‘Elhamdulillah insanım!’ diyemedikçe, nasıl biter bu ürperten kavga...

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

secakirgil@yahoo.com

Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra galib güçlerce 13 Kasım 1918’de işgal edilen İstanbul’dan, işgal güçlerinin 5 sene sonra 6 Ekim 1923  günü çekilmesinin yıldönümlerinde, her yıl merasimler yapılır..

Ve bu merasimlerde, milletin her şeyi M. Kemal’e borçlu olduğu hatırlatılır..

Halbuki, İstanbul işgal edildiğinde de, M. Kemal, etkili bir Osmanlı paşasıydı..

Sorumlulukların başkasına atılıp, başarıların ise tek kişiye mal edilmesinin mantığı nedir?

Geçelim..

Ve amma yine de hatırlayalım ki.. Osmanlı mağlub olarak 30 Ekim 1913 Mondros Mütarekesi’ni/ silah bırakımını ve ‘ateş-kes’i kabul ettikten  ve ordularını büyük çapta terhis etmeye mecbur bırakıldıktan ve İstanbul’un işgalinden 6 ay kadar sonra ise, Yunanistan ordusunu İzmir’e çıkarıyordu..

Halbuki, o savaş denkleminin içinde başlangıçta, Yunanistan yoktu.. Yani, savaşın sonunda bir hayale kapılmıştı..

Yunanistan’ı, o saldırganlığa işgalci-Müttefik Güçler /devletler yüreklendirmişlerdi, her türlü silah desteğini sağlıyarak.. Bugün, yunanlıların, sonucuna bakarak, ‘Küçük Asya Faciası’ diye andıkları ve 3,5 yıl süren boyunca, sonunda yenilip 9 Eylûl 1922’de gitmek zorunda kalmasından sonra, İstanbul’daki işgalci Müttefik Güçler de, 6 Ekim 1923‘de İstanbul’u terkediyorlardı..

İstanbul’daki işgalci güçlere karşı, o dönemde, milis güçlerince verilen ‘yıpratma savaşı’ gibi ‘gayri-nizamî mukavemet eylemleri’ olmuşsa da, askerî mânada bir savaş verilmediği halde, işgal güçlerinin, İstanbul’dan ne karşılığında çekildiği ayrı bir konu..

Ülkemiz insanlarının, asırlarca ‘Elhamdulillah’ diye kalben sahiblendiği ‘müslüman sıfatını zayıflatmak için uydurulmuş olan ve asırlarca yabancı olduğu, ‘Ne mutlu türküm diyene! Türk’e durmak yaraşmaz, türk önde,  türk ileri!. Türküm, doğruyum, çalışkanım, varlığım Türk varlığına armağan olsun..’ gibi lafların resmî ideoloji hapı olarak yutturulmasından beri daha bir zehirlenen beyinlerinde, mukabil kavmiyetçi yönelişler ortaya çıkması da kaçınılmazdı..

Nitekim, ülkemizin son çeyrek yüzyılı, bu beyin zehirlenmesinin kaçınılmaz acı meyvelerini tadarak geçti..

Ve şimdi ise, mevcud kemalist laik- türkçü rejimin temel çerçeveleri içinde başbakanlık mevkıine gelmiş olsa da, Tayyîb Erdoğan’ın, hem ülkeyi ve rejimi rahatlatmak için ve hem de kendi fikir ve inanç yapısına da uygun şekilde dile getirmeye çalıştığı ‘insanî açılım’ büyük tartışmalar  meydana getirirken.. (Ki, Cumhurbaşkanı A. Gül’ün Ekim 09 başında Meclis’in açılışı dolayısiyle yaptığı konuşmasındaki sözleri de aşağı-yukarı aynı mânaya geliyordu.. Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ da, her ne kadar sonradan tornistan ettiyse de, 14 Nisan 2009 tarihli konuşmasında, ilk olarak nation-kavim, dil ve kan bağı üzerine bir türk nitelemesinin yanlışlığını ifade edebilecek bir noktaya gelebilmişti..)

Böyleyken..

İstanbul’un işgalden kurtuluşunun yıldönümünde, 6 Ekim 09 gecesi sergilenenler, basit bir hata değil, büyük bir oyunun bir parçası olarak görülmelidir..

Üstelik de Başbakan’ın ‘her kavim / etnicité,  mezheb veya inançtan oluşan bir ‘TC vatandaşlığı’ ortak paydası etrafında oluşan topluluğun millet olarak tanımlamasına meydan okumak isteyen bir takım karanlık güç odaklarının, ona nanik yaparcasına, pervasız bir cür’etkarlıkla; ‘Ne mutlu türküm diyene../ Ordumuza şükran borçluyuz..’ ve benzeri birkaç sloganı, büyük câmilerin minareleri arasında kurulan mahyalardan millete duyurmaları, gerçekte, oyunun ne kadar derin olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir..

Yapılan açıklamalardan anlaşılıyor ki, mahyaların hazırlanışından câmilerin asıl sorumlusu olan Müftülükler ve dolayısiyle Diyanet değil de, câmilerin elektrik- su sarfiyatını karşıladığı bildirilen Vakıflar Genel Müdürlüğü imiş; yetki açısından.. Ama, o câmilerde yetkinin dışında, İslamî sorumluluk duyarak, duruma müdahale edecek hiçbir hoca veya eskiden ‘hademe-i hayrat’ diye ifade edilen fahrî hizmet ehlinden kimse kalmamış mıydı?

Ve dahası, müslüman halktan ve hele de söz konuşmaya gelince, manfalda kül bırakmıyan o kadar hızlı kimselerden kimse yok muydu ki, gecenin o saatinde o mahyaları görünce, o elektrik akımını kesecek bir basit eylem yapmayı bile akledememişlerdi..

Laik rejime musallat olan, el koyan zihniyet, geçmişte bu kavmiyetçi, kabileci anlayışları hortlatmak için kimbilir hangi tuzaklar kuruyorlardı..

Bu kurum içine çöreklenmiş birileri olmalı ki, o gibileri kimlerin nasıl manipule etmiş olabileceklerinin ipuçlarını Ergenekon Yargılamaları’ndan da kıyas yoluyla çıkarabiliriz..

Milletin inancını ‘irtica’ adı altında birinci derecede tehdid olarak gördüğünü defalarca ve resmen açıklamış olan bir kuruma şükran boçlu olanların bu duygularını üstelik de milletin mâbedlerinden haykırmaları, o laik kurumun desturu veya iş’arı olmadan yapılabilecek şey olmasa gerekir..

Milletin kutsal değerlerine saldırmak için, o kutsalın bir parçası olan mâbedleri kullanmak açıkgözlülüğüne ve laik akrobasi karşısında müslümanlar ne yazık ki, çaresiz kalmışlardır.. O ve o da zâten bir gecelik gösteriydi, geçti.. 

O laik kurnazlık sergilendikten sonra da olsa, yükselen itirazların mâkullüğünün çeşitli çevrelerce paylaşılması ise, yine de bir teselli..

*

‘Hepimiz Âdem’in çocuklarıyız, Âdem ise topraktandı..

Üstünlük ancak fazîletler ve sahib olunan değerlerle olabilir.’  

 

Maalesef, müslümanlar asırlar boyunca kavmiyetçi fikirlerden kendilerini temizleyemediler..

Hattâ denilebilir ki, Resul-i Ekrem (S)’in rıhletinden kısa süre sonrasında, arab olan ve olmayan müslümanlar arasında bir seçkinlik ve üstünlük farkı olduğu zannına kapılmalar bütün tarih dönemlerimizi de doldurdu.. Ve diğer bütün tehlikelerin, ideolojik ve itiqadî saldırıların herbirisi zaman içinde bir sel gibi etki yaptıysa da; onlar gelip geçti ve amma, kavmiyetçilik, kabilecilik, hemşehrilîlik veya soya dayalı üstünlük iddiaları bütün tarihimizi, baştan başa 14 asrımızı doldurdu..

Kimisi, Peygamber arab kavminden olduğu için, arabların üstünlüğünü ve onları sevmeyi asıl ölçü olarak saymaya başladı.. Halbuki, müslümanların, asırlardır hiç de olumlu şekilde anmadıkları Ebu Leheb ve Ebu Cehl de arab ve hattâ Hz. Peygamber (S)’in en yakınlarından idiler ve İslam’ın sembol muezzin ve munâdisi Hz. Bilâl ise, Habeş’ten bir siyahî idi..

Ve kezâ, Pers / Fars diyarından Hz. Selman’ın ‘Beni doğduğum ve geldiğim yere veya biolojik köklerime nisbet ederek değil; gerçek şahsiyetimi bulduğum İslam’a nisbet ederek, beni ‘Selman bin İslam’ (İslam’ın oğlu Selman) diye anınız..’  mânasında , asırların gerisinden ulaşan ‘rivayet’ ne kadar düşündürücüdür..

Sırf, ‘Peygamber arab kavminden idi, diye arab kavmini yükselten’ de, ‘o kavim içindeki olumsuz örnekleri bütün arab kavmine nisbet eden müslüman kişiler de, gerçekte İslam’ın rûhunu kavramakta başarılı olamamışlar’ demektir.. Bu ölçünün rûhunu, başka kavimlere de uygulayabiliriz..

Aslında, bu konulara nasıl yaklaşmamız gerektiğini en iyi anlatan örneklerdendir, bunlar..

Buna rağmen, birbirlerini kavimlerinden dolayı istihza/ alay konusu yapan anlayışlar belki de bütün tarih dönemleri boyunca hep olageldi.. 

Nitekim, geçtiğimiz günlerde arab diyarında ve sonra da İran’da bazı kavmiyetçi yaklaşımlara  değinmiştim.. Bu hususta, Anadolu’da yaşıyan müslümanların durumu da oralardakilerden pek farklı sayılmaz..

Ve alınız, size son bir örnek.. Tahran’da yayınlanan Cumhûrî-i İslamî gazetesinin 10 Ekim 09 tarihli nüshasında, ‘özel haberler’  sütununda bir haber yayınlanıyordu..

 

Bu haberde ülkenin İİC’nin özellikle de azerîce konuşan şehirlerinde mağazalara ilginç bir gömlek modeli dağıtılıp, satışa sunulmuş.. Bu gömleklerin göğüs ve sırt kısmına ön ve akrasında, sanatkârâne şekilde, bir kurt başı resmedilmiş..

Gazete, haber-yorumda, ‘bu pantürkist/ panturanist sembollerle toplumda bir takım fitnelerin uyandırılmasına çalışıldığı’na dikkat çekmekteydi..

Geçen sene de, İİ cumhurbaşkanı Ahmedînejad, Tebriz yakınlarındaki ve daha çok azerîlerin yaşadığı bir kasabada kendisini selamlayan bazı gençlerin el parmaklarıyla yaptıkları ‘kurtbaşı’nın ne mânaya geldiğini bilmediğinden olmalı ki, o da onları aynı şekilde selamlamıştı..

Bu kavmiyetçi kıpırdanışlar, ve temelsiz ve inanç açısından her müslümanı kendi inanç değerlerinden daha bir uzaklaştıran ve de, kimsenin elinde olmayan fıtrî değerleri bir öğünme veya yerinme vesilesi halinde görmek ve göstermek çabalarının şeytanî emel ve hedefler  taşıdığını unutmamak gerekir..

Bütün mes’ele, kişinin insan olarak halkedilmesi hasebiyle Yaratıcısı’na hamdetmesi ve insan olmanın gereğine ve şerefine uygun davranabilmesidir..

*

İnsan’ı yüceltirken, insan’a tuzak kuranları da

yüceltme hatasına düşmemek..

 

Tayyîb Erdoğan, AK Parti’nin geçen hafta yapılan büyük kongresinde kendi anlayışı ve yüklendiği sorumluluğun çerçevesi içinde, ülkenin birliğinin harcı olan değerlere işaret ederken, birbirleriyle ayrı zaman ve mekan dilimlerinde ve ayrı kulvarlarda yürümüş olan 13 ayrı ismi zikretti, Pir Sultan Abdal’dan, (Osmanlı’nın son döneminin mûsıkîşinaslarından ermeni) Tatyos Efendi’den, Sabahat Akkîraz ve Ahmed Kaya’ya ve Saîd Nursî’ye kadar..

Ve, bunlarsız Türkiye’nin anlaşılamıyacağını belirtti.. 

Özellikle Said Nursî’nin, 50 yılı aşkın bir zamandır, bir başbakanın ağzından, ilk kez bu ülkenin değerleri arasında sayılması ilginçti..

Bu olumlu bir gelişmedir..

Dikkatle oluşturulmuş bu terkibe karşı, CHP Grup Başkanvekillerinden Kemal Kılıçdaroğlu, 14 isim saymış.. Yaşar Kemal ve Aziz Nesin’den Nihal Atsız ve Parvus’a kadar..

Evet, ötekiler her ne ve nasıl olursa olsun, ülkemizde yetimşiş kimseler..

Ama, Parvus?

Anlaşılıyor ki, Kılıçdaroğlu, Parvus Efendi'yi, ‘Osmanlı tebaı’ sanmış olmalı..
Halbuki, Parvus Efendi, ilginç bir tiptir..

Alexander Israel Helphand Parvus..

M. Kemal’in ideolojik yönlendiricilerinden olup, Tekin Alp takma ismiyle ve 1925’lerde, ‘Kahrolsun Şeriat..’ başlıklı yazılar yazmasıyla ünlü Moiz Cohen’in yakın arkadaşlarından ve 1867’de  Beyaz Rusya’da doğmuş ve fırtınalı bir yarım asırlık hayat sonunda 1924’de ölmüş olan, rus ve sonra alman vatandaşı bir yahudi..

Gençlik yıllarında bolşevik/ komunist ihtilalin doğum sancılarını çeken Rusya’daki siyasî çalışmaları yüzünden kaçmak zorunda kalmış, bir süre Almanya’da bulunmuş ve sonra İsviçre’de Lenin’le tanışmış, Rusya’ya döndükten sonra Sibirya’ya sürgüne gönderilirken kaçıp İstanbul’a gelmiş, Osmanlı’nın seçkin siyasî kadroları ile, özellikle  İttihad-Terakkî Cemiyeti’nin önde gelenleriyle kısa sürede sıkı dostluk ilişkileri kurmuş birisi..

Dahası, Osmanlı’nın fikir hayatında etkili olan dergilerde yazılar yazıp,  İttihad- Terakkî aracılığıyla Osmanlı’ya yol göstermeye çalışarak, dünya müslümanlarının gelecekleri üzerinde de etkili roller oynamış ilginç bir uluslararası oyuncu/ entrikacı.. Bu arada, Osmanlı’da kaynağı açıklanamıyan büyük servetler elde etti.. Ki, bunların gizli silah satışlarına aracılık etmekten kaynaklandığı sanılıyor.. Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında Osmanlı ülkesini de terketmiş olup, Stokholm’da demir-çelik ve kömür ticaretinden de büyük kazançlar elde ettiği biliniyor..

Lenin ve arkadaşlarının Zürich'ten, bir ’mühürlü vagon’la Almanya üzerinden St. Petersburg'a gönderilmesi ve Rusya’da 1917- bolşevik/ komunist ihtilalinin tezgahlanması gibi büyük entrikalı projelerin sahihibi de odur.

Şimdi böyle bir kişiyi de Osmanlı vatandaşı sanıp ’kültür mozayiğimiz’ içinde değerlendiren bir siyasetçinin ciddiyetini ve yönetimine tâlib olduğu ülkenin geçmişinden ne kadar bilgisinin olduğunu varınız, siz hesab ediniz..

Başbakan Erdoğan'ın ’Türkiye mozaiği’ içinde sıraladığı isimlere alternatif olarak saydığı kişiler arasında Parvus’tan ayrı olarak yer alan Nihal Atsız'ın da üzerinde durmak gerekiyor..

Nihal Atsız’ın oğlu Yağmur Atsız,  babasıyla ilgili olarak, ‘Nihal Atsız dehşetli bir kafatasçıydı. Yakın çevresi, konu-komşu bir yana, hemen hiç tanımadığı insanların bile kafataslarını ölçer, kılı kırk yararak kesabını yapar ve  o şahıslara mesela yüzde 37 onda dokuz mu yoksa ne bileyim yüzde 69 virgül dört oranında mı 'Türk' olup olmadıklarını tebliğ eder, oranı düşük çıkanlar için de  dudaklarında daima birkaç 'teselli-bahş' kelime bulunurdu. Farz-ı muhal 'Fakat fevkalade bir iradi cehid ve uyanık bir milli şuurla bu fıtri noksanınızı kısmen de olsa  giderebilirsiniz' gibilerden...’  demektedir..

Esasen onun, oğlu Yağmur henüz 1-2 yaşındayken ona hitaben yazdığı vasiyetnâme, onun nasıl bir dünya görüşüne sahib olduğunun göstermektedir..

O vasiyetnâmede şöyle demektedir:

 

‘Yağmur Oğlum!

Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigar olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.

Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.

Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Arablar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.

Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.

Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır.

Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.

Tanrı yardımcın olsun!

Nihâl Atsız
4 Mayıs 1941’

 

*

*HDR’nin yeni ekibine başarı dilekleriyle..

 

11 Ekim günü, Duisburg’da HDR (İnsan Onuru ve Hakları) isimli derneğin kongresine (dinleyici olarak) katıldım..

15 yıl öncelerde kurulup Mehmed Doğan, Receb Karagöz ve son olarak da Murad Yılmaztürk  gibi değerli kardeşlerin başkanlığını yaptıkları bu derneğin yeni yöneticileri, Berlin’de ikamet etmekte olan yeni bir ekip..

Kongrenin başkanlığını Hollanda’dan şair ve yazar dostumuz Huseyn Kerim Ece deruhde ediyordu..

Son Başkan Murad Yılmaztürk, yaptığı konuşmada, beklenen çalışmalar yerine getirilemediyse, bunun sorumluluğunu üstlendiğini ve kendisinin suçlanmasını büyük bir olgunluk ve içtenlikle söylüyordu..

HDR’nin Kuzey Ren Westfalia (NRW) eyaletinde karşılaştığı bir takım dolaylı baskılar yüzünden kendisini feshetmek noktasına geldiği bir zaman diliminde yapılan bu  kongrede vazifeyi devralan yeni yönetim kurulu, ilginç bir terkib oluşturuyordu.. Tarık Ercan, Şevkî Karasu ve Kerem Özbay Türkiye kökenli idiler.. Jorgen Grassman 40 yıl öncelerde ihtida etmiş bir alman müslümanı.. Ve de Almanya doğumlu ve İran kökenli Behmen Birinççiyan..

Yani, HDR’nin çalışma alanı açısından, daha münasib bir uluslararası terkib.. Sadece müslümanların değil, bütün insan topluluklarının insan olmaktan kaynaklanan izzet ve hakları konusunda müslümanca bir bakış açısıyla daha etkili bir çalışma yapabilmek için, böyle bir terkibin daha verimli olabileceği düşünülebilir.. 

Bu terkibin daha da zenginleştirilmesinin ve Amsterdam, Viyana.  Bruksel, Paris, Zurich ve Hamburg gibi yerlerde de şubeler ya da çalışma birimleri oluşturulmasının faydalı olabileceğini düşünüyorum..

Kongrenin tamamlanmasından sonra, arkadaşlarla Beyt-i Selam denilen kuruluşa geçtik..

Beyt-i Selam’da da samimî bir havada uzuuun sohbetler oldu..

*