“Yeni bir sayfa” “yeni bir uzlaşma” “el sıkışma” “barışma” “toplumsal barış” gibi kulağa hoş gelen lafların ortalığı kapladığı bir dönemdeyiz. Bu durum bana kötü giden evliliklerde sık sık yapılan bir hatayı hatırlatıyor.
Karı koca arasında “nasıl bir hayat yaşamak istiyoruz” gibi, “hayatımızın ilkeleri neler olmalı” gibi, “mutlu olmaktan ne anlıyoruz” gibi çok temel konularda ciddi ayrılıklar vardır; bu ayrılıklar, her gün küçük küçük birçok somut olayda ortaya çıkar ve her seferinde şiddetli kavgalara sebep olur.
Ama her kavgadan sonra, taraflardan biri - madem ki birlikte yaşıyoruz, barışmak zorundayız, diye düşündüğünden- alttan alır, “Hadi gel barışalım” diye şirinlikler yapar, öbürü de yumuşar, kucaklaşıp barışırlar. Ama halledilmemiş bütün sorunlar alttan alta sürer gider ve üç gün sonra mutlaka yeniden patlak verir.
Türkiye’nin durumu da buna benziyor. O yüzden de ben “Ahh, Erdoğan’la Baykal bir el sıkışsalar” deyip duranları hiç anlamıyorum. El sıkışsalar ne olacak? “Nasıl bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz” sorusuna verdikleri birbirine tamamen zıt cevaplar ortadan kalkacak mı?
“Ne yazık, şimdiye kadar hiç bu kadar zıtlaşmazdık, kamplaşmazdık” diyenler şunun farkında değiller ki, aldatıcı olan eskinin o sözde uyumuydu. Yüksek sesle konuşan bir azınlık, Türkiye’de rejime ilişkin tek fikrin kendi fikri olduğunu, tek “doğru”nun kendi doğrusu olduğunu zannediyordu. Görünüşte bir saflaşma yoktu, çünkü geniş bir çoğunluk fikrini söylemeye bile cesaret edemiyordu. Bugün farklı olan, zaten var olan kamplaşmanın ortaya dökülmüş olması...
Halkın çoğunluğu eskiden de milli iradenin ayaklar altına alınmasına isyan etmek istiyor; o zaman da bürokratik vesayeti gördükçe hınçlanıyor; o zaman da laiklik denen şeyin din karşıtlığı olarak uygulanmasını hazmedemiyor ama bunu yüksek sesle ortaya koyamıyordu. Bugün koyuyor, koyunca da kıyamet kopuyor. Mesela Bülent Arınç... “Laikliğin yeniden tarif edilmesi lazım” dedi...
Bu fikir aslında cumhuriyet tarihi boyunca laiklik adına eziyet çektirilen on milyonlarca insanın ortak fikriydi. Ama ne oldu? Demokratik ülkelerde son derce masum bir talep olarak algılanacak olan bu talep, bir skandal olarak algılandı ve iddianamelere suç itirafı gibi girdi. Yıllardır “tek ses” veren üniversiteden farklı sesler çıkmaya başlayınca, “eyvah üniversiteler de parçalandı” diye feryatlar başladı.
Oysa anormal olan 80 bin kişiyi kapsayan üniversite camiasının, şimdiye kadar demokrasi ve parlamenter rejim konusunda ortaya çıkan her sorunda “tek ses” vermesiydi. Barolar 28 Şubat’tan beri yekvücut halde aynı tutumu alırken bunda bir gariplik görmeyenler, bugün barolardan farklı fikirler çıkınca alarm zilleri çalmaya başladılar: “Gördünüz mü bölünüyoruz.” Demokratik toplumlar gül bahçeleri değildir.
Sukunet, nizam ve intizam değil; daimi bir hareket, kıyasıya tartışmalar, şiddetli fikir mücadeleleri, belki hiçbir zaman kapanmayan fikir ayrılıkları, saflaşmasıyla uzlaşmasıyla sürekli bir devinim hakimdir bu toplumlarda. Bütün mesele, bu tartışmaların “silahların gölgesinde” ya da yargının tehdidi altında olmaktan kurtulup siyaset alanında ve toplum içinde özgürce yapılmasıdır.
Zaten gerilim de, fikir ayrılıklarından doğmuyor. Fikir tartışmalarına hariçten gelen müdahalelerden, tehditlerden, oyun bozanlıklardan doğuyor. Kavga etmeden uzlaşma olmaz. Kavga daha yeni başlamışken el sıkışın diye tutturanlar, sorunları örtbas etmeye çalışıyor. Çünkü mevcut sorunların örtbas edilmesi şu anki statükonun sürmesi anlamına geliyor.
BUGÜN