2007’de Başbakanlık müsteşarlığına atanıp ülkenin 1 numaralı bürokratı sıfatını kazanmasından sonra, Efkan Âlâ için Yeni Aktüel dergisinde bir portre kaleme almıştım. O zamanlar onu, “bir tür devlet anlayışının ete kemiğe bürünmüş anti-tezi” olarak değerlendirmiştim. Sonrası “kapalı kutu...” Bakalım, izleyip göreceğiz.
“Bürokratik Ruha Fatiha” başlıklı o portre, “Henüz 40’lı yaşlarının başlarında. Bence gideceği daha çok yol, tırmanacağı çok mevki var” cümlesiyle bitiyordu.
Bundan sonrası için de benzer sezgilerim var.
Kamuoyunda çok az tanınan Âlâ’nın portresini, bu eksikliği bir nebze olsun gidereceği duygusuyla bir kez daha yayımlıyorum...
Komünist Partisi’nin iktidarda olduğu Doğu Almanya 1956’da büyük bir grev dalgasıyla sarsıldı. Parti, yayımladığı bildirgede “halka olan güvenimiz sarsıldı, bu güvenin yeniden tesisi için Demokratik Almanya vatandaşları artık iki kat daha fazla gayret göstermelidir” buyurdu.
Ünlü Alman yazar Bertold Brecht, Komünist Partisi’nin bildirgesini şu satırlarla alaya aldı: “Peki, daha kolay olmaz mı acaba/Komünist Partisi halkı feshetse/Ve yeni bir halk seçse kendine?”
Diyarbakır Valisi Efkan Âlâ’nın kendisiyle geçen yıl yapılan bir söyleşide sarf ettiği benzer sözleri okuyunca, yeni Başbakanlık Müsteşarı’nın Brecht’in şiirinden haberdar olup olmadığı takıldı aklıma.
Soru: “Son senelerde vali ve kaymakamlar toplumun içine daha fazla giriyor, daha fazla inisiyatif kullanıyor…”
Cevap: “Eee… Kendimize göre halk ihraç edemeyeceğimizi anlayınca, mecbur kaldık!”
Totaliter-otoriter rejimlerin, “devletin tercihleri doğrultusunda yeni bir halk oluşturma” hedeflerinin katı uygulamaları (faşizmler, komünizmler) yıkıldı. Bu rejimlerle aşağı yukarı aynı tarih diliminde ortaya çıkan bir başka otoriter deneme olan Türkiye Cumhuriyeti devleti ise hiçbir hakiki “beka” kaygısı yaşamadan bugünlere geldi.
Bu gelişme hiç kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti devletinin “kendine göre halk ihraç edemeyeceğini anlamasıyla”; komünizmlerin, faşizmlerin tersine bu yeteneği edinebilmesiyle mümkün olabilmiştir. Efkan Âlâ gibi bir şahsiyetin devlet bürokrasisinin en tepesine tayin edilmesi ise bu anlama-algılama sürecinin taç giyme merasimidir bence.
Devlet içinde yetişmiş bir liberal
Efkan Âlâ, bir tür devlet anlayışının ete kemiğe bürünmüş anti-tezi olduğunu ilk Batman Valiliği sırasında gösterdi. Hikmetinden sual olunmaz ulu devletin bildiğimiz türden temsilcilerinden o kadar uzak bir valilik profili çizdi ki, iki buçuk yıl görev yaptığı Batman’dan tayin edildiği Diyarbakır Valiliği’ne 500 araçlık konvoyla getirildi. Diyarbakır’da kendisini Demokratik Toplum Partili belediye başkanları karşıladı.
Sıradan gazete haberleri bile farkı ortaya koyuyordu:
“Diyarbakır’da Cumhuriyet kurulduğundan beri susuz olan köylerin neredeyse tamamı suya kavuştu. 2005 yılında Vali Efkan Âlâ’nın başlattığı, 2006 yılında İçişleri Bakanlığı’nın devraldığı, ‘Susuz Köy Kalmayacak’ projesiyle 1460 köy ve mezradan, 1450’si içme suyuna kavuştu.”
Diyebilirsiniz: “Bu kadarı bürokratik bir devletin ‘icracı’ bir valisi tarafından da yapılabilir…”
Haklısınız. Efkan Âlâ’nın herhangi bir “icracı” validen farkını onun bürokrasi, devlet, vatandaş vb. hakkındaki görüşlerini açıkladığı söyleşileri okumadan anlayamayız. Tipik bir bürokrat olsaydım, mesela Âlâ’nın patronumun devlet değil millet olduğunu ima eden şu sözleri bende gerçek bir dehşet duygusu meydana getirirdi:
“Bir işletme nasıl ki yılın sonunda mali bilançosunu ortaklarına (yani sermayede payı olanlara) açıklıyor, kamu çalışanları ve bürokrasi de (mademki vatandaşın vergileriyle o işleri yapıyorlar, hizmet ürettiklerini söylüyorlar) hizmet bilançolarını her yılın sonunda açıklamalı. Ne kadar kaynak kullanmışlar, hangi hizmetler talep edilmiş bu kaynaklarla ve hangi hizmetler üretilmiş?”
Efkan Âlâ, devlet-toplum-birey üçlüsünde vurguyu “birey” üzerine yaparken, kendini sadece “devlet her şeydir”ci bürokrasi kuşağından değil, “otoriter toplumcu” bürokrasi kuşağından da ayırıyor:
“Devleti korumaya odaklanmış bir yaklaşım vardı eskiden ama şimdi vatandaşı tüm baskılara karşı koruma anlayışı hakim. Hem topluma karşı hem kurumların yani devletin baskısına karşı. Günümüzde sistemler bireyin hak ve özgürlüklerini ne kadar garanti altına alırsa ve bu alan ne kadar genişse o kadar demokratik bir düzen var demektir. Bu değişime paralel olarak yönetim anlayışını ve yasalarımızı değiştirmeliyiz. Değiştiriyoruz da. Bu yüzden umutluyum.”
Şaşırmayın, “bürokrasinin tepesinde” artık devlet içinde yetişmiş bir liberal var. Bir daha tekrarlayalım: Türkiye Cumhuriyeti devleti, başlangıçtaki ve sonraki otoriter eğilimlerine rağmen bir yandan da bu türden liberal kişilikleri bağrında büyütme yeteneğinde bir devlet olageldiği için kırılmadan bugünlere gelebildi.
Efkan Âlâ’nın devlet içindeki tırmanışını “cumhuriyet değerleri” açısından bir nâkısa (eksiklik, kusur) olarak görenler olacaktır. Yanılıyorlar, Efkan Âlâ ve benzerleri cumhuriyetin çağdaş değerlere giderek daha uyumlu bir hale geldiğinin göstergesidir.
Nimet değil de ne?
Mağdur psikolojisine yönelttiği itirazlar “bir numaralı bürokrat”ın en güzel yanlarından biri bence:
“Diyarbakırlılara hep söylüyorum, kendinizi mağdur göstermek için çok karamsar bir tablo çiziyorsunuz. Dikkat edin. Sizi dinleyen, ‘burada iş yapılmaz’ deyip geri dönüyor. Bir nevi kendi ayağına kurşun sıkma durumu yani... Karadeniz’de yaşanan ‘fındık olayı’ bunun en canlı misali. Hükümet, ‘piyasa şartları ne ise o olsun’ diyor. Vatandaş ise ‘sandıkta hesaplaşırız’ diyerek; aba altından sopa gösteriyor.”
Mağdur psikolojisinin talep eden, hak arayan vatandaşa denk düşmediğini iyi biliyor ve bu nedenle o psikolojiyi bombalıyor. Vatandaşına “boynunu eğme, dik tut” diyen bir vali. Ve o şimdi bir numaralı bürokrat. Bu, nimet değildir de nedir?
Annesi, çocukluğunda ve gençliğinde oğlunun en belirgin vasfının “insanlar arasında şucu, bucu ayrımı yapmaması” olduğunu söylemiş bir gazeteciye. Bu vasıf şimdi adil olma kılığında çıkıyor karşımıza. Yerim dar, “hizmette adalet” konusunda sarf ettiği sözlerden sadece birini aktaracağım: “Adalet, işini yapamadığın insanı da memnun etme aracıdır.”
Bu filozofça sözün tesadüfi olduğunu sanmayın. Yeni Başbakanlık Müsteşarımız felsefeyle haşır neşir bir okur yazar aynı zamanda. Bir Cemil Meriç hayranı. Meriç’in körlüğü ve birilerinin ona kitap okuduğu hatırlatılıp da “siz olsanız hangi kitabı okurdunuz” diye sorulunca, “Karl Popper’in Açık Toplum ve Düşmanları’nı okurdum” diyor.
Fuzuli’nin “Söylesem faydası yok, sussam gönül razı değil”ini telaffuz etmeyi çok seviyor. Böyle diye diye, söylediklerinin giderek daha “faydalı” olduğu mevkilere tırmanıyor.
Henüz 40’lı yaşlarının başlarında. Bence gideceği daha çok yol, tırmanacağı çok mevki var.
Türkiye