El sıkışmak, Antik Yunan’da mevcut olduğu düşünülen bir selamlama biçimi. Aydınlanma çağıyla beraber Avrupa’nın “Köklerimizi arıyoruz” telaşıyla sahiplenip devam ettirdiği geleneklerden biri. Osmanlı’da ilk ne zaman ve nasıl yaygınlaştı bilmiyorum. Belki sevgili Ayşe Hür, her biri arşivlik o muhteşem yazılarından birisini de bu meseleye ayırır ve öğreniriz.
Ancak Batı’dan devşirilen pek çok alışkanlık için geçerli olduğu gibi el sıkışmanın kendisinin Türkiye’de bir “artı-değer”i vardır. El sıkışma, asla sadece el sıkışma değildir; hele elini sıktığınız kişi başörtülü bir kadınsa...
Özellikle böyle bir durumda, elini uzatan kişi için bu bir nevi test mahiyetindedir. Karşısındakinin ne kadar ‘açık görüşlü’ olduğunu anlamak için uyguladığı bir test. Testi uygulayan kişi bir an durup “Bu öğretmen rolünü nasıl oldu da hak ettim” diye kendine atfettiği hiyerarşik üstünlüğü sorgulamaz. Bu gibi durumlarda üstünlük, kerameti kendinden menkul verili bir gerçektir.
Karşı cinsin elini sıkmak, hem Yahudi hem de İslâm Şeriatı’nda izin verilmeyen durumlardan birisi. Toplumsallığın getirdiği kuralları önceleyenler ile bundan daha fazla Allah’ın koyduğu kuralları önceleyenler arasındaki “kısa devre” de buradan çıkıyor. Bu noktada “Zaman bunu gerektiriyor” diye bakıp karşınızdakinin her durumda elinizi sıkmak zorunda olduğunu düşünebilirsiniz. Karşınızdakiyse “Dinim bunu gerektiriyor” deyip elinizi sıkmamakta ısrar edebilir. Burada yapılması gereken elini uzatandan ya da elini sıkmayandan uzaklaşmak mıdır?
Yıllar önce Bülent Arınç, başbakan vekili olarak bir yurtdışı gezisinden dönen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i karşılamak için eşiyle havaalanına gitmişti. Bunu merkez medya “Başörtüsü kamusal alanda” çığlıklarıyla karşılarken ‘İslâmcı’ medya da muhterem Münevver Arınç’ı bir erkeğin elini sıkmaya zorlayan sisteme söverek karşılamıştı. O dönemde Bilgi Üniversitesi’nde çalışan ve beni sosyolojiye ısındıran kişi olan Ferhat Kentel, mevzu üzerine bir yazı kaleme almıştı. Yazı, başörtüsüne havaalanında bile tahammül edemeyenler ile el sıkışmada bile cinsellik arayanları verdikleri tepkide yalnız bırakmaya davet ederek bitiyordu.
Bunun üzerine o dönemde benim gibi Bilgi’de öğrenci olan eşim Suheyb Öğüt, bütün yazılarına hayran olduğu hocasının son yazısına bir itirazı olduğunu söyleyerek şunu sorar: “Hocam, cinsellik el sıkışmakla başlamaz diyorsunuz, değil mi?” Ferhat Hoca da “Evet, sanırım öyle diyorum” diye cevap verir. Eşim de şöyle devam eder: “O zaman sorum şu: Peki, nerede başlar?”
Sorgulamak hususunda tanıdığım en titiz insanlardan birisi olan Ferhat Hoca bu soru üzerine uzun süre düşünür. Sonunda bityeniği anlaşılır: Hoca nereyi söylese, Suheyb “Neden orası da, burası değil” diye soracaktır çünkü; cinselliğin başlangıç noktasına dair bir belirleme yapmak mümkün değildir. İnsan, buna dair bir sınır koymaktan acizdir...
Cinselliğin nihai başlangıcını tesbit etmenin mümkün olmadığı noktada insan ilişkilerinin nasıl tesis edileceğine dair ya vahiy ya da toplumsal-tarihsel davranış kalıpları bize yol gösterir. Evet, el sıkışmak çoğunlukla cinselliğe kapı aralamaz. Ancak bunun bazı durumlarda vâki olduğu da hepimizin malumu. Örneğin filmlerde sonradan âşık olacak iki karakterin ilk el sıkışma sahnesine ne kadar anlam yüklendiğini hatırlamak bile el sıkışmanın içerebileceği cinselliği görmek için yeterli.
Yine yıllar önce feminist bir arkadaşım bu meseleyi kendi aramızda konuşurken, öpüşüp sarılarak selamlaştığı bir erkek arkadaşının kendisine sarılış tarzından rahatsız olduğunu hissettiğini ve bunu ona lisan-ı münasiple açıkladıktan sonra artık sadece öpüşerek selamlaştıklarını anlatmıştı. Yani sınır koyma ihtiyacını kendince o da duymuştu. Bu anlamda kişisel sınırlar belirleme ihtiyacının kendisi sadece Müslümanlara da has olmayan bir insanlık durumudur.
İnsanlar arası ilişkilerde cinsellik her zaman için bir potansiyeldir. Bu potansiyelin ne zaman gün yüzüne çıkıp çıkmayacağıysa bir muammadır. Bu anlamda cinsel bir varlık olan insanın diğer insanlarla ilişkisinde incinmemesi için “dokunmama” üzerinden bir sınır koymak, “nerelere dokunulup, nerelere dokunulmayacağı” üzerinden bir sınır koyma çabasından bence çok daha hikmetlidir.
Geçenlerde Ertuğrul Özkök, haftalık ‘türbanlı’ yazısını şöyle bitirmiş: “Hâlâ başı örtülü bir kadına elimi tereddütle uzatıyorum. Çünkü elimin havada kalma endişesini hâlâ atamadım. Bunun tek sorumlusu ben olamam.”
Başörtülü bir kadına el uzattığınızda, probleminiz tarihsel-toplumsal bir şartlanmışlığı yerine getirmekken; eli geri çevirmeyip sıkan kadının problemiyse varoluşsal bir sorgulamayı beraberinde getiren, çok daha derinleri sızlatan bir hâle işaret eder.
Bu noktada Özkök’ün endişesini paylaşanlara sormak gerekir: Eliniz havada kalmasın diye elini uzatmak zorunda hisseden, kalbinizi kırmaktansa günaha girmeyi göze alan kişinin endişesini ne yapmalı? Biliyorum, bu ülkedeki hiçbir toplumsal grubun endişesine ‘endişeli modern’lerin endişesine verildiği kadar kıymet verilmez. Yine biliyorum ki başka bir ülkede olsa nefret suçu kapsamına girmesi gereken “Kahrolsun Şeriat” sloganını benimseyenlerin dinî inanışlara saygı duymasını beklemek de beyhudedir. Bu yazı da onlara hitaben yazılmadı zaten.
Mevzubahis durumdaki “iki endişeli”yi de eşit derecede önemseyip, bu minvalde hareket edebilecek kadar ‘kapalı görüşlü’, açık yürekli olanlara yazıldı. Sesimi duyan var mı?
hasiralti@gmail.com
TARAF