Retrospektif bir tutumun kalkanını siper edinerek ve toplumu sosyal kompartımanlara bölerek konuşmanın yanlışlığına düşmeden ilk elde şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de bugün sindirilmiş, depolitize edilmiş, hayatın taşrasına itilmiş ve ideolojik olandan neredeyse tamamen soyutlanmış bir edebiyat algısı hâkimdir hâlâ. Parça doğruları ve güzellikleri ayrı tuttuğumuzda, gelinen noktada, hiçbir kesimin karnesi insan içine çıkacak gibi değildir.
Seksenli yıllara kadar, bu ülkede sanat ve edebiyat alanında hatırı sayılır bir iktidar oluşturan sol eğilim içinde yer alanların önemli bir bölüğünün süreç içerisinde nasıl da dönek, sinik, inkârcı ve içeriden barikatlar oluşturucu bir konuma evrildiği gözlemlenebilir bir gerçekliktir söz gelimi. Bu eğilim diğer kesimleri de etkilemiştir kuşkusuz. Sakat, ahlakilikten ve şahsiyetten uzak, yoz bir sanat algısının bugün neredeyse genelgeçer bir hüviyet kazanmasında, bütün mahallelere bulaşan bu tür kırılma, savrulma ve çözülmelerin etkili olduğunu ve zamanla baskın hâle geldiğini söylemeye bile gerek yok sanırım.
Modern dünyanın ve vahşi kapitalizmin “ideolojilerin sonu” gibi argümanlarını da yedeğine alarak, zulmü ve zorbalığı görmezden gelen, sömürü odaklarını güçlendiren yahut açıkça darbe çağrıları yapan, küresel ifsatla bitişip bütünleşen çok sayıda aydınımız, sanatçımız var artık.
Edebiyatın / sanatın çözülmeye ve yozlaşmaya karşı direnç geliştiren, en azından onlara eklemlenmeyen kanalları ise hem küçümsenip dışlanmakta hem de çeşitli bahanelerle tıkanmakta günümüzde.
Birikimine, imkânlarına ve dönüşüm sürecinde kimi duyarlılıklarını terk etmeyen halk tabanına bakılarak belli bir özgüvene ve etkileyici bir duruşa sahip olması beklenen “müslüman kesim”i de bundan ayrı tutmuyoruz kuşkusuz. Yeri gelmişken bir daha analım: “Müslüman kesimin; Denizler’in idamını, 12 Eylül darbesini eleştirip kınayan neden bir tek sanatçısı yok?” diye sormaktaydı bir yazısında Yücel Kayıran. Biz de “başka kesimler”in, müslümanların dertleriyle, sorunlarıyla, çektikleri sıkıntılarla ne kadar ilgilendiklerini sorabilirdik elbette. Suçlamaya dönük bir nitelik taşıyan bu yaklaşımın doğru olmadığını gösterecek kanıtların peşine de düşebilirdik. Başta belirttiğimiz gibi asıl sorun bu değil. Bu zaten doğru ve çözüme götüren bir tutum da değil.
Yücel Kayıran’ın ya da aslında herkesin sorması gereken doğru soru şu belki de: “ Daha öncesi bir tarafa, müslüman kesimin, postmodern darbe olarak nitelendirilen sindirme, kuşatma, kapanma sürecini ve o süreçle birlikte gündemden hiç düşmeyen baskıları, insanlık dışı uygulamaları, tecrit ve karalama çabalarını eleştiren, bu eksende sahici bir itiraz ve tanıklık da geliştiren bir edebiyatı var mı? 28 Şubat süreci başka bir ülkede mi yaşandı? Binlerce öğrenci uzaydaki okullardan mı atıldı? Binlerce insan mahkemelere, hapishanelere zevk için mi gönderildi? Üzerlerine panzerler yürütülen kitleler, kelepçeyle okulunun parmaklarına bağlanan çocuk yaştaki öğrenciler, üzerlerine köpekler salınan genç kızlar bir kamera şakasının kurbanı mıydı? Muhtıralar, tehditler, hakaretler edebiyat-sanat dergilerini hiç incitmiyor muydu? Çetelerin, darbeci örgütlenmelerin, kıyımların hiç mi edebi bir niteliği, yönü yoktu?”
Evet. Bu süreçte hiçbir şey olmamıştır adeta, edebiyat ve sanat dergilerine bakarsak. Bir elin parmak sayısını geçmeyen ürünleri ya da birkaç kişinin bireysel çabasını dışarıda tutarsak açıkça “sükût suretinde” bir görüntü çıkar karşımıza.
Öyle bir körlük, miskinlik, vurdumduymazlık ya da korkaklıkla çevrilidir söz konusu yayın organları. Bu nasıl bir şeydir? Bir adamı, bir ağaca sarkıtılmış bir urganla herkesin gözü önünde asıyorlar ve siz de bir ressam olarak tuvalinizin başına geçip cesede uzun uzun bakıyor fakat ağacın meyvelerini ve çiçeklerini çizmeye çalışıyorsunuz? Başka türlü davrananları da ideolojik olmakla, slogancılıkla hatta provakötürlükle suçluyorsunuz. Bir şeyler yapmaya çalışanların çabalarını dudak bükerek ya da suçlayarak karşılıyor; fakat kendiniz de kuzuların sessizliğini çoğaltıp yaygınlaştırmanın ötesine geçmiyorsunuz.
Sanat eseri, kendisini anlamlı ve görünür kılan form ve estetik bütünlüğün yanı sıra, içsel bir anlam dizgesi eşliğinde açımlanan ideolojik bir bütünlüğü de gereksinir kuşkusuz. Bu bağlamda sanatın, bir dünya görüşünden büsbütün yalıtılmasını, ideoloji yoksunu ya da karşıtı bir etkinlik olmasını beklemek en azından safdilliktir. Bunu dayatmak ise, zorbaların kanlı bakracından içmekle bir tutulabilecek bir haksızlık ve onursuzluktur. Bir dünya görüşünden, ontolojik bir gerekçeden, ideolojik bir yer tutuştan ayrışmış gibi görünen tutum ve çabalar da aslında kurulu düzenin ekmeğine yağ sürecek, egemen ideolojiye eklemlenecektir.
Hayat, nihayetinde bir bütündür. Edebiyat da bir bakıma hayatı, dünyayı algılamanın yaşantısal izlerini, izlenimlerini aktarır. Bunu gerçekleştirirken, elbette yaşam koşullarımızın bilimsel ve kavramsal bir analizini yapmaz. Althusser’in dediği gibi; edebiyat yaşantıyı edilgin bir biçimde yansıtmaz. Yansıttığı yaşantıyla bu yaşantının kaynaklandığı ideolojinin arasındaki mesafeyi açık tutar. Bu mesafe biçimle ve edebi tavırla korunur. İdeoloji kişiyi bir ilkeler, “kurallar” bütünü içinde görürken, edebiyat sonuçta kendine özgü bir “kurmaca” içinde biçimlenir. Fakat bu tutum ipin tamamen kopmasına ve mesafenin alabildiğine açılarak uçurumlar oluşmasına varmamalıdır. Yazdığımız şiirler, öyküler, romanlar ve diğer yazılar da sonuçta bizim bir etkinliğimiz, bir eylemimiz, bir “amel”imizdir. Bunların da bir yeri ve değeri, bir sorumluluğu, bir hesabı vardır, olmalıdır. T. S. Eliot’tan esinlenerek söylersek, insanlar edebi eserleri oluşturur ve değerlendirirken, dimağlarında hiçbir inanışla ilgisi olmayan ayrı bir bölmeyi kullanmazlar. Söz buraya geldiğinde şu belirlemeyi yapmak mümkün: İster egemen söylemden etkilensin, isterse ona muhalif bir yaklaşım eşliğinde biçimlensin, varlığı ve var oluşu açıklamaya, yorumlamaya, onun izdüşümlerini yansıtmaya çalışan bütün girişimler ya da onlara getirilen eleştiriler, önermeler; sonuçta bir dünya görüşünün uzantısı olarak açılım kazanmaktadır.
Bir dünya görüşüne bağlanan, bir inanç sistemiyle kendini kayıtlı gören bir insanın sanat alanında da belli bir dikkat, incelik ve duyarlılık sahibi olması olması, kuşkusuz kimsenin yadırgayamayacağı bir durumdur. Ancak günümüzde, sanatla uğraşan kişilerin adeta bütün düşünsel ve ideolojik yaklaşımlardan soyutlanmış, kimliksiz ve kişiliksiz bireyler olması gerekiyormuş gibi bir kanı yaygınlaşmaktadır. Kişinin duygu ve düşüncelerini, hayattan devşirdiklerini, inanç atmosferinden süzülen bazı izdüşümleri yapıtına yansıtması bir yana, sanatçının bizatihi bir duruş sahibi olması, ürettiklerine yansıtmasa da bir dünya görüşüne bağlanması bile eleştirilebilmektedir. Birçokları, sanatçının neyi, nasıl, ne ölçüde başardığını öncelemek yerine onun niçin belli bir çizgi ve içeriğe sahip olduğunu sorgulamakta, kendi öznelliklerini başkalarına dayatmaktadırlar.
Bu eksende birçok müslümanın da ideolojik olandan kaçmak, egemen kültürel kodlara entegre olmak, başkalarının beğenisini kazanmak ve eski duruşunu terk etmek için inanılmaz bir çaba harcadığını görmek üzücü ve düşündürücüdür. Basit ve fakat dosdoğru bir söyleyişle, hayatlarını Allah’a adaması gereken insanlar, bugün yazıp çizdiklerinde “Allah” lafzının geçmesinden bile korkar, çekinir hâle gelmişlerdir. Hangi nedenle ve ne adına olursa olsun, bu yaklaşım hiç kuşkusuz bir “çözülme”dir. Bu bağlamda edebiyat çözülmeye katkıda bulunmakta, çözülenlerin de suya sabuna dokunmayan bir edebiyat vadisi aramaları daha bir görünürlük kazanmaktadır.
Çözülme, her şeyden önce bir anlam ve amaç bulanıklığını beraberinde getirmektedir. Siyasal tercihlerden estetik beğeniye, kültürel sahiplenmeden kişisel yaşantıya kadar her yönelimde kendini hissettiren bu olgu, son çözümlemede duruş sıkıntısına ve hedef yoksunluğuna yol açmaktadır.
Çözülmüş bir zihinsel işleyiş, indirgemeci mekanizmalar geliştirerek toplumsal damarların akışkanlığından uzak durmaya özen gösterir. Bu yüzden sanat anlayışındaki yönelimi de yalpalamalarla, sakatlıklarla, inkârlarla dolu olacaktır. Duruş ve tez sahibi olmak, bilinç yüklemek, yozluk ve çirkinliklerden uzak durmaya çalışmak gibi duyarlılıklar, bu bakış açısına göre “bayağı” işler kabilindendir. Çözülmenin dinamiği, bireysel var oluşu her türlü kimliklilik ve toplumsallığın üzerine çıkarmaktadır.
Kimlik ve kişilik sahibi olmak, çalışkanlık, dürüstlük, disiplin ve üretim, bütün alanlarda olduğu gibi sanatçılar için de bir meziyettir. Hiç değilse bunlar somut ölçülerdir ve başkaları gibi sanatçıları da en azından bu hususlarda saygıya değer kılabilir.
Sanat ne sadece “marş türünden heyecanlı havalar çalmak”la yetinmektir ne de çözülüp kendini inkâr etmek, bunalımlı ve kirli olmayı süblime etmektir. Çirkefliğin, yüzsüzlüğün, goygoyculuğun, ihanetin, rezilliğin bininin bir para olduğu bir ortamda; düşünen bir dimağı, konuşan / susmayan bir dudağı, duyan bir yüreği taşımak komplekssiz, aydınlık ve net bir kimliğin / kişiliğin ürünü olabilecektir.
On sekiz yaşındayken bile hafakanlara boğulmak, kelimeler cinnet getirtmek, intihar saplantısına kapılmak, cinsel boğuntuları saçıp dökmek, sayıklamak hatta sövmek marifet sayılır da umudun elinden tutmak, direnmek, muhalif bir duruşu önemsemek beylik, saçma sapan sözlerle mahkûm edilmeye çalışılır.
Mehmed Âkif, Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, Sezai Karakoç, Ahmed Arif, Nuri Pakdil, Cahid Zarifoğlu gibi şahsiyetlerin –her insanda bulunabilecek birçok olumsuzluklarına ve eksiklerine rağmen- bugün dost düşman herkes tarafından önemsenmeleri, değerli bulunmaları, yetenekleri ve yapıp ettikleri kadar bir duruş ve kişilik sahibi olmalarındandır.
Nazmın ve nesrin, endazesi bozulmuş, mıncıklanmış, kekeme ve kötürüm kılınmış avlusuna diri ve erdemli bir solukla girmek, fincancı katırlarını ürkütmektedir elbette. Yılışık, ölgün ve dirençsiz yaşamayı, hep bir yerlerden / birilerinden “aferin” almayı davranış kalıbı hâline getirenler, sarp yokuşa tırmanmayı göze alamayacak, kölelikten tiksinmeyeceklerdir.
Oysa “gönüllü kölelik” en iğrenç yenilgi ve teslimiyet biçimidir!