Ekini ve Nesli Yok Etme

ASLI ATEŞ KAYA

Büyük bir gürültüyle uyanmıştık, saat üçü bir kaç dakika geçe. O güne kadar hiç duymadığımız bir uğultu, yazın sıcağında yaptığımız otobüs yolculuğunun mahmurluğunda yakalamıştı bizleri. Dokuzuncu kattan her bir merdiven basamağını inerken, boşluğa düşebileceğim hissiyle adımlarımı atmıştım.

İşte dışarıdaydık, ama hiç birimiz depremin şiddetini tahmin edemiyorduk. Elli ölü anonsunu arabanın radyosundan duyduğumuzda dahi, felaketin boyutunu kavrayamamıştık. Herkesin en yakındaki camiye koşup namaza sığınışını ise, hiç unutamayacağım bir anı olarak hafızama kaydediyordum.

Her bir depremde yeniden depreşir o görüntüler. Japonya’daki son depremde ise, her zaman hazırlıklı olmaları hasebiyle, fazla büyütülecek bir şey değildir diye düşünmüştüm, haberi duyduğum ilk anda.

Gün geçtikçe kıyamet sahnelerinde birer parçaymışçasına, hayretler içerisinde kalarak izliyorduk görüntüleri.

Kıyamet saatinin bize apansız gelmesinden (47/18) başka ne olabilir ki bu? İnsan tarih boyunca,  evrenin, dünyanın, güneşin, yıldızların ve nice yaratılanların sonsuza dek var olacağını zanneder. Oysa ki, nasıl yaratıldıysa her şey, bir gün yok da olacak, ölümü de tadacaktır. Bu noksansız düzeni vareden Rabbimiz, bizim bilmediğimiz ama, Rabbimizin bildiği bir zaman diliminde yok olacaktır.

“Gök yarıldığı zaman“ (77/9), “Güneş köreltildiği zaman“ (81/1), “Denizler tutuşturulduğu zaman“ (81/6), “Dağlar yürütüldüğü zaman“ (81/3), “Dağlar kökünden sökülüp savrulduğu zaman“ (77/10)

Kuran’da kıyameti tasvir eden bu ayetler ışığında bizlerin kaçacak yer arayacağımız, ama gidecek bir yerimizin olmayacağı gerçeği bizi çepeçevre kuşatıyor. Kıyametin bir felaket(!) olacağını tahmin ediyor insan! Bunun karşısında panikleyeceğimiz, şaşkınlığımızı gizleyemeyeceğimiz de muhakkak. 

Ne zaman olacağının ilminin ise Rabbimizin katında (7/187) olduğunu biliyoruz.

Her büyük deprem sonrası hafızamızda kıyamet sahnelerini andıran manzaraları konuşuruz günlerce.  Japonya’daki son depremde, her ne kadar depreme hazırlıklı bir millet olduğu öngörüsünü alt üst eden görüntüler var olsa da, Japon komşumun evlerin parçalanmadan su üzerinde yüzdükleri gerçeğini hatırlatması karşısında ne diyebilirdim ki… Gerçekten suyla beraber savrulup sürüklenen evlerin, depreme dayanıklı olduklarını söylememiz gerekir. Ama bütün hazırlıklı hale rağmen, bir şeylerin süresinin dolmuş olması ve sonunun gelmesi bitişini kesinleştiriyor adeta.

Kıyamet dünyanın biten ömrünün miadıdır. Kıyametin yaklaştığına dair hiç bir şüphemiz yoktur (22/7)

Bazı insanların kıyametin gerçekleşeceğine dair ciddi şüpheleri olduğunu biliyoruz. Buna rağmen, insanların çoğu, kıyamet hakkında malumat sahibidir. Kehf suresinde söz edilen zengin bağ sahibinin ifadeleri  (18/35,36) buna en güzel örnektir.

Hayretimiz görüntülerden hepimiz haberdarızdır. Bütün görkemiyle bizi cezbeden bu hayat, yine görkemli bir şekilde yok olmaktadır tabir-i caizse. Dehşet içerisinde kalarak Nuh Tufanı’nda hafızamızda, ayetler eşliğinde canlandırdıklarımızla, benzerlik taşıyan görüntüleri izliyoruz,  Japonya’daki felaket sonrasında. Seyretmeye dahi cesaret edemediğimiz bu görüntüler, bir topluluğun kıyameti değildir de nedir?

Dünyanın üçüncü büyük ekonomisiyle Japonya, ekonomik gücüyle, buluşlarıyla dünyayı cezbeden bir ülke. Ama şu andaki manzaralar,  insanın acziyetenin boyutunu göstermesi açısından anlamlı. Gemiler arabalarla, uçaklarla ve evlerle yanyana yüzüyor. Son teknolojik sistemlerin kullanıldığı yollar, evler ve bilumum bütün yapılar birer çocuk oyuncağı şeklinde yerle bir olmakta, köprüler yıkılmakta, ağaçlar sökülmekte ve hatta Japonya adasının jeolojik yer değişikliğinden sözedilmekte.  Nükleer santrallerden sızıntının olması gerçeği ise, bir başka felaket boyutuyla bizleri, ileriki zaman diliminde meşgul edecektir hiç kuşkusuz. Hiroşima ve Nagazaki bombalarının yarattığı tahribatın izlerinin hala silinemediği gerçeği karşısındaki acziyet ortadayken, depremin açığa çıkardığı enerjinin 600 atom bombası kadar olduğu, bize, büyüklüğünü tahmin noktasında ipucu verir nitelikte. Hele 17 Ağustos depreminin 35 katı büyüklüğünde olduğunu öğrendiğimiz de ise donup kalıyoruz öylece. 

Depreme dayanıklı bütün teknolojik malzeme ve yapı sistemlerine rağmen engellenemeyen bir yokoluş. Uyarı sistemlerinin ikaz mekanizmalarının devrede olması da bir kurtuluş reçetesi olmamış son hadde.

“ Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile…“ (4/78)

Bunlar tedbiri elden bırakmak anlamına gelemez elbette ki. Ama söz konusu olan sürenin dolması ise, engel olacak hiç bir gücün olmadığını da kabullenmeliyiz.

Endonezya’daki depremin ve sonrasında ‘tsunami‘ olarak hafızalarımızda yer eden görüntülerin bir benzerini yaşıyor Japon halkı.

Dev dalgaların yuttuğu her şey…

Yaşadığımız çağdan bir önceki çağın bize anımsattıkları savaşlar ve işgallerken, bu yüzyıla da damgasını vuran doğal ve çevresel afetler kazındı zihnimize; seller, depremler, tsunamiler ve küresel ısınmanın yaratacağı felaketlerin peşisıra gelecek olan, insanlığı kavuracak susuzluk, radyoaktif maddelerin vereceği zararlar vs.

Bölgede radyasyonun yol açtığı facia ise, insanların izole edilmeleri ile dramatik görüntüleri bizlere sunarken, sorumluluğumuzun boyutunun büyüklüğünü de göstermesi açısından düşündürücü. Bütün olanlarda her birimizin payının olduğu muhakkak.

Zarar vermeden yaşamayı bilmek, dünyayı korumaya çalışmak, aslında kendimizi, yaşadığımız dünyayı ve çocuklarımıza bırakacağımız geleceği muhafaza etmektir.

“İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarını bir kısmını kendilerine taddırmaktadır.“ (30/41)

“O, (senin yanından) ayrılınca yeryüzünde bozgunculuk yapmağa, ekin ve nesli yok etmeğe çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.“ (2/205)