Taha Kılınç / Yeni Şafak
Sırtlanların geçiş yeri
“Büyük devletler, geniş teşkilatlı imparatorluğumuzu inşa edecek ne zaman bıraktılar, ne de sükûnet! Bize de hiç olmazsa on senelik bir sulh tanınsa Japonların (Meiji devriminin başlangıcından beri) o kadar methedilen terakkîlerini biz de yapabilirdik. Onlar Avrupalıların pençelerinden uzak olduklarından, bize nazaran bahtiyardırlar, emniyet içinde yaşamaktadırlar. Maalesef biz, tam Avrupalı sırtlanların geçiş yerine çadırımızı kurmuşuz.”
Sultan II. Abdülhamid, 33 yıllık uzun saltanatının özeti mahiyetindeki bu cümleleri sarf ederken, aslında Türkiye’nin kaderine dair en esaslı tespitlerden birini de tarihin kayıtlarına geçiriyordu. Avrupalı sırtlanların geçiş yeri… Herhalde içeride ve dışarıda yaşanan onca şeyin, atlatılan badirelerin ve çekilen sıkıntıların hepsini toplasak, sebep hanesine bu ibareyi yazmak yeterli olurdu. Yüz küsur sene önce geçerli olan ölçüler, bugün de -belki hatta daha fazla biçimde- geçerli ve gündemimizde.
Türkiye’nin neyi temsil ettiğini, bölgemizde ve İslâm dünyası içinde nerede durduğunu, dışarıdan bakanların bizde ne gördüğünü kavramak, geleceğe en sıkı biçimde hazırlanmanın da başlangıç noktasını oluşturuyor. Bunu anlamayan insanların ağzından duyduğumuz şu türden cümleler ise, içerideki imtihanımızın bir başka boyutu: “Bizim Ortadoğu’da ne işimiz var?” Cümleye farklı coğrafyaların isimlerini yazarak, ifadeyi sonsuz biçimde değiştirebilirsiniz. Mantık aynı olduğundan, netice de fark etmeyecektir. Hepsinde niyet aynı yere çıkıyor: İslâm coğrafyasıyla ve Müslümanlarla zinhar aynı kareye girmek istemeyen, zihninden ve kalbinden oraları çoktan söküp atmış, İslâm’ı ve Müslümanları her türlü kötülüğün, geriliğin ve utancın kaynağı olarak gören bir zihniyet bu. Böyle bir bakış açısını mantıklı ve makul bir zeminde ikna etmek de maalesef mümkün görünmüyor. Kendimizi ve gelecek nesillerimizi korumaya odaklanacağız.
Geçtiğimiz günlerde, Âkif’in “Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor / Bir hilâl uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor” dizelerinde anlattığı o tertemiz evlatlarımızdan 12’si şehadete yürüdüğünde, Türkiye içinden bazı kesimlerin başlattığı çirkin bir “şehadet” tartışması, bu durumun en güncel ve pratik tezahürü oldu. Şehit ailelerine galiz biçimde saldıranların yanında, şehitliğin bizatihi kendisine kin kusanları da gördük. Dillerinde terörün tanımı bile belirsizleşmiş sosyal medya maymunlarının kanaat önderliğine soyunduğu ülkemizde, bizi biz yapan her türlü değere savaş açan bir karakter yapısıyla karşı karşıyayız.
Türkiye sadece Türkiye’den ibaret olmadığından, içeride yaşayacağımız bütün çözülmeler sadece bizi etkilemeyecek, İslâm coğrafyasının farklı noktalarında doğrudan akisleri görülecektir. İstikbali düşündüğümüzde, önümüzde duran belki de en büyük tehlike, İslâm’dan uzaklaşarak, dinî ve manevî sahada tamamen hedonist dürtülerle hareket eden amaçsız yığınların söz sahibi olması ve geleceğimize dair karar mekanizmalarında boy göstermesidir. İslâm’dan “arındırılmış” kof milliyetçiliklerle ve süslü lafların gerisine gizlenmiş faşizmlerle gidilecek istikamet ancak sosyal bataklıklar deryası olabilir. Keza İslâm dünyasıyla daha yakın ilişkiler kurmayı engelleyen her türlü zorbalık ve sapma da, bu ülkenin geleceğinin kundaklanmasıdır.
Türkiye çok güçlü olmak zorunda. Türkiye, caydırıcılığını korumak zorunda. Türkiye, İslâm coğrafyasıyla ilişkilerini sımsıkı tutup, gözüyle kulağıyla, eliyle ayağıyla mıntıkayı sürekli kolaçan etmek zorunda. Ancak bu sayede, bu güzel ve mahzun İslâm yurdunun geleceğine dair ümitvar olmayı sürdürebiliriz. Aksi takdirde, merhum sultanımızın sözünü ettiği sırtlanların pençeleri, meş’um birer gölge gibi başımızın üstünde bekliyor.
Bu yüzden, -hangisi olursa olsun- başka devletlerin karanlık ajandalarına asker yazılmayı, adeta vatana ihanet derecesinde bir suç olarak görüyorum. Bu yüzden, tembellik etme lüksümüzün bulunmadığını savunuyorum. Bu yüzden, düşmanların istismarına fırsat bırakmadan, kendi içimizdeki eksikleri yine kendimizden hareketle bulunmuş çözümler eşliğinde gidermek gerektiğini düşünüyorum. Başka çıkar yol yok.