Nureddin Yıldız’ın konuyla ilgili yazısını ilginize sunuyoruz:
Öğretmekle Eğitmek Öyle Farklı Ki (1)
Kolay olanı tercih etmek, kolayla yetinmek insan olarak ortaya koyduğumuz en bariz tavırlarımızdandır. İyiyi, üstünü isteriz ama ödediğimiz bedelin, gösterdiğimiz gayretin iyi ve üstün olmamasından rahatsız olmayız. Azla çok elde etmek, yorulmadan ermek genel karakterimizdir. Allah’ın koruduğu kulları -ki onlar pek azdırlar- böyle bir dairenin dışında tutulabilirler.
Genelde insanı özelde de çocuğu yetiştirmek, öğretmekle eğitmek arasında gelip giden bir çizgi üzerinde sürer. Dine ve dünyaya ait ihtiyaçların çocuğa aktarılması öğretmenin de içinde bulunduğu bir dizi görev ihtiva etmektedir. Günlük hayattan dini vecibelere kadar öğretilmesi gerektiğine inandığımız ne varsa o aslında bir tür eğitim konusudur. Eğitimin ilk aşaması öğretmektir şüphesiz. Bilmek ve bilmeyi özümsemekten oluşan bir süreç, arzulanan sonucu elde etmeye yardımcı olacaktır.
Sadece bir kaşık tutma edebini, mesela kaşığın sağ elle tutulması kuralını, önümüzdekine öğretmek dakikayla sınırlandırılabilecek kadar küçük bir zaman dilimi içinde halledilebilir. ‘Kaşık sağ elle tutulur’ kuralı üç kere bile tekrar edilmeden muhataba öğretilebilir. Ama muhatabın ‘sağ elle kaşık tutar’ hale gelmesi uzun zamanı gerektirebilir. Bilhassa farklı bir uygulama üzerinde yetişmiş birinin sağ elle kaşık tutabilir hale getirilmesi bir eğitim sürecidir; zor olan da bu süreçtir.
Anne babalar ve öğretmenlerin, eğitmekle mükellef oldukları halde öğretmekle yetinip kendilerini teselli etmeleri doğru değildir. Anne babaların, çocuklarını insanî ve imanî değerler üzerine yetiştirmekle mükellef oldukları halde onların üzerinde ‘eğitim’ düzeyinde bir himmet göstermeden öğretmekle yetinmeleri sorumluluktan kaçmak, yeterli gayreti gösterememek şeklinde izah edilebilir.
Namaz gibi hayat boyu uygulanacak ağır bir ibadeti çocuk üzerinde öğretmek ve eğitmek şeklinde iki çizgide tatbik edeceğimizi düşünürsek, eğitim çizgisinin öğretme çizgisi ile aynı olmayacağını takdir etmek zor olmayacaktır.
Ebu Davud’un rivayet ettiği meşhur hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çocukların yedi yaşından itibaren namaz çizgisi üzerine alınmalarını, on yaşından itibaren de namazı ihmal etmeleri hâlinde cezalandırılmalarını emretmektedir. Sadece bu hadisi bile ölçü almamız halinde namaz eğitiminin en az dört yıl sürebileceği anlaşılmaktadır.
Çünkü yedi yaşından itibaren namaz hassasiyeti çocuğa verilmeye başlanmakta ama ceza seviyesine on yaşında gelinmektedir. Ve bu süreç, Medine şartlarındadır. Medine gibi namazın hayat anlamına geldiği bir yerde çocuğun namaza eğitilmiş olması bu süreyi almaktadır. Bir çocuğun namaza eğitilmiş hale gelmesi ne kadar uzun bir süreyi kapsayacaktır; bunu tahmin etmek zor olmasa gerek.
Ebeveynlerin ve öğretmenlerin/hocaların takdir etmekte zorlandıkları nokta burasıdır. İki rekâtlık bir namazın öğretilmesinin bir gün bile sürmediğine aldanarak, namaz kılmakta ihmalkâr davranan çocuklar hakkında olumsuz kanaat kullanmaktadırlar. Hem kendileri hatalı bir noktada bocalamakta hem de çocukların şahsiyetleri üzerinde yanlış izlerin oluşmasına neden olmaktadırlar. Bu kuralı çocuklar için konuşuyor olsak da büyükler için de geçerli saymamız mümkündür. Büyüğün de eğitilmesi, öğretilmesi kadar kolay değildir. Büyüklere hitap edenlerin de bu hassas noktaya dikkat etmeleri zaruridir.
Bilime bakış
Yaşadığımız asırda eğitim, tıp düzeyinde olmasa da yaygın bir bilim dalı hâline gelmiştir. Müslümanlar olarak, insan üzerinde yoğunlaşmış gündemimiz bizi bilimleşen eğitimin kurallarından yararlanmaya sevk etmektedir. Kanun önünde bir vatandaş gibi olmasa da eğitim biliminin farklı başlıklar altında ortaya koyduğu kurallardan kesinlikle istifade etmeliyiz. İstifademiz elbette seçici olacaktır. Çünkü biz, çağdaş başlıklar altındaki bilgilere yeni ulaşmış olabiliriz. Ama eğitime yabancı bir millet değiliz. Kitabımız okuma emri ile başlıyor. Okumayı, okutmayı ibadet sayan bir dinimiz var. Şehirler gibi kütüphaneler kurmuş bir geçmişimiz var. Gazaliler, İbni Rüşdler bize aittir. Bir süre duraklamış olmamız bizi, öndekilerin gerisinde göstermeye neden olmuş olabilir. Aradaki mesafe kapatılamaz bir mesafe değildir. Eğer eğitimin bilimselleşmesi bizim için yararlanılması gereken bir nimetse, o nimetten önce ümmi olduğu halde insan eğitmenin en mükemmel örneklerini bize bırakan sevgili Peygamber aleyhisselam efendimizin mirasına da sahip bulunuyoruz. Bu miras hem bize hem ondan mahrum olan bizim dışımızdakilere, eğitim adına çok şey kazandıracaktır.
İlk nesilden örnekler
Öğretmenin eğitime dönüşebilmesinin modern bilimin oluşturduğu kurallarla nasıl yürütüleceğini o bilimin kurallarından öğreneceğiz şüphesiz. Ama bizim işimiz, manevi destekle ya da feyizle yürüyecek bir iştir. Çocuklarımızın iyi bir mü’min olarak yetişmeleri, salih insan eğitimi görmeleri ancak bereketli bir çalışma ile mümkündür. O bereketli çalışmanın en muazzam örneklerini de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashabı üzerinde uyguladı. Ölü bir toprakta çınarlar büyüttü. Cahiliye hayatı yaşayan bir toplumdan vasıflı mü’minler çıkardı. Onu öldürmeye gelenler onda hayat iksirini yakaladılar. Yaşayıp yaşatanlar olarak tarihe geçtiler. Bizim için en bereketli örnek hiç tartışmasız o nesildeki örnektir. En zor ve kıt şartlar altında en mükemmel insan eğitiminin nasıl yapılabileceğini o nesilde görebiliriz. Öğretim ve eğitimin bilim ötesi, kurallar üstü ilkelerini Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin çocuklar, gençler ve kadınlar/erkekler üzerinde görebiliriz. Ona ait bilgiler bir teori değildir. En pratik uygulamaların en ciddi sonuçlarına ait bilgiler olarak o bilgilere bakabiliriz.
Sahih hadis kitapları bu bilgilerle doludur. Sadece birkaçı üzerinden, cahiliye toplumundan medeniyet toplumunun nasıl yetiştirildiğini izlemeye çalışalım. Şartlarımızın zorluğunu, vakit darlığını, çevre kötülüğünü engel olarak gösteremeyeceğimizi bu örneklerde görelim.
Evlerimizi Medineleştirmemizin mümkün olduğunu, Ebu Leheblerin varlığının mücahit ve zahit bir nesil yetiştirme hedefimizi engelleyemeyeceğini görelim. Açlık, çıplaklık, sıcaklık, soğukluk değil; asıl sorunumuzun himmet düşüklüğü ve önder sıkıntısı olduğunu bilelim.
Bir: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem en pratik eğitim sistemini oluşturdu.
Bugün iman edene, iman aşısı yapıldıktan sonra acilen gerekli bilgiler öğretildi. Bilgi sahibi olan, bildiğini öğretmekle yükümlü tutuldu. Diploma sahibi olma süreci beklenmedi. Yeterlilik sınavına alınmadı. Bir kelime bilen onu başkasına öğretti. Öğretenler ücretsiz gönüllüler ordusunu oluşturuyordu. İbadet ediyor, öğrenip öğretiyorlar, rızık için de çalışıyorlardı. O büyük eğitimi görenlerden biri olan Enes bin Malik radıyallahu anh anlatıyor:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme bir grup insan geldi. Kendilerine, onlara Kur’an ve sünnet öğretecek birinin tayin edilmesini talep ettiler. Onlara ensardan yetmiş kişi gönderildi. O gönderilenlere ‘kurra’ adı verilirdi. Benim dayım Haram da onlardan biriydi. Onlar, gece Kur’an okur, aralarında öğrenirlerdi. Gündüz de su taşıyıp mescide getirirlerdi. Odun toplayıp satarlar, o parayla da fakirler ve Suffa ehli için yiyecek alırlardı.
(Hadis, Müslim’de, Buharî’de Müsned’de)
Bu yetmiş kişi, belli ki Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin medresesinden ilk mezun olanlar arasındadırlar. Enes radıyallahu anhın verdiği bilgiye bakılırsa, bildiklerinin hocaları olarak meşhur olmuşlardır. Öğreniyorlar, öğrendiklerini de başkalarına öğretiyorlardı. Kimseye de yük değillerdi. Hem mescidin suyunu getirerek hayır yapıyorlar hem odun toplayarak kazandıklarıyla kendileri yiyecek temin ettikleri gibi fakirleri de doyuruyorlardı. Burs ve yardım toplayarak bükülmüş boyunları yoktu. Allah onlardan razı olsun. Bir fakülte kazanınca ilk iş olarak vakıflardan burs formu talep edenle bu yetmiş öğretmenin karakteri arasında önemli farklar vardır. (Haftaya devam edeceğim İnşaallah…)