Son birkaç gündür DTK’dan medyaya yansıyan talepler üstüne yazarken, bu arada benim de bir başka “talepname” ile dolaylı ilişkim olduğuna dair çıkan haberi atladım. Kurtuluş Tayiz önce bizim Taraf’ta yazmıştı, Ekopolitik’in Cumhurbaşkanı’na ilettiği talepleri, sonra da Sabah’ta bunu izleyen bir haber çıktı. Bu yazılarda söylenenler yanlış değil ama tam doğru da değil, çünkü (“eksen” değil ama) bir odak kayması var gibi.
Ekopolitik adındaki sivil örgütle “Kürt Açılımı”nın başlangıcında, Beşir Atalay’ın Ankara’da yaptığı toplantıda tanıştık, o zamandan beri zamanımın elverdiği ölçüde toplantılarına katılıyorum, çünkü çalışma tarzını onaylıyorum. Bu toplantıların bir kısmı da Vamık Volkan’ın Türkiye’ye uğradığı günlerde yapılıyor.
İlke şu; bir sorunun içinde, yanında yöresinde olanlar, herhangi bir şekilde kendisini o sorunla bağlantılı sayanlar, biraraya gelerek o sorun üstünde konuşabilmeli. Çünkü silahı bir kenara koyup konuyu tartışmaya başlamak, barışa doğru atılacak adımların belki en önemlisi, en belirleyici olanıdır. İnsanlar, birbirlerini tanımadan birbirleriyle konuşmadan, birbirlerini tanıyamaz, tanımazsa karşısındakini anlayamaz, onun ruh haliyle “empati” kuramaz.
Ekopolitik’te bunun yapan, bu işlerin başlangıcından bugüne kadar oturup konuşan, birbirini tanımış ve birbirine alışmış bir ekip var. Buna “çekirdek” diye de bir ad konmuş. Ama sorun bu çekirdekle başlayıp onunla bitmiyor tabii. Amaç, birbiriyle konuşmaya başlayan ve bunu önemseyenlerin sayısının artması, bu çevrenin olabileceği kadar genişlemesi. Kürt sorunu belki ta başından beri yerel falan değil. Türkiye’nin tamamını ilgilendiren bir sorun. Onun için, Çanakkale veya Edirne’de de olsanız, bu sorunun çok uzağında değilsiniz; sorun olmasına da, çözüm bulunmasına da, sizin katkınız olabilir.
Dediğim gazetelerde yayımlanan yazılarda Ekopolitik kendisi bir “çözüm yolu” bulmaya çalışıyor, bunun için bir talepler listesi hazırlıyor diye yorumlanabilecek cümleler vardı. Düzeltme gereğini duyduğum nokta da bu. Bizlerin kendimize böyle bir misyon koyduğumuz yok. Şüphesiz o da olabilir, onun da faydası olabilir, ama bizim amacımız insanların birbirleriyle konuşmaya başlamasını sağlamakla sınırlı. Bu konuşmanın üzerinde cereyan edeceği platformu kurmakla sınırlı. Elbette konuşulanları da kaydediyor, “Şunlar, şunlar” söylendi diyoruz, ama bu “Kürt sorununun çözülmesi için alınması gerekli ön tedbir havasında bir şey değil. Zaten biz bu konuşma ortamının kapanmamasından, konuşmanın hep devam etmesinden yanayız. “Konuşma”nın, A sorunu, B sorunu değil, bütün sorunların çözüm aracı ya da yöntemi olarak kabul edilmesi gerektiğine inanıyoruz.
DTK çalışmalarında, ilkokullarda okunan “Ant”la ilgili, “Bu artık kalksın” anlamında bir görüş şekillenmiş diye okudum medyada. Benim katıldığım bir Ekopolitik toplantısında da, Kürt arkadaşlardan biri bundan yakındı.
Otuzlu yıllarda, o dönemin hızlı “ırkçı”larından, Tarih Kurultaylarının coşkulu hatibi, Güneş-Dil Teorisi savunucusu, Zeki Velidi Togan’la Orta Asya’nın kuruyan iç denizi üstüne tartışan Raşit Galib’in yazdığı bir metindir bu. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” tarzında cümlelerle dolu, “muasır medeniyet seviyesi”yle ilgisi olmayan bir metindir. Bu ülkede okula giden herkes (ki oranı artık toplumun tamamına yaklaşıyor) durmadan ve sesinin son avazında bu ağır faşizm kokan cümleleri haykırdığı için herkesin alışkanlık kesbettiği bir metin...
Amerika’da, liselerde de, bayrağa ve onun temsil ettiği millete bağlılık belirten beş on kelimelik bir ant tekrarlanır, bir de dua okunur. Bizim bu “ant”la kıyaslanır bir şey değildir ama o bile yeterince tatsızdır. Böyle şeylerin her yerde, her zaman tatsız oldukları şekilde.
“Bu artık okunmasın” talebinin bir Kürt’ten değil, bir Türk’ten gelmesini beklerdim ama, dünkü yazımın sonunda söylediğimi bununla ilgili de tekrarlayabilirim: Öyle bir şeyin olduğu gün, zaten, Türkiye sorunlarının büyük kısmını çözmüş olur.
TARAF