Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
Gündelik hayat, kına gecesi performansı ve “helal gece kulübü”
Ara sıra “değişende değişmeyen” bahsinin izini sürmek için instagrama bakıyorum. İnstagram her meşrebin kendini en hunharca temsil ettiği bir platform ki bu unvanını Tik Tok’a kaptırmak üzere. Tik Tok “rol icabı” kendi hayatını en pespaye temsil üzerinden gerçekleştirmek üzerinden konuşuluyor/gündem oluyor daha ziyade.
İnstagram “şimdilik” sıradan insanın gündelik sahnesi gibi. “Hayatım roman” diyenler hayatlarını yazacak yazarı bulamamıştı ama “hayatım dizi film” tadında diyenler için akıllı telefonlar 24 saat hizmet veriyor. “Hayatını dizi film” ya da ömrünün belgeseli olarak sosyal medyada satışa çıkarmış olanların her biri, kendi frekansında eğleştiğini, hayatının diğerlerinden farklı olduğunu zannediyor. Oysa bazıları durmadan sarma sarıyor, bazıları durmadan kına gecesi formatında çalıp oynuyor, her an şıkır şıkır abiye giyip salınıyorlar. Dip köşe temizlik yapanlar, gezmedik yer bırakmayanlar, yok yok, ne ararsanız var orada.
Sahip olduğu dijital oyuncakları (akıllı telefon, IPAD) sonuna kadar kullanmaya azimli “performans öznesi” hayatının filmini çektiğine, herkesin onu çok merak ettiğine, çok önemsendiğine inanıyor. “An beni anayım seni, beğen beni beğeneyim seni” anlaşmasına sonuna kadar bağlı sosyal medya ahalisi kendilerine gönderilen “beğeni”yi itina ile iade ediyor. “Sıradan insanın” “hayatım” temalı belgeseli; ekranların hikâyesi olmayan şablon üzerinden yürüyen dizi filmleri gibi şaka, kavga, oyun, yemek yapımı kına gecesi performansı üzerinden ilerliyor.
Çocukluğumda kına gecelerinde müstakbel gelinler oynamazdı. “Gelin olacak kız” şöyle bir ayağa kaldırılır elleri göğüs hizasını geçmeyecek şekilde hareketsiz bir şekilde ortada dönülürdü. Gelin oyun alanına çağrılırken de “kalk da bir boyunu bosunu görelim” denirdi. Gelinin ayağa kalkması gelen misafirler için hakikaten boy bos gösterimi ve kayınvalidesinin kendisine sunacağı hediyeleri kabul sahnesi gibiydi.
Kınaya gelenler oynar, dağılmadan önce gelin kınası karılır, gelinin başına kırmızı tirşe örtülerek gelin ağlatma havaları söylenirdi. En bilinen “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/aşrı aşrı memlekete kız vermesinler”.
Komşu köye gelin gidenlerin bile ailesi ile bağlarının iyice koptuğu tarım toplumunda, genç kızların bir eşiği geçmesi anlamına gelen evlilik çok önemli bir değişim idi. Bir evden çıkıp hiç bilmediği bir eve dahası hiç tanımadığı birisine eş olarak gidecek kızın hüznü ortama sirayet ederdi, zaten gelenekler de hüznün azalmaması için sınırları keskin çizmiş, duvarları kalın örmüştü. Kına yakılırken başına kırmızı tirşe örtülerek adeta ortam ile göz teması kesilen “gelin kız” gelinlik giyip de cemiyet içine çıktığında da göz temasından sakınan bir duruş ile düğünün tamamlanmasını beklemek zorundaydı. Gelin gibi süzülmek tabiri yerden ayrılmayan bakışı imlerdi.
Anlattığım sahneler 60’lara 70’lere ait. 1980’lerde alt orta kesimlerde de “salon düğünü” icat olmuş piste gelin ve damadı yalnız bırakmayan, kız kıza, erkek erkeğe dans edenler ortama sökün etmişti.
1980’lerden mahallede günlerce konuşulan düğündeki o kızlar...
1980’li yıllar toprak zengini komşumuz oğlunu evlendirecek. Komşumuz memur, ailesi memlekette çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşıyor. Varlık yerinde. Lakin ailenin şehir görgüsü kısmı komşumuzu memnun edecek düzeyde değil. Oğlunu evlendirirken oturduğumuz semte oldukça uzak bir yerden düğün salonu kiraladı. Rivayet odur ki yakın olursa davetiye verdiği herkes gelir karmaşa olurmuş. O vakit davetiye vermeseydi diyeceksiniz. Eskiden böyle bir ŞEY vardı (Şey yerine siz istediğiniz sıfatı yerleştirebilirsiniz): “Davetiyeyi vereyim kimse gücenmesin ama herkesin de düğün salonuna gelmesine gerek yok. İsteyen daha sonra hediyesini getirebilir. ”
Nikâh salonunda evlikler yaygınlaştıkça bu tavır başka türlü davranışlara evrildi.
Komşumuzun, arabası olmayanların gidemeyeceği mesafede yaptığı düğünde çok fazla tuvalet giymiş genç kız olduğu günlerce konuşuldu. İşin ilginç yanı bu kadar “abiye” giymiş olan genç kızların hiç birisi piste dans ederken görülmemişti. Günümüzde ekonomik gelir seviyesi yeten yetmeyen herkes “abiye” giyiyor, ancak 1980’lerde düğün sahipleri bile derli toplu giyinirdi. Orta kesimden alt orta kesimden bahsediyorum Hilton düğünlerinden değil elbet. O dönemde zenginlik alameti olarak “Hilton düğünü” diye bir tabir vardı.
Bu kadar “tuvaletli kızın” haber değeri taşıması günümüz şartlarında pek kolay anlaşılamaz. Son yirmi yıldır artık nikah salonlarına bile gücü yeten yetmeyen herkes abiyeler, tuvaletler içinde gidiyor. Pür tesettür bazı genç kızlar “kadınlara mahsus” kına gecelerinde abiye/dekolte giymek için adeta birbiriyle yarışıyor.
Komşumuzun oğlunun düğününde salonun bir ucundan diğer ucuna salınan ama piste asla oynamayan bu kızları bir daha gören olmadı. Durup durup sorulurdu: “Kimdi onlar, saçları başları yapılı...”
“Saçları başları yapılı” kısmı önemli. Çünkü düğün sahibinin gücü ve ne kadar “sosyete” olduğu, düğüne katılan kadınların, genç kızların topuzları üzerinden “denetlenir”di. Kuaför pahalı olduğu için mahallenin görgülü kadınları heveslerini alsın diye kuaförden âlâ topuzlar kondururdu genç kızların başlarına.
(Günümüzde envai çeşit topuz kondurmak birkaç instagram videosu seyrederek kotarılabilecek bir durum. O yıllarda o topuzların kafaya “kondurulması” hakikaten maharet istiyordu.)
Günlerce kızların başının kuaför görmüşlüğü, tuvaletlerinin muhakkak usta bir terzi elinden çıktığı konuşuldu mahallede, sonra da mevzu unutuldu. Ta ki o düğünde tuvalet giymiş kızlardan birisi mahalleye gelin gelinceye kadar. Teyzeleri köydeki yeğenlerini düğüne davet etmiş ama onların tuvalet giymesini şart koşmuştu. Şalvardan çıkıp tuvalet giyen başındaki tülbenti çıkarıp topuzlu saçı ile dolaşan genç kızların hikayesi, üzerine belgesel çekilecek türdenmiş meğer. Diyorsunuz ki belgesele ne hacet, pek çok Yeşilçam filminde benzer temalar ziyadesiyle var. Doğru. Bendeniz yaşanmışlık ile sinema arasındaki bağı en iyi temsil eden şeyin belgesel olduğunu düşündüğüm için belgesel dedim.
1980’ler aynı zamanda düğün salonlarında Kur’an-ı Kerim’in okunduğu “alternatif düğünlerin” yaygınlaşmaya başladığı, davetiyelerde “düğünümüz İslamidir” ibarelerinin görüldüğü yıllardı. Yani modern, aynı zamanda kendi anti modernini üretmiş, ancak anti olan sadece aslının yaşamasına zemin hazırlamıştı.
“İslami düğün”lerde Kur’an-ı Kerim tilaveti yapılır, vaaz verilirken uzun süredir birbirini görmemiş ahbaplar sohbete girişir sık sık Kur’an okunuyor ikazına muhatap olurdu. Ne layıkıyla Kur’an-ı Kerim dinlenirdi ne de sohbet edilebilirdi.
Gelin gibi süzülmekten dansöz gibi oynayan gelin kızlara...
Değişimi farklı kesimler üzerinden değil, aynı kökün dalları üzerinden takip etmenin doğru olduğunu düşünerek tasvir etmeye çalışıyorum.
Benim oldukça mutaassıp sahneler eşliğinde anlattığım bu tasvirler 1970’lerin, 1980’lerin alt orta sınıflarına ait. Oysa eğlencenin modernleşmesi üst sınıflarda Osmanlı zamanında başlamıştı.
Yazının başına dönecek olursam... İnstagramda sürekli olarak kına gecesi düğün, eğlence videolarının olduğunu söyledim. Ev kadınlarının sadece düğün formatında eğlenebilmesi 20. yüzyılın başlarında da “kurmaca düğünler” üzerinden yaşanan bir durum. Refik Halit Karay’ın İstanbul’un Bir Yüzü romanında, eğlence olsun diye evlendirilecek çift arar ada sakinleri. Evdeki hizmetliyi evlendirerek muratlarına nail olurlar.
Günümüzde sosyal medyada sürekli “kına gecesi” performansı sergileyenlerin meşrebinden olanlar 1970’li yıllarda bir araya gelip, çiftetelli oynardı. Velhasıl değişende değişmeyen bahsi için “gündelik hayatın kına gecesi” performansı ciddi bir konu.
Başlıktaki “helal gece kulübü” ifadesine gelince...
Biyosuna başörtülü kadın resmi koymuş bir twitter kullanıcısı şöyle yazdı: “Evlenerek bize helal gece kulübü hizmeti sunan tüm arkadaşlarıma içten bir teşekkürü borç bilirim”
Helal gece kulübünden maksat kına gecesi...