Siyasetiyle toplumuyla şekle şemaile fazlasıyla önem atfediyoruz. İçeriğe ve niteliğe, samimiyete ve tutarlılığa odaklanmak yerine duygu ve düşünce dünyamıza hitap eden sembol, ritüel ve söylemlere açık çekler yazacak kadar prim veriyoruz. Bu durum seküler kesimler için geçerli olduğu gibi dindar, muhafazakâr veya milliyetçi kesimler için de böyle maalesef. Yolu berber ve terzilerden geçen, birkaç şiir ve sloganla tekâmül eden bir modernlik, milliyetçilik ve dindarlık profiliyle oturup temel kaynak ve referansları tartışmak, ülke ve toplumun geleceğine dair fikir teatisinde bulunmak hiç de kolay olmuyor bu yüzden.
Fikirde derinlik ve tutarlılık, karakterde sabır ve tahammül olmayınca bütün meseleleri birkaç klişe cümleyle izah edebilen, bütün eksik ve kusurları en kestirme yollardan dış güçlere fatura edebilen tuhaf bir ruh hali egemen oluyor ülkeye. En önemli meseleleri etraflıca tartışamadığımız için hiçbir mesele kapanmıyor buralarda. Hatta usulünden esasından koparılan tartışmalarla kanamaya hazır yaralara döndürülüyor ayrıştığımız meselelerin her biri. Nihayetinde her tartışmadan haklı ayrılmak, alacaklı çıkmak mecburiyetinde olmadığımızı da anlayacağız günün birinde. Oysaki ittifak etmenin olduğu gibi ihtilaf etmenin de asgari düzeyde ahlaki sorumlulukları vardır.
Mübalağa Varsa Tetikte Duralım
Selefilik ve selefiler üzerine bir süredir Türkiye’de tartışmalar dönüyor. Bu tartışmaların önemli bir kısmı önceleri Amerika ve Avrupa kaynaklıydı ve özetle “Türkiye Atatürk çizgisinden kopup radikal İslami karaktere bürünüyor” tarzında bürokratik oligarşiyi kışkırtan bir mahiyet taşıyordu. Suriye, Libya, Mısır ve Tunus’ta yaşanan gelişmeler sonrasında Türkiye’nin aldığı pozisyona Rusya-Çin ve İran cephesinden gelen eleştiriler de benzer bir mahiyet göstermeye başladı. Örneğin önce SSCB akabinde ABD işgaline karşı Afganistan direnişine gönderme yapan analizlerde bazı benzetmeler, kıyaslar piyasa sürüldü. Mesela “Hatay, Peşaver oluyor”, “Suriye’nin Pakistan’ı Türkiye oluyor” gibi teşbihler yoluyla “radikal cihadist Türkiye” klişesi ve sembolü siyasal ve toplumsal zeminde iyice belirginleştirildi.
“Tayyip Erdoğan’ın neo-Osmanlıcı ihtirasları” gibi bir taraftan alay konusu diğer taraftan bir tehdit unsuru olarak işaretlenen Türkiye’nin bölgeye ilişkin duruşu ve rotası çok farklı cephelerde bulunan devletleri ve devlet-dışı aktörleri kolayca aynı ortak paydada buluşturdu. NATO’nun uslu ortağı, AB’nin kapısında bekletilen Türkiye artık “öngörülemez bir müttefik” kategorisinde tutuluyordu. Türkiye yıllarca bölgeye Şii fanatizmiyle terör ihraç etmiş İran’dan, Selefilik motivasyonuyla Afgan direnişinden 11 Eylül saldırılarına değin asimetrik savaşlar veren post-modern militanlar sevk etmiş Suudi Arabistan’dan bile daha radikal, daha tehlikeli bir ülke şeklinde takdim ediliyordu. Köprünün altından çok sular akmış ve Kemalist sol-sosyalist çevrelerin hemen tamamı haykırdıkları “Türkiye İran olmayacak” sloganlarını unutup Esed rejimi ve Rusya-Çin ilişkileri bağlamında çoktan İran namına konuşlanmaya başlamışlardı bile. Hatta öyle ki, Filistin konusunda, Mısır’daki Sisi darbesine destek meselesinde, Libya’daki Halife Hafter cuntasıyla iş tutma gündeminde “Suudi Arabistan kadar bile olamadık” serzenişleri diplomatik açılım nazariyesi kabul ediliyordu. “Başörtülü okumak isteyenler Suudi Arabistan’a gitsinler” mottosu mu, çoktan mazide kalmıştı elbette. Arapları Araplardan çok düşünülüyor, Araplara rağmen Arapçılık yapılıyor gibi kimi deli saçması kimi düpedüz kara propagandalar alenen piyasa yapıyor.
Böyle Dost Düşman Başına
Bu değirmene su taşımak için içeride ciddi bir yarış olduğu da kimsenin gözünden kaçmasın sakın. İlaveten “cihadist Türkiye, İslamcı Erdoğan” söylemleri Kemalist sol-sosyalist kesimlerin ezberi olmaktan çıkmış durumda. Cihadist Türkiye imajını siyasal ve sosyal zeminlere iyice kazımak üzere Amerika’dan Rusya’ya, İsrail’den İran’a değin profesyonel düzeyde öne çıkan politikalara kimi kullanışlı ahmaklar kimi riyakâr ve fırsatçı kuklalar da içeriden omuz veriyorlar. Söylenenlere bakacak olursak Türkiye gittikçe büyüyen, hızla yaygınlaşan bir Selefilik tehdidi altındaymış. Öyle ki “iç savaş çıkarmak üzere 2.000 selefi dernek silahlanıyor”muş. Ana akım medyada canlı yayında defalarca tekrar edilen bu söylem savcılık çağrısıyla bir anda 150’ye düştü ancak ifade verirken hiçbir somut isim, bilgi, belge ve şahide atıf yapılamadı.
Allah’a, Kitabı’na ve Resulü’ne türlü yalanlar, aşırılıklar yakıştıran riyakârlar kime iftira etmezler ki! Şekil şemaille, bir dizi klişe cümleyle güya Ehli Sünnet’i tekelinde tutup bir dünya insanı tekfir etmeye, tecrit ve mahkûm etmek üzere espiyonaja sarılan adama kim, neden güvensin. Şeytan Ayetleri başta olmak üzere Allah ve Resülüne her türlü düşmanlığı sergilemiş “topal fabrikatör”e övgüler ve teşekkürler düzen riyakârlık kesinlikle ihlas ve ittika çizgisinde hayat sürüyor olamaz. İşin içinde basit bir nakilcilik yok. Ata/Türkçü derin adamlarla kotarılmak istenen iğrenç ve edepsizce bir tuzak işletilmekte.
Kucak kadar sakalı, sıfıra vurulmuş kafasına sardığı yeşil sarığı ile güle oynaya anlatılan “Türkiye Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in değerlerine bağlı tarikatların yolunda ayrılıp selefileşiyor, cihadist oluyor” masallarına hiç merak etmeyin çok müşteri çıkar. İçeride tasarlanan bu korku masalı bir sürü kurumu ve binlerce adamı seferber ederek inşa etmeye çalışan İran ve Suud’un da Amerika ve Rusya’nın da yağlarını eritir, gönlünü mest eder.
Böyle akılsız dostlar varken hiç gerek yok üst aklın komplolarına, Siyonist İsrail’in tuzaklarına. Öyle adamlar var ki; üzerindeki formaya bakıp bizim takımdan zannediyorsunuz ama adamın hangi kaleye gol atacağı belli değil. Psikolojik savaşın geldiği aşamada Ehli Sünnet bir maske olarak kullanılıyor, vatanseverlik söylemi bir uyuşturucu işlevi görüyor. Tekfircilik ile ispiyonculuk paralel seyrediyor. Hegemonya savaşı İslam düşmanlarıyla güya İslam’ı savunan çevreleri en müptezel ilişkilerin içine sürüklüyor. Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayan riyakâr tipler davetçi-tebliğci maskesiyle Müslüman toplum içinde fitne ve fesadı yaygınlaştırmaya çalışıyor. Kâfirlerle, zalimlerle, fasıklarla millilik ve devletçilik özelinde bir sürü ortak paydalar bulup iş kotaranlar rakip cemaatleri tasfiye etmek için her türlü yalana, iftiraya, itibar suikastına sarılabiliyorlar.
Şu soruyu sorarak bitirelim: İslam’ı alay konusu haline getiren, Müslümanı gülünç ve güvenilmez olarak temsil eden, Müslümanlara karşı saldırgan davrananlar Allah yolunda ve Allah’ın rızasına talip olabilirler mi?
*
(Yazarın Yeni Akit’te yayınlanan yazısının sitemiz için genişletilmiş halidir)