Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Kendi hayatımızı kaçırıyoruz sayın seyirciler!
İnsanların bir arada olduğu herhangi bir ortamda karşılaşmanız en muhtemel manzara ellerindeki telefona gömülmüş kişiler olur muhtemelen. İnsanlar birbirlerine randevu verip bir yerlerde buluşuyor ve sonra karşılıklı oturup telefonlarını kurcalıyorlar. Yüz yüze muhabbetten sonra sesli görüşmeler de tarihe karışmak üzere; daha çok ‘yazışılıyor’ artık. Olabildiğince kısa, kısaltmalar, semboller ve yabancı kelimelerle dolu, bozuk Türkçeyle bir araya getirilmiş ifadeler… Pek bir meselesi de yok kimsenin. Yani hayatın içinden bir meselesi yok. Diziler, televizyon yarışmaları, maçlar, magazin meseleleri, üçüncü sayfa mevzuları, agresif siyaset vıdı vıdıları… Başka? Yok pek başka bir şey!
Seyircisi olduğumuz şeylerden bir dünya kuruyoruz kendimize. Ekranlardan önümüze konulan şeylerden bir zihinsel menü oluşturuyoruz. Doğrudan ekranlara bakmadığımız zamanlarda da uzun uzun, gerçekten çok uzun zamanları bunları boş boş konuşmaya ayırıyoruz. Herkesin zaten seyrettiği, gördüğü, izlediği şeyler hakkında anlamsızca laf çevirip duruyoruz aramızda. Yorucu bir tarafı var bütün bu işlerin, gerçekten bir şeyler yapıyormuş, bir şeylere taraf olunuyormuş, bir şeylere tepki veriliyormuş, seçkin beğeniler ve ilgiler ortaya konuyormuş hissi veriyor insana bütün bunlar. Yazık ki durum pek öyle değil! Hepsi belli bir hesap kitapla, belli bir kurguyla, çoğu zaman ticari bir öngörüyle gündemimize getirilen (gelen değil yani) şeyler bunlar… Bizim hayatımız değiller! Bizim seyircisi, takipçisi, müşterisi olduğumuz şeyler bunlar sadece. Günün o kadar büyük bir kısmını bunlara ayırıyoruz ki, geriye pek zaman kalmıyor. Ne yaşıyoruz, nereden nereye gidiyoruz, bütün vaktimizi bu boş beleş işlere harcayıp neleri eksik bırakıyor, neleri yaşamaktan, hissetmekten, içimize çekmekten vazgeçiyoruz? Dönüp bakmadığımız sorular bunlar… Hatta daha yakıcı biçimde söyleyelim; kaçtığımız sorular bunlar! Kendi hayatını yaşamak yerine, zihinlerimizi sürekli meşgul edecek ve yormayacak, oyalayacak, eğlendirecek şeylere doğru firar eden hayatsız insanlar olduk ve görünüşe göre buna bir itirazımız da yok! Eğlenelim, oyalanalım, gelip geçen şeylerden sarhoş olalım ama kendimize dönüp bakmayalım, yeter ki hayatımıza, hikayemize geri dönmeyelim, kendi gerçeklerimizle, iç meraklarımızla, insanca arayışlarımızla baş başa kalmayalım. Yeter ki kendimiz olmayalım, tenhaya düşmeyelim ve kendimizle yalnız kalmayalım!
“Eğlence modern insana önemli bir kaçış aracı sağlar. İnsan televizyona, videoya vs. gömülmüşken stresi, endişeyi, hayal kırıklığını, tatminsizlik duygusunu unutabilir. Birçok ilkel insan (buna belki modernlik öncesi insan demek daha doğru olur. gö), çalışmak zorunda olmadığında, hiçbir şey yapmadan saatlerce oturmaktan oldukça memnun kalır; çünkü kendisi ve dünyası ile barışıktır. Ama modern insanların çoğu sürekli olarak meşgul olmalı ya da eğlenmelidir, yoksa ‘sıkılır’, yani huzursuz ve asabi olur” diyor ‘Sanayi Toplumu ve Geleceği’ ismini verdiği kitabında John Kaczynski.
Sanal olanın, eğlemeye, oyalamaya, boş işlerle vakit öldürmeye ayarlı meşguliyetlerin neredeyse hayatın bütün yüzeyini, tenini, dokusunu kapladığı bir dünyanın girdaplarında; kendine, hayatının anlamına, hikayesinin seyrine, insan olmanın derin ayrıntılarına hiç uğramadan dönüp duran insanlar ve onların metruk, cansız, öksüz kalan hikayeleri… Vakitleri doldururken hayatın içini boşaltan, ömürleri tüketen boş, gelip geçici, incir çekirdeğini doldurmayacak meşguliyetler…
Biri her birimizin yaşadığı yerlere kameralar koysa ve çektiklerini yayınlasa da, kendi hayatımıza geri dönebilsek biraz ve kendi hayatımızın seyircisi olabilsek hiç değilse! Ve yüzleşebilsek az biraz hayatsızlığımızla!
“Gözünü meşgul eden şeyler” dedi meczup, “özünü sana bırakır mı sandın?”