Eleştiri, Sorgulama Olmadan Gazetecilik Olur mu?

Alper Görmüş bu sıralarda Türkiye medyasında neredeyse esamisi dahi okunmayan gazeteciliğin iktidar ve devlet söylemine mesafeli olması konusuna değiniyor. 

Alper Görmüş’ün konuyla ilgili Serbestiyet.com’daki köşesinde yayınlanan yazısı şöyle:

Dersimiz Savaşta Habercilik, Öğretmenimiz Başbakan...

Washington Post’un, ABD hükümetini Vietnam Savaşı’na son vermeye mecbur bırakan belge yayıncılığını konu alan ‘The Post’ filminin ilk sahnelerinden biri...

Gazetenin kadın sahibi Katharine Graham ile genel yayın yönetmeni Ben Bradlee bir politik magazin haberi üzerine konuşuyorlar. Konu, ABD Başkanı Nixon’ın kızı Tricia Nixon’ın yakın bir zamanda Beyaz Saray’da gerçekleştirilecek olan evlilik töreni...

Beyaz Saray, yine aynı yerde yapılan bir düğünü yansıtış biçimini beğenmediği Washington Post’un kadın magazin muhabirini Başkan’ın kızının düğünü için akredite etmemiştir; gazeteden başka bir muhabirin gönderilmesini istemektedir.

Katharine Graham, belli ki haberin magazinel içeriği nedeniyle bu talepte fazla bir sorun görmemektedir; Ben Bradlee’ye, düğüne kimi göndereceğini sorar. Bradlee, hiç düşünmeden aynı muhabirde ısrar edeceğini, konu ne olursa olsun bir gazetenin hangi habere hangi muhabiri göndereceğine sadece gazete yönetiminin karar verebileceğini söyler. (Filmdeki bu ilginç yan hikâyenin devamı: Beyaz Saray tutumunu esnetmez, Washington Post düğünü izleyemez.)

Pentagon belgeleri

Gelelim filmin asıl hikâyesine...

Bu konuşmadan bir süre sonra, Amerikan merkez medyasının amiral gemisi The New York Times, 13 Temmuz 1971’de Post yöneticilerini derin bir gazeteci kıskançlığına gark eden bir manşetle çıkar: Pentagon belgeleri...

Manşet, önceki Başkan Johnson’ın Dışişleri Bakanı McNamara’nın bir araştırma kuruluşuna hazırlattıktan sonra kilit altına aldığı 7 bin sayfalık ‘Vietnam Raporu’nun küçük bir bölümünün dökümünü yansıtıyordu.

Ne var ki, yayının ömrü uzun olmaz. The New York Times’ı ‘millî menfaatlere aykırı davranmak’la ve hatta ‘vatana ihanet’le suçlayan Nixon yönetimi bir mahkeme kararı üzerinden yayını durdurur.

Tam o günlerde bir Washington Post muhabiri, raporu hazırlayan kuruluştan bir arkadaşına ulaşarak yardım ister. Gerçekte ise tam isabet kaydetmiştir: Raporu hazırlayan araştırmacı bizzat odur.

Post muhabiri artık haber kaynağı da olan arkadaşının evine gider ve belgelerin 4 bin sayfalık bölümünü iki büyük koliye koyarak gazete binasına döner. Vietnam Savaşı’nı on yıllardır izleyen altı kıdemli Post muhabiri sayfaları okurken gördüklerine inanmakta zorlanırlar. Savaşın kaybedildiği yıllar öncesinden bellidir. Beyaz Saray yetkilileri bunu bilmekte, fakat yine de savaşı sürdürmektedirler; binlerce Amerikalı askerin ölümü pahasına...

Her şeyi kaybetmek pahasına...

Washington Post, The New York Times ile kıyaslanamayacak kadar küçük bir gazetedir o dönemde. O nedenle de daha birkaç gün önce halka açılmış, sattığı hisselerden yüklü bir gelir elde etmiştir. Gazetenin sahibi Katharine Graham, hem bu gelişmeye işaret eden mali danışmanlarının hem de politik risklere işaret eden gazete avukatlarının kıskacı altında bir karar vemek zorundadır. Tabii bir yandan da, başta McNamara olmak üzere yakın dostluk kurduğu devlet elitiyle bütün ilişkisinin berhava olacağını bilmenin sıkıntısını yaşamaktadır.

Üstelik, kendi haber kaynaklarının The New York Times’ınkiyle aynı olması durumunda (ki çok yüksek bir ihtimaldir ve öyle olduğu da sonradan anlaşılmıştır), yasaklanmış haberi yayımlayarak mahkeme kararına uymamak suçunu da işlemiş olacaklar ve Bradlee ile birlikte hapsi boylayacaklardır.

Graham’in son kararını hangisi belirleyecektir: Bu mülahazalar mı, yoksa haberi mutlaka yayımlamak isteyen genel yayın yönetmeni Ben Bradlee’nin kararlılığı mı?

Ders gibi diyaloglar

Filmin bundan sonrası, şayet hayalini kurduğum gibi bizim gazete ve televizyon sahipleri ile genel yayın yönetmenleri tarafından izlenseydi, onları pek fena hissettirecek diyaloglarla örülü...

Mesela Katharine Graham’in McNamara’ya söylediği şu sözler (mealen): “Demek ki gazetecilik ile dostluk bazen bir arada yürüyemezmiş. Demek ki ya onu ya onu seçmek zorunda kalabilirmişsin.” (Gazeteciliğin yalnız ‘temas’ değil, ‘mesafe’ mesleği de olduğunu gösteren çok net bir örnek.)

Mesela Ben Bradlee’nin, haberi yayımlarsa geride Washington Post diye bir gazetenin kalmayacağını söyleyerek onu ikna etmeye çalışan avukatlara söylediği şu sözler (mealen): “Hükümet yayımlanmasın dediği için bir haberi yayımlamıyorsa, zaten ortada Washington Post diye bir gazete yok demektir.”

Tartışma niçin vardır? Çünkü hepimiz yanılabiliriz

Nixon yönetimi, böyle durumlarda hep olageldiği gibi ‘millî çıkar’ argümanına yaslanıyor, haberin yayımlanması durumunda ülkenin ve ulusun zarar göreceğini savunuyordu.

Fakat belli bir tarihsel anda belli bir tercihin “millî çıkar”ları kesin olarak temsil ettiği, ona karşı çıkanların ise kesin olarak yanıldığı nasıl söylenebilir? Tarih, yaşanırken ‘doğru’ gibi görünenin yıllar sonra yanlışlandığını gösteren örneklerle dolu değil mi? (Tartıştığımız örnekte de öyle olmadı mı? ABD Vietnam Savaşı’nı bir 10 yıl daha sürdürseydi, bunun ülke ve ulus için ‘iyi’ olacağını bugün savunan kaç kişi çıkar?)

Bundan önceki yazımın konusunu oluşturan Irak’ın Kuveyt’e müdahalesini (1990) hatırlayalım... Görünüşte müdahaleye karşı çıkan Amerika’nın alttan alta yüreklendirdiği o hamle, aynı yıl ABD’nin Körfez’e gelmesiyle, devamında da 2003’te Irak’ın işgaliyle sonuçlandı. Müdahalenin gerçekleştiği 2 Ağustos 1990’ı önceleyen günlerde (Irak yönetiminin iddiasıyla) ‘tarihsel olarak Irak’ın parçası’ olan Kuveyt’e müdahaleye karşı çıkan birileri olsaydı, onların nasıl bir muameleyle karşılaşacağını kolayca tahmin edebiliriz. Oysa şimdi dönüp baktığımızda, Irak ülkesinin ve ulusunun çıkarının Kuveyt’e müdahalede olmadığı gün gibi ortada.

Bu ve benzeri örnekler, yönetimlerin her kararının ülke ve ulus için otomatik olarak ‘doğru’ olamayacağını, herkesin yanılabildiğini ve tartışmanın bu nedenle bir ‘şıklık’ değil bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor.

Hem o dersi hem The Post’u izlemek!

Gerçekçi olacaksak, medya sermayesinin yapısının değişmesi ve başka gelişmeler nedeniyle, artık Batı demokrasilerinin medyasının da The Post filminde anlatıldığı kadar özgür olmadığını kabul etmek zorundayız.

Fakat yine de oralarda, ‘devlet’in, medya patronlarıyla gazetecileri bir araya getirip, onlara neyi yazıp neyi yazamayacaklarını dikte etmeleri türünden sakilliklere rastlanamaz.

Şunu içtenlikle merak ediyorum: Hem Başbakan’ın ‘savaşta habercilik’ dersini, hem de The Post’u izleyen meslektaşlarımız (medya sahiplerini geçiyorum) kendilerini nasıl hissetmişlerdir acaba?

Yorum Analiz Haberleri

"Suriye'den bize ne?" yaklaşımını besleyen körlük
Suriye devrimine çarpık ve indirgemeci yaklaşımlar
Yılbaşında normalleşen haram: Piyango
Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye