Acısını, müfredat hazretlerine anlatamayan çocuklara…
Çoğumuz kendi çocukluk dönemimizde Anadolu’nun bir türlü gelişmeyen(!) şehirlerinde, kasaba ve köylerde güzelliklerinin yanında var olan birtakım sorunlarla birlikte hemen her açıdan kendine özgü orta çağları yaşıyorduk! Bazı büyük şehirlerimizdeki durumlarda oralardan pek farklı değildi, işin açıkçacı…
Büyüklerimizi saymazsak, kendi dönemlerimizin çocukları olarak okul sıralarında askeri bir disiplin içerisinde eğitim olgusun salt ‘öğretim’ olarak algılandığı, ele alındığı bir vasatta tornadan çıkarcasına devlet ve ‘toplum adına’ öğütülüp duruyorduk!
Ondan dolayı var olan eğitim sistemine çok rahatlıkla “Türk öğütüm sistemi” denebilirdi! Ayrıca buna bağlı olarak da o ‘Türk, öğün, çalış, güven!’ esprisi de dâhil olunca sistem kendiliğinden tamamlanıyordu… Asker toplum olduğumuz içinde okul kışla, kalemler silah -pardon füze- sayılabilirdi!
İlk, ne öğrenilirdi o öğütüm çarkına dâhil olununca; ‘Ali top oyna! Ali koş! Yüce önderin(!) cepheden cepheye koşuşu, yedi düvelle savaş, ‘etrafımız düşmanlarla çevrili’ söylemi, ülkenin nesiller boyu bitmek bilmez yer altı, yer üstü kaynakları, şanlı tarihi, toplumum erdemleri –masalı- vs, vs…
İşte bu çerçevede sözde bizi eğitirlerdi eğitimci amcalarımız, annelerimiz, ablalarımız, yabancımız olan hanımefendilerimiz! Eğitim işinin önemi ve devlet ciddiyetine uygunluk içerisinde elinde cetvel, okul kapısının önünde bekleyen müdürler, pedegoji hak getire, emekliliği yaklaşan elinde tebeşir tutan çatık kaşlı öğretmenlerimiz ve her işin üzerlerine yıkılıp kaldığı hademe dedeler… Odacı efendiler…
Her sabah andımız, her hafta sonu istiklal marşı, etraf bangır, bangır…
Birde çocuğunu kayıt yaptırırken okula ‘lütfen’ uğrayan veliler –anneler yoktu o tabloda henüz- ki, onlar karne dönemlerinde öğretmenlerin evdeki sopaları rolüne soyunurlardı.
… Ve bu durum bitmez, tükenmez bir hırsla sürüp giderdi bir tiyatro salonunda gösterime girilen, sahnelenen oyunlar misali… Her yer bir tiyatro sahnesiydi adeta ve herkeste tiyatrocu. Ayrıca herkese de bu piyeste roller verilmiş, roller biçilmişti! Her sabah andımız, her hafta sonu İstiklal marşı…
Hafta içi, öğlen sonrası sınıflara girmek için öğrencileri avluda “yavrum susar mısın, çocuklar kesin gürültüyü vs.” türü emredici edayla gidişata vaziyet edilme halleri… Birde milli bayram günlerinde ortaya konulmaya çalışılan olağanüstü(!) gayretlerde işin cabası! Valiye, kaymakama tazim, komutana topuk selamı…
Kemalist sistem, yaşımız ilerleyip az buçuk kemale erdiğimizde mecburi tiyatro oyunculuğunun –belki de bizleri tekrardan uyutmak için- gönüllülük esası diye bir masala ve dahi hikâyeye başlamıştı. Ama nasıl bir gönüllülük ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!’ formatında bizleri kafalayıcı, zihnimizi tekrardan dumura uğratıcı ve aklımızı çelici, gönlümüzü okşayıcı(!) bir tarzda, zoraki gönüllülük…
Ama siz, bu tablodan kopmak istiyorsunuz, belki de yakalarından düşmek istiyorsunuz, hal diliyle bile olsa ‘ben, bu işte yokum!’ diyorsunuz, ama nafile jakoben bir zorakilik işgüzarlıkla tekrardan gönüllülüğe tahvil ediliyordu…
Muhalifliği keşfedip ufaktan ufağa yol almaya çalışıyor, oyunun dışına çıkmak istiyorsunuz, ama onlar bastırıyorlar ‘biz büyük bir aileyiz(!)’ nutuklarıyla… Size artık diş biliyorlar, ama size bir türlü lafta geçiremiyorlar, işin açıkçası…
İsyan ettiğimizde, pardon ona yeltendiğinizde ‘tamam, anlaşıldı, bakacağız’ deniliyor sizlere, lakin o dönemlerde var olan yasanın, ana yasanın yanlışlarını ele alıp düzenleme, talep dinleme, kanun hükmünde kararnameler çıkarma ve şimdilerde Arap diktatörlüklerinde o çok dile getirilen, bazı ortamlarda havayı yumuşatma adına söylenen ‘reformlar yapacağız!’ türünden sözlere yer verilmiyordu, maalesef…
Bunca Kemalist zorbalığa, baskıya, maddi-manevi imkânsızlığa rağmen Osmanlı bakiyesi hocalarımız, Darülfünun çıkışlı münevverlerimiz, dağda bayırda, mağaralarda kaçak, göçek öğrendiği Kur’an’ı ‘kıt’ ilmihal bilgisiyle birlikte çocuklara, nice sıkıntılarla öğretmeye çalışan ‘Avrat –kadın- hocalarımız, bizleri az da olsa ferahlayalım diye masal anlatan ninelerimiz de olmasaydı, tümden hapı yutmuştuk, o cenderede…
Birde şu internet çağı çocuklarının fiber imkânlarıyla bile asla boy ölçüşemeyecek oranda emek, gayret ve çalışkanlık fenomenlerini de ortaya koyduğumuzda hem imkânlardan yoksunduk, hem çalışkandık ve hem de anlayabildiğimiz oran da muhaliftik bu öğütüm sistemine ‘ilmihalci’ dedelerimizin torunları olarak…
Bazılarımızın, çeşitli gayretlerle açılan gediklerden, menfezlerden dar koridorların dikenine, havasızlığına, basıklığına rağmen geçme çabalarının yanında gömleğinin kolunu o acımasız çuvaldız misali dikenlere kaptıran, gömleğinin eteği, yakası, yırtılan ve kan revan içerisinde seküler bir öğütüm sistemine teslim olan nice nesiller, yitip gittiler…
“Ey ulu önder(!) Senin çizdiğin yolda, belirlediğin hedeflerde sonsuza dek ilerlemek ve ileri gitmektir(!) hayatımızın anlamı… Sendin bizi yaratan(!) Sendin bu ülkeyi kurtaran elin Fransız’ından, İngiliz’inden, yedi düvelden! İlkem, ileri gitmektir! Temel slogan ;“TÜRK, ÖĞÜN, ÇALIŞ ve GÜVEN!”
Dedik ya ilmihalci dedelerimizin, pek yeterli ve kuşatıcı olmasa da bizlere intikal eden mirasları, bilgi birikimleri bizler farkında olmadan muhalif bir kimliğe bürünmüştü. Yavaş, yavaş itiraz halleri, çeşitli karşı çıkışlar bizlere onlarca yıldır ha bire giydirilmeye çalışılan deli gömleğini üstümüzde istemediğimizi, onu ne pahasına olursa olsun çıkarıp yırtmaya çalıştığımızı ortaya koyuyordu…
İlk kıpırdamalar, yetmişli yıllar derken, sisteme karşı duruşlar, öğrenci hareketleri ve topluma yansıyan izdüşümleri… Ortaokul yıllarında bir şeyleri sezinleme, lise yıllarında da hafta içinin son günü sayılan Cuma günleri öğlen sonrası İstiklal marşı okumalarına katılmama, faşizme, şovenizme diş bileme, bazı Kemalist ve solcu hocalarımıza rağmen ‘kapı’ engelinden, sıraya girmekten vs. duvardan atlayarak kurtulma çabaları sürgit devam etmişti.
Derken 12 Eylül sonrası sahip olunan İslami kimliğe, başörtüsüne, üniversitelerde kökten engel çıkarma, engeli, dayatmayı kurumsallaştırma gayretkeşlikleri ve başlayan başörtüsü mücadelesi… Masal, yine devam ediyordu, hem de daha kuvvetlice ve hem daha zalimce…
Toplumu tüm grup ve çevreleriyle, depolitizasyon cenderesine sokup alternatif bilgilenme yollarını yok etme, bilgiye giden yolları kapama, bilgiyi yok sayma ve bizzat bilginin kökünü kurutma, onu, onun tutunduğu toprak parçasıyla birlikte asite koşut maddeleri dökerek çorak ve kurak hale getirme çabaları faşizan karakterliliğiyle ön plana çıkıyordu! Öncelenen, özlenen tablo ise; cahil toplum, mutlu insanlar, karınları açlıktan iki büklüm bir vaziyette zil çalıyor olsa bile…
Kemalist İşgüzarlık artık çehre değiştiriyor ve kadro devşiriyordu! Yeni ortamda nöbet değişimi vardı! Yine aynı minval üzre bu kez depolitizasyon politikaları sol, Kemalist sol kadrolardan, seküler militan gruplardan sözde milliyetçi ama kanının ve terinin son damlasına kadar ulusalcı, sağcı, batı tarzı muhafazakâr kadrolar suyun başını tutmuşlardı. Gerçi bu durum, eski kadroları ekarte etmemiş, bilakis onlara da yeni görevler vermişti…
Bu dönemde eğitim, öğretim ve tabii ki öğütüm meselesi eskisine nazaran daha bir Kemalist müfredata boğuluyordu. Bu durum hem eski kadrolar için ve hem de müdahaneci yeni kadrolar için matah bir durumdu, aslında…
İki cenahta sığındıkları Kemalist imkânlardan(!) kendi adlarına yararlanmayı düşünüyorlardı. Ya da oligarşinin güreş alanında kim kimi alt eder, kim galip gelir… Gerçi her ikisinin de birbirleriyle bire bir örtüşmese bile ontolojik temelleri yapısal malzemelerinin önemli bir kısmını Kemalizm’den ve haliyle de batıdan kotarmıştı. Burada batılı bir söylem ve sömürgeci mantığı müşahede edebiliyoruz…
Başörtüsü mücadelesi direniş safhasını geçip istediklerini elde etmeye terfi edebilecekken, caddelerde tank yürüten koca, koca paşalarımızın marifetiyle topluma dikte ettirilen 28 Şubat postmodern darbesi bir yığın şeyin de tuzu biberi olmuştu. Bu süreç Ak Parti iktidarı içerisinde her ne kadar halkın yararına olacak şekilde devam etmeliyken, adeta ulusalcı mantığın eğitim kadrolarının başları hükmündeki bazı bakanların marifetiyle tehdit olarak ilköğretim sıralarına kadar iniyordu!
Kamusal alandan, üniversitelerden peyderpey kaldırılan başörtüsü, ilköğretim sıralarında cezayla yüzü, yüze gelebiliyordu! Hem süren başörtüsü yasağı ve hem ‘Andımız’ dayatması kallavi bir iradeyle tümden yok edilecekken, yapılan itirazlara, protestolara ve mutat basın açıklamalarına rağmen merkezden ilgi görmüyordu.
Yeniden modernleşme politikaları ve bizzat muhafazakâr bir çerçevede modern Müslüman bir kimlik oluşturma aşamasında Kemalizm’e selam çakmak, eski bir müdahaneci alışkanlık emaresi olsun diye düşünülüyor olabilirdi… “Andımız”a karşı çıkışta ne yazık ki, onlarca yıldır Kemalist seçkincilik tarafından hakikatten uzaklaştırılıp bozuk bir batı taklitçiliğine kurban edilen nesillerin devamcısı olan halkımız, yurdum insanı kahredici bir vasatta apolitikliğini, sessizliğini muhafaza etmekte…
Geçmişin, hikmetin peşinde koşan hocaları ve ilme susayan talebeleri hiçbir şeye ant içmeden, bazı yanlışlıklar ve eksikliklerine rağmen modern ve talihsiz durumları yaşamak zorunda bırakılmamışlardı. Onlar her daim alternatifler arayıp bulmuşlar, bilginini hakikatin ve hikmetin peşinde koşmuşlardı… En önemlisi de Allah/yaratıcı düşüncesi bağlamında özgür ve özgün kalmaya çabalamışlar…
“IRKÇI VE ŞOVEN ANT KALDIRILSIN! ÖĞÜTÜLMEYE HAYIR!” “ÇOCUKLAR BİZİM, DEVLETİN DEĞİL!” “BİZDE DEVLETİN DEĞİL, RABBİMİZİN KULUYUZ…”
Burada son söz; Acı, öfke ve bileniş… Direnişse sonsuza dek…