyesinde Fenerbahçe futbol takımının “sarı kanaryalar”, Beşiktaş futbol takımının “kara kartallar” ile sembolleştirilip yaşıyor olması gibi…”
Oysa Hithitler’in devlet sembolü arslan ve güneştir. Fenikeliler’in sembolü Denizatıdır. Sebeliler’in sembolü ise sadece güneş… Mısır’ın ise bir çok devlet/din sembolü bulunmaktadır. Boğa/Apis kültü bunlardan sadece biridir ve o da Musa döneminde etkindir Süleyman döneminde değil… Cinlerle uğraşmalarından dolayı Babillilere neden Cin densin? Olsa olsa Cinci ya da büyücü denebilir?! Ayrıca diğer medeniyetlerin sembolleri olduğu gibi Babillilerin de bir çok sembolü vardır. Neden Babiller’in sembollerine değinmemiştir?
Fenikelilerin denizatı görmezden gelinmiş, Sebelilerle alakası olmayan karınca, Hithitle alakasız hüdhüd bu iki medeniyetle alakalandırılmıştır… Kısacası Kur’an’daki kıssalarda geçen canlı hayvanlarla devlet sembolleri/mitolojik simgeler arasında kurduğu bağ hem zorlama hem de keyfi/tutarsızdır.
Hithitlilerle Hüdhüd’ün kelime/telaffuz-ses benzerliği dışında ne gibi bir bağı vardır? Elbette hiçbir bağı yoktur ama yorumcu kendini metinden tamamen bağımsız hissettiğinden “ben yaptım oldu” tavrını sürdürmekte, Hüdhüd kuşunu Hithit komutanı yapıvermektedir. Söz konusu yorumun ciddiyetini okuyucuya bırakıyoruz…
3. Bölümde “Yaşayan Kur’an’da” işlenen Hz. Peygamber’in son peygamber olmadığı gibi diğer iddiaları işleyerek makale dizimizi sonlandıracağız…
Allah’a emanet olunuz.