Eksik olan “bir şey”

Markar Esayan

Mustafa Kemal, İttihat ve Terakkicilerin liberal Osmanlıcıları cinayetlerle tasfiye ederek kurdukları Türkçü ideoloji ile yeni bir ulus ve ülke yaratma hedefini emanet almıştı. Ancak onlardan daha gerçekçiydi. Ayakları daha yere basıyordu. Bu projede birtakım önemli restorasyonlar yaptı.

Herhalde bunda en önemli eksen, İslam’la kurulacak ilişkiydi.

İttihatçılar, Osmanlıyı Türk ulusu üzerinden yeniden yaratma hayalinde, İslamı bir kaldıraç olarak görüyordu. Çöküşün müsebbibi olarak görmelerine rağmen, İslam ve elde tutulan halifelik önemli bir imkandı. 1. Dünya Savaşı’nda İslam alemine yapılan “Küffara karşı cihad” çağrısı bu nedenleydi. İslam aleminin özgürleşmesi umurlarında bile değildi oysa.

Dini bağnazlıktan da zelilce faydalanmasını bildi Enver ve Talat. Anadolu’dan Ermenileri, Süryanileri ve Rumları temizlerken, Adana Ermeni katliamlarında “yedi gavur öldüren Müslümanın cennete gideceği” gibi zelil bir yalanı, kendileri İslama’a düşmanken bile kullanmasını bildiler. Bu katliamların temelinde, ciddi bir bağnazlık motivasyonunun olduğunu bugünün Müslümanları artık sorgulamaya başlamalılar.

Ama Mustafa Kemal daha farklı düşünüyordu. Ona göre İslam bu topraklardan mümkün olduğu kadar uzaklaştırılmalıydı. Modern, batılı, çağdaş bir Türkiye kurmanın önündeki en büyük engel dindi. Temel kurumları bu nedenle hedef seçti. Tarikatların İslam’ın hayat damarları olduğunu biliyordu. Bir “devlet İslam”ı kurabilmenin en makul yolu, Müslümanların, kutsal kitapları ve dünya İslam’ı ile ilişkilerini kontrol altında tutmak, daha doğrusu yönetmekti. Bu şekilde, İslam ehlileştirilebilir, dönüştürülebilir, refom sonrası Hıristiyanlık benzeri bir versiyona evrilebilirdi. Böylelikle, ona göre, İslam’ın Osmanlı’nın başına getirdiği felaketler bir daha yaşanmaz, Türkiye Doğu’dan tamamen kopar, gerçek bir laik-batılı devlet olabilirdi. Mustafa kemal, Fransız devriminden sonra Hıristiyanlığın Jakobenlerce birkaç sene yasaklanması gibi bir yola girmeyecek kadar da akıllıydı.

Saltanat, Hilafet, tarikatlar kaldırıldı. Tevhid-i Tedrisat’a geçildi. Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Siyah Müslümanlar devletten dışlandı. Zamanla merkezde imal edilen Beyaz Müslümanlığın çevreye sirayet edeceği öngörüldü. Bunun paralelinde, diğer farklı unsurlar, Kürtler, azınlıklar, Aleviler, komünistler de baskı altına alınıp, asimile edilmeye çalışıldı.

Bugün, bu zorlu güç karşısında ayakta kalabilen iki unsur var. Müslümanlar ve Kürtçü hareket. Diğerleri bu projenin kurbanı olarak asimile oldular. Memlekette azınlık kalmadı. Kalanların çoğu Türkleşti. Alevilerin durumu ortada. Paramparça haldeler ve genellikle rejimin bekası için özgürlüklerini feda etme eğilimindeler. Kürtler ise, hem kalabalık nüfusları sayesinde, hem de kendi coğrafyalarında toplu kalabildikleri için, Kürt olarak çağrılabiliyorlar. Ama hala 1923 model bir Kürt kemalizmiyle yeni bir gelecek kurmayı hayal edebilecek kadar totaliteriyenizmi içselleştirmiş durumdalar.

Müslümanlar da, üzerlerinde denenen mühendislikten etkilendiler, dönüştüler tabii ki. Özellikle Türk milliyetçiliğiyle kurdukları ilişki son derece sorunlu. Bir kişinin milliyetçiliğinden vazgeçince, Müslümanlıktan da çıkacağı gibi bir derin endişe içlerinde yer etmiş vaziyette. Oysa, İslam’da kavmiyetçilik yok, hatta büyük günah. Bugünün Türk Müslümanı, Kur’anla çelişen bir sürü pozitivist-modern “değeri” içselleştirmiş durumda. Devleti kutsama, militarizm, orduyu hala peygamber ocağı olarak görme, devletin az da olsa derin olmasının gerekliliğine inanma gibi...

Ama radikal Aydınlanma ve modernizmin en büyük çelişkisi, inananların, kaybolduklarında, bir deniz feneri gibi geri dönebilecekleri Kutsal Kitapları olduğu gerçeğidir.

Bu sayede özgürleşenlerin bazıları ise, çareyi Osmanlı’yı yüceltmede buluyorlar. Anakronik bir dünyaya savruluyorlar. Orada da, daha adil bir efendi olma özlemi var. Milleti Hakime olmaya geri dönüş.

Ama işte, Müslümanlar tüm bu parçalı ve acılı hikayeye, bunca zulme rağmen, bu ülkenin demokratikleşmesinde dinamo vazifesi görüyorlar. Ayakta kalan tek yapı olarak, tarihin onlara yüklediği sorumluluğa tüm çelişkileriyle birlikte sahip çıktılar. Bizim sorumuz ise bundan sonra ne olacağı ile ilgili. Çünkü bu gösterişli uyanışın ülkeyi kapsayıcı bir şekilde devam etmesi, dünyada kabul görmesi için, kendi üzerinde düşünmesi, eksik olan “o bir şeyi” oluşturması gerekli.

Özgürleşen Müslümanlar, bu parçalı yapıyla uzun süre devam edemezler. AK Parti’nin pragmatizme bu kadar savrulmasının ve iki ileri bir geri adım atmasının altında yatan neden, hala bir ideoloji oluşturamamış olması. Eksik olan o “bir şey” bence budur; Türkiyeli muhalif-özgürlükçü Müslüman’ın bir ideolojisi hala yok, el yordamıyla ilerliyor. Dünya ve bu ülkede diğerleriyle kuracağı ilişkide, ölçütler neler olacak? Özgürlükler neye göre tanımlanacak? Haklar, sosyal politikalar, iktidarı paylaşma, komşularla ilişkiler, neye göre düzenlenecek?

Buna Kur’an diye cevap verdiğinizi duyuyorum. Müslümanlar için kutsal kitaplarının birinci referans kaynağı olacağı aşikar. İşte belki tam da burada daha anlamlı bir “özel alankamusal alan” tartışması yapmanın zamanı gelmiştir diye düşünüyorum.

markaresayan@hotmail.com

TARAF