Edebiyatın Ergenekon’la İmtihanı

ALİ EMRE

Ergenekon davası ve bu eksende yaşanan gelişmeler; sanat ve edebiyat dünyası tarafından da tartışılıyor epeydir. Derin devlet, çeteler, darbecilik, yasaklar, kamplaşmalar, Kemalizm, açılım gibi konular zaman zaman sığ, magazinel, çarpık bakış açıları eşliğinde de olsa şair ve yazarların, ressam ve müzisyenlerin, gazeteci ve oyuncuların da gündemine giriyor. Konuyu kapağına taşıyan süreli yayınlarla, bu konuda dosyalar yapan ya da geniş ölçekli soruşturmalar hazırlayan sanat dergileriyle karşılaşıyoruz.

Her şey bir tarafa, bu gelişmelere bir yönüyle de olsa sevinmek lazım. Halktan, güncel gelişme ve sorunlardan, gerçeklikten kopuk bir edebiyat algısının epeyce zamandır kökleştiği bir ülkede şair ve yazarların, sanatçıların bu konularda duyarlı olmaları, gelişmelere ilgi göstermeleri bile olumlu ve sevindirici bir gelişme. Bu duyarlığın hemencecik bir taraf tutma, bir cephe ya da kampın sözcüsü olma ya da yapılanları küçümseme anlayışıyla bütünleşmesi üzücü elbette. “Müslüman kesim” tarafından çıkarılan edebiyat dergilerinin bu gelişmeleri gündemine bile almaması, fildişi kulelerde seyirci kalmaya devam etmesi ise her türlü eleştiriyi hak ediyor.

Sanat(çın)ın Önemi

Edebiyat ve sanatla iştigal eden insanların belli bir aydınlık ve uyanıklığa, adalet ve hakkaniyet duygusuna, halktan ve ezilenden yana olmaya, nitelikli ve açıklanabilir bir muhalif algıya sahip olmaları beklenir kuşkusuz. Tarihi süreç içerisinde böyle bir boyutu, böyle bir değerler manzumesi, böyle bir anlam eğrisi olmuştur edebiyatın nitekim. Bazı siyasal ve toplumsal görüşler, yaklaşımlar, doktrinler unutulmuş fakat onlardan söz eden, onlara değinen yapıtlar ayakta kalmış ve kitleleri etkilemiştir. Genel insanlık ailesinin ulaştığı birçok güzellik, derinlik ve yücelikte edebiyatçıların etkisi, katkısı vardır. Sürgüne gönderilen, cezaevlerinde çürütülen, darağacını boylayan, kurşuna dizilen, yapıtları yakılan ya da yasaklanan yazar ve şairlerle doludur birçok ülkenin tarihi. Bu çabaların bir kısmı bizim görüşlerimizle uyuşmayabilir, örtüşmeyebilir, içimize sinmeyebilir. Fakat edebiyat önemli dönemeçlerde hayatın ve halkın elini tutmayı ihmal etmemiş, insanlığa borcunu ödeme noktasında duyarlı davranmış; en azından savaşım verme ve muhalif kalabilme noktasında ciddi bir gelenek oluşturarak izler bırakmıştır. Bu tür etkinlikler halkın övgüsüne ve ilgisine mazhar olmak için yapılmasa da kitleler de yeri geldiğinde bu tür insanları unutmamış, yaşatmış, saygıyla anmayı ihmal etmemiştir. Bu, hangi dönemden, hangi kesimden olursa olsun böyledir. Sözgelimi bugün adını hatırladığımız Osmanlı şairi sayısı, Osmanlı padişahı sayısından daha fazladır. Nazım Hikmet, bu ülkede sosyalizm için çaba göstermiş bütün sosyalist liderlerden daha ünlüdür. Muhammed İkbal, en az Pakistan kadar şöhrete sahiptir. Pablo Neruda, Şili deyince akla gelen birkaç kişiden biridir. İspanya’yı Lorca ile, Rusyayı Gogol, Tolstoy ve Dostoyevski ile hatırlayan insanların sayısı az değildir. Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinde Sartre’ın söylediklerini, yapıp ettiklerini unutmayız. Örnekler çoğaltılabilir. Öncü, sarsıcı ve dönüştürücü bir yönü vardır edebiyatın ve bu her zaman olumlu olmasa da etkin olduğu kesindir. Tanzimat’la birlikte yoğunluk ve çeşitlilik kazanan Batılılaşma çabalarında da görürüz bunu. Siyasal ve toplumsal etkinliklerin tam ortasında edebiyatçılar vardır. Cumhuriyet dönemindeki projelerin halka yansıtılması ve benimsetilmesi konusunda da en büyük lojistik destek edebiyatçılardan beklenmiştir. Yazıp paylaşarak ya da misyon sahibi etkin bir birey sıfatıyla yaşanan döneme tanıklık ederek, katılarak, hayatın içinde durarak bir rol üstlenmektedir sanatçı.

Ergenekon merkezli gelişmeler, yaşadığımız ülkede aydınları ve sanatçıları değerlendirme konusunda yeni bir turnusol kâğıdı oldu adeta. Sessiz kalıp izleyenlerin sayısı az değildi. Görüş bildirenlerin bir kısmı da ya yandaşı olduğu koroya uydu ya da zülfüyâra dokunmayan sözlerle sahadan kaçtı. İşin cehaletle, vurdumduymazlıkla, konuyu saptırmakla ilgili boyutları ise ayrı bir değerlendirme konusu. Sinema, tiyatro ve müzik alanında boy gösteren birçok ünlünün bilgisi, yorumu, tarafgirliği; dünyadan habersiz yaşayan uyuşturulmuş kitlelerden farklı değildi. Sapla samanı birbirine karıştıranlar, bu konuda bile işi rekabete ve kıskançlığa döküp birbirine sataşanlar, sokaktaki sıradan insanın malumatına ve iç görüsüne bile sahip olmayanlar, aynı teraneleri geveleyip duranlar bizi hayrete düşürmüyordu artık. Levent Kırca’nın Deniz Baykal’ı bile hiç dinlemediği anlaşılıyordu sözgelimi. Zeki Alasya, bir televizyon kanalında konuyla ilgili olarak kendisine yöneltilen bütün sorulara kahkaha atarak cevap vermeyi marifet sayıyordu. Erkin Koray, hadi bizi de alsınlar içeri, pişkinliğiyle yaklaşıyordu olaya. Selda Bağcan, o rektörlerin ne suçu var kardeşim, diyordu ikide bir. Hülya Avşar, bu konudaki duyarlılığını halkla paylaşan Sezen Aksu’ya çatıp konuyu iyice sulandırıyor ve Erman Toroğlu’nun yorumlarını bile aratacak bir seviyesizlik içinde yüzüyordu. Benim, derli toplu bir bakış açısına ve darbe karşıtı bir duruşa sahip olduğunu açıkça görebildiğim tek insan Halil Ergün oldu. Konunun, magazine bulaşmış bu yönüne değinirken, Erbakan’ın adı geçen şahısları hiç aratmayan bazı yorumlarını da hatırlamak gerekiyor.

Bu arada konuyla ilgili olarak güzel ve anlamlı şeyler de yapılmadı değil. Bolu valisinin bir konuşması, hâlâ hatırımda duruyor sözgelimi. “Yandaş medya” olarak yaftalanan gazete ve dergilerdeki bazı okkalı yorum ve analizlerin yanı sıra (kapanan) Nokta dergisinin, Taraf gazetesinin çabalarını unutmamak gerekiyor kuşkusuz. Grup Yürüyüş de yeni albümünde “Ergenekon” adlı bir parça hazırlayarak konuya bu eksende dikkat çekmiş oldu.

Edebiyata Yansıyan Ergenekon

Edebiyat alanında da konuyla ilgili irili ufaklı kimi çabalardan, etkisi sınırlı da olsa bazı şiir ve yazılardan söz edilebilir. Cahit Koytak’ın, Taraf gazetesinde bu minvalde yayımlanan bazı şiirleri (bunlardan birinin başlığı, “Generaller Niçin Sokağa Çıkamaz” idi) epeyce ses getirdi. Said Yavuz’un Yedi İklim dergisinde yayımlanan ve 27 Nisan muhtırasından hareketle yazılan “Muhtıra Yangınları ve Söz Kesen Yağmurlar” başlıklı şiirini de bir yere kaydetmek lazım. Tasfiye dergisi, bu konuyla bağlantısı gözetilen epeyce şiir ve yazı yayımladı. Bazı gizli bilgileri deşifre ettikleri gerekçesiyle hakkında dava açılan gazeteciler gündeme geldi son günlerde. Konunun görsel basına ve mizah dergilerine yansıyan boyutları da oldu. Ancak bir genelleme eşliğinde baktığımızda, bu konularda öteden beri canı yananlar, hakkı yenenler, ıstırap çekenler, mağdur edilenler fazla konuşmadı. Onların sesi olabilecek kültür ve sanat dergileri sınıfta kaldı. Sol kesim içinde görülen kimi dergiler ve aydınlar, bu konuda daha etkin bir görüntü verdiler. Daha çok konuştular, etkinlikte bulundular, dosyalar hazırlayarak gelişmeleri takip ettiler.

Şu belirlemeyi yinelemekte yarar var: Zulmü ve zorbalığı görmezden gelen, sömürü odaklarını güçlendiren, açıkça darbe çağrıları yapan, küresel ifsatla bitişip bütünleşen çok sayıda aydınımız, sanatçımız var artık. Edebiyatın / sanatın çözülmeye ve yozlaşmaya karşı direnç geliştiren, en azından onlara eklemlenmeyen kanalları ise hem küçümsenip hayatın taşrasına itilmekte hem de çeşitli bahanelerle tıkanmakta günümüzde. Seksenli yıllara kadar, bu ülkede sanat ve edebiyat alanında hatırı sayılır bir iktidar oluşturan sol eğilim içinde yer alanların önemli bir bölüğünün süreç içerisinde nasıl da dönek, sinik, inkârcı ve içeriden barikatlar oluşturucu bir konuma evrildiği gözlemlenebilir bir gerçeklik. Bu eğilim, diğer kesimleri de etkilemiştir kuşkusuz. Sakat, ahlâkilikten ve kişilikten uzak, yoz bir sanat algısının bugün neredeyse genelgeçer bir hüviyet kazanmasında bu tür kırılma, savrulma ve çözülmelerin etkili olduğunu söylemeye bile gerek yok sanırım. Diğer taraftan şu soruyu bir daha sormak gerekiyor: “Müslüman kesimin, postmodern darbe olarak nitelendirilen sindirme, kuşatma, kapanma sürecini ve o süreçle birlikte gündemden hiç düşmeyen baskıları, insanlık dışı uygulamaları, darbeci eğilimleri, Ergenekon süreciyle birlikte gündeme gelenleri, ikide bir gözümüze sokulan muhtıraları, tecrit ve karalama çabalarını eleştiren; bu eksende sahici bir itiraz ve tanıklık da geliştirebilen bir edebiyatı var mı? 28 Şubat süreci başka bir ülkede mi yaşandı sözgelimi? Muhtıralar, tehditler, hakaretler edebiyat-sanat dergilerini hiç incitmiyor mu? Çetelerin, darbeci örgütlenmelerin, kıyımların hiç mi edebî bir niteliği, yönü yok?” Edebi eser, kendisini anlamlı ve görünür kılan form ve estetik bütünlüğün yanı sıra, içsel bir anlam dizgesi eşliğinde açımlanan ideolojik bir bütünlüğü de gereksinir kuşkusuz. Bu bağlamda edebiyatın, bir dünya görüşünden büsbütün yalıtılmasını, ideoloji yoksunu ya da karşıtı bir etkinlik olmasını beklemek en azından safdilliliktir. Bir dünya görüşünden, ontolojik bir gerekçeden, insanî ve gerçekçi bir yer tutuştan ayrışmış gibi görünen tutum ve çabalar da aslında kurulu düzenin ekmeğine yağ sürecek, egemen ideolojiye eklemlenecektir.

“Ergenekon davası”ndan ve onunla bağlantılı konulardan söz ederken, geçtiğimiz aylarda edebiyat kamusunun gündeminde yer tutan iki gelişmeye yer vermek gerekiyor: Bunlardan biri Varlık dergisinin konuyla ilgili bir soruşturma dosyası hazırlayıp yayımlaması, diğeri de Oya Baydar’ın “Çöplüğün Generali” adlı yeni romanı.

Politik Bilimkurgu: Çöplüğün Generali

Oya Baydar, 1940 doğumlu. Uzun zaman sosyalist siyasetin içinde yer almış bir isim. Daha lise son sınıftayken, “Allah Çocukları Unuttu” adıyla yazıp yayımladığı bir romanı var. Sosyoloji okumuş, çeşitli üniversitelerde çalışmış. 1971’deki 12 Mart darbesi sırasında TİP ve TÖS üyesi olduğu için tutuklanmış. Çeşitli gazete ve dergilerde yazmış. 12 Eylül darbesi sırasında yurt dışına çıkan yazar, Almanya’da 12 yıl boyunca sürgün hayatı yaşamış. 1992’de Türkiye’ye dönen Baydar’ın “Elveda Alyoşa”, “Kedi Mektupları”, “Sıcak Külleri Kaldı”, “Hiçbiryer’e Dönüş”, “Erguvan Kapısı”, “Kayıp Söz” adlı kitapları yayımlanmıştı daha önce.

“Çöplüğün Generali” adlı yeni romanı, politik bir bilimkurgu olarak nitelenebilir. Daha önceki yapıtlarında olduğu gibi bu kitabında da toplumsal-siyasal insanı öne çıkarıyor yazar. Toplumsal belleğin unutma-hatırlama sendromları üzerine kurmuş bu romanını Baydar. Gelecekte, hayali bir ülkede patlayan kentin uyutulmuş insanının trajikomik öyküsünü anlatıyor. Dört ayda yazıp bitirdiğini söylediği bu romanda bugün ve gelecek neredeyse iç içe. Öykünün geçtiği adsız kentte, kenti yerle bir eden, haritadan silen bir olay yaşanmıştır; ancak kimse hatırlamaz bunu. Geneli itibariyle görmeyen, duymayan, söylemeyen bir halk vardır kitapta. Bellekleri silen bir merkez, o merkezin bu amaçla geliştirdiği bir virüs neden olmuştur buna. Ayakta kalan, gören ve bilense çöplüğün generalidir, geçmişinin farkındadır o. Günümüzde de birçok karşılığını gördüğümüz gibi unutanlar huzur ve refah içinde; unutmayanlar ise çöplükte, sıkıntının içindedir.

Oya Baydar, temelde bir Ergenekon romanı yazmadığını söylese de günümüzdeki gelişmelere, kişilere, tanıklıklara ilişkin çok sayıda ipucu var romanda. Sokaktaki insanın, gladyonun eylemlerinin sonuçlarına katlanmasının anlatısı bu. Aynı zamanda her karakter, gömülü bir silah ya da cesetle karşılaşıyor romanda. Derin tezgâhlara, planlara, çetelere, kuyulara, dört bir yandan fışkıran silahlara, tutum değiştirenlere, rol kesenlere, vurdumduymaz davrananlara, çanak tutanlara göndermeler var. Romanın yazılmasındaki muharrik güç, İstanbul’da bir çöplüğün patlaması. Çöplükten toplayanlar ile çöplükten çıkanların bireşimi var adeta. Ülkeyi çöplüğe döndürenler, çöplükteki mağdurlar ve bu gidişe karşı çıkmaya çabalayanlar… Bir de çöplük karşısındaki toplumsal aldırmazlık ve kolektif bellek kaybı. Siyasal iktidarı da güden, statükonun ve iktidarın gerçek sahiplerinin devamının garantisi olan bir merkeze yöneltiyor eleştirilerini yazar. Değişime karşı olan ve düzenin egemenlerinin bekçisi olan bir merkez bu kuşkusuz. Bu merkez, gücünü hem şiddetten hem de kitlelerin bilmemesinden ve hatırlamamasından alıyor. İlginç, çok katmanlı, -muğlak ve ürkek taraflarına rağmen- tartışılmayı hak eden bir roman Çöplüğün Generali.

Kemalist Saflar Sıklaşırken

Varlık dergisinin sözünü ettiğimiz soruşturması ise geçtiğimiz ağustos sayısında yer aldı: “Edebiyat Cephesinden Ergenekon Davası ve Askeri Darbe Girişimleri”. Tahsin Yücel, Leyla Erbil, Özdemir İnce, Ataol Behramoğlu, Sennur Sezer, Sabit Kemal Bayıldıran, Nihat Behram, Erendiz Atasü, Roni Margulies ve Ahmet Ümit soruşturmaya katılan yazarlar. Sol ve Kemalist sanatçılar dışında kimseye yer verilmese de böyle bir dosyanın hazırlanması bile başlı başına önemli ve anlamlı.

Varlık dergisinin öteden beri böyle bir huyu, böyle bir özelliği var nedense. Farklı kesimlere, farklı görüşlere yeterince açık değil. Yapabilecek gücü ve bağlantıları olmasına rağmen, bir tür kota uygulayarak belli bir koridorun dışına çıkmıyor; solu kendi içinde dolaştırıp duruyor çoğu zaman.

Soruşturmaya cevap verenlerin çoğu, insanda bir hayal kırıklığı oluşturuyor ister istemez. Biraz ufuk, biraz vicdan, biraz derinlik bekliyorsunuz ama nafile; esas duruşu bozmamakta direniyor pek çoğu. Hem inanılmaz bir çifte standart ve önyargıdan kurtulamama var hem bitimsiz bir cahillik ve tek taraflılık hem de halktan, ülke gerçeklerinden kopukluk. Saçınızı başınızı yolmak zorunda kalıyorsunuz bazı satırları okurken. Solun Kemalizmle ne kadar içi içe geçtiğine, ulusçuluğu nasıl ve ne ölçüde içselleştirdiğine, hangi oranda halk ve din düşmanı haline geldiğine, ne büyük bir tahammülsüzlük ve cehalet içinde yüzdüğüne, devrimci perspektifin ne kadar aşınıp küçüldüğüne tanık oluyorsunuz. Nesnelliği, izanı, halkın yanında olmayı gözetenler arasında Roni Margulies’i, Sabit Kemal Bayıldıran’ı ve bir parça da Ahmet Ümit’i saymak gerekiyor.

Tahsin Yücel, daha açıklamalarının başında 60 darbesine övgüler düzüyor. O dönemde yapılan anayasayı da bütün dünyanın övdüğünü, imrenilen bir anayasa olarak görüldüğünü dile getiriyor. Daha sonraki darbelerin savunulur bir yanı olmadığını belirtiyor. Onlarca kitaba imza atan, adı Nobel havzalarında geçen, üniversitede hocalık yapan Tahsin Yücel, Atatürk ilkelerine ve içerdiği demokratik düzene bağlılığın hepimizin ortak yönelimi olması gerektiğini söylüyor sözlerinin sonunda. Dünyadan haberi olmayan, koşullandırılmış, zihni iğdiş edilmiş sıradan bir memur gibi konuşuyor yani. Açıklamalarının nerdeyse yarısı, aydınlar adına utanç verici.

Evlere şenlik saptamalarla başlıyor sözlerine Leyla Erbil. Darbe denince Che’yi, Castro’yu, Spartakus’ü, Şeyh Bedreddin’i, Nazım’ı hatırladığını söylüyor. Neyle, hangi terimle karıştırıyorsa artık. Ordu darbesini ise şöyle yorumluyor: “Ben ordunun darbe yaparak hükümetlerin yıllardır oy kaygısıyla sürüncemede bıraktığı işleri yaptırtmasını isterdim.” Evet, bir tek belediyecilik hizmetlerine karışmadıkları kalmıştı askerlerin. Sol düşünceli insanlara zarar veren askeri darbeleri sevmeyenlerden o da. Evet gerçekten öyle; kendini solcu zannediyor Erbil. Şimdiki ordunun; ün, azamet ve servet peşinde olan farklı ve kötü bir ordu olduğunu dile getiriyor açıklamalarının sonunda. Darbe tehlikesi yok yani, rahat olabiliriz.

Özdemir İnce’ye göre Ergenekon bir “orta oyunu”. Darbe ihtimali % 1 ama bu da bir şey, diyor. İrtica korkusunun bir paranoya olmadığının en somut kanıtı olarak görüyor bu davayı. İmam-Hatip okullarına ve Kur’an kurslarına yükleniyor yine. İslamcıların, 12 Mart ve 12 Eylül’ü hiç eleştirmediklerini dile getiriyor bir de. Evet, böyle bir kabul var, son zamanlarda yaygınlaşan. Hangi İslamcılarsa bunlar artık. Başkaları da dillendiriyor ara sıra böyle şeyleri. Hangi “İslamcı” 12 Mart ve 12 Eylül’ü savunmuş bilmiyorum. Müslümanların darbeler ve darbecilerle ilgili görüşlerini, itirazlarını, direniş ve savaşımlarını nereye bakarak, kimi dinleyerek, ne okuyarak değerlendiriyor bu zevat, anlamak zor. Düzene payanda olan, devrimci ve direnişçi hiçbir çıngı taşımayan, İslami uyanışa herkesten fazla düşmanlık güden kimi tarikatları, holding sahibi hödük ve Amerikancı bazı muhafazakârları, Filistin’deki direnişi bile kötüleyen eyyamcıları İslamcı filan sanıyor bunlar herhalde.

Ataol Behramoğlu, Kemalizmle örtüşme konusunda epeyce yol kat etmiş meğer. O da kendini hâlâ sosyalist zannedenlerden. Ve üstelik hiçbir öpücüğün uyandıramayacağı kadar derin bir uyku hâli yaşıyor. Askeri darbeler hakkında, ilk mektep çocuklarına ansiklopedik bilgiler veriyormuş gibi başlıyor açıklamalarına. 60 darbesiyle 12 Eylül’ü bir tutmanın, bir cehalet ve kötü niyet ürünü olduğunu söylüyor. Üstüne üstlük günümüzde bir “sivil darbe” gerçekleşiyor Behramoğlu’na göre. Ergenekon davasını postmodern bir gericilik hareketi olarak niteliyor. Türkiye’nin kurtuluşunu da AKP’den kurtulmakla bir tutuyor. Hem darbelerden muzdarip olduğunu, çok acı çektiğini belirtiyor kasılarak hem de TSK’de yedek subay olarak çalışmaktan duyduğu onur ve gururdan dem vuruyor.

Sennur Sezer’e göre 27 Mayıs 1960’taki askeri dönüşüm, diğerleri darbe. Ergenekon ise, derin güçlerin kendi aralarında hesaplaşması. Şiirlerindeki o içli sesini, o ezilenlerden yana tavrını arıyorum Sennur Sezer’in, yok. Bir ara ölçüyü kaçırdığını o da fark ediyor olmalı ki darbe karşıtı bir şeyler söyleyip “Silahla kalemin ittifakı mı olur?” diyerek bitiriyor açıklamalarını.

Nihat Behram, çoğu kere yaptığı gibi anılarına sığınıyor hemencecik. Üst perdeden bir sesle, vaaz verir gibi konuşuyor. Doğru, güzel, haklı bulabileceğimiz şeyler söylese de genel açıklama içinde bütün değerini yitiriveriyor bunlar. Varsa yoksa kendi acıları, kendi çektikleri. Solcu olmayan halk yok bu perspektifte. Dindar insanların çektikleri yok, örtüleri nedeniyle okullarından ve işyerlerinden atılan kızlar, kadınlar yok. Üzerlerine panzerler yürütülen, köpeklerle saldırılan, incecik bileklerinden okudukları lisenin kapısına yahut demir parmaklıklarına kelepçelenen, evinde Kur’an okuduğu için sürüm sürüm süründürülen, başörtülü olduğu gerekçesiyle horlanan, aç bırakılan, tedavi edilmeyip ölüme terk edilen, aslı astarı olmayan suçlamalarla zindanlara tıkılan insanlar yok. Emperyalizme, sömürüye, Amerika ve İsrail’e direnen insanlar, öbekler, etkinlikler yok. Chavez’den söz ediyor övgüyle; fakat onun İran’la ilişkisi, yakınlığı hakkında bir şey söylemek aklına bile gelmiyor.

Erendiz Atasü, nötr sayılabilecek açıklamalar yaptıktan sonra, genel koroya uyarak, Ergenekon sürecini AKP muhaliflerinin sindirilmesi olarak gördüğünü belirtiyor. Romancı Ahmet Ümit, eski bir hesaplaşmanın günümüzdeki hâli olarak görüyor yaşananları. İhtiyatlı konuşuyor açıklamaları boyunca. Yer yer güzel ve doğru tespitler yapsa da belli bir sınırın ötesine geçmiyor.

Sabit Kemal Bayıldıran, soruşturmada farklı görüşleriyle öne çıkan bir isim. Önce önemli ve yerinde bir saptama yapıyor Bayıldıran: “Askeri darbe, hükümet olmayan ama iktidar olan askerin, iktidar elinden kayıyor gibi olduğunda, iktidarını pekiştirmek için göstermelik demokrasiye son vermesidir.” Ergenekoncuları savunan ‘solcular’ın aslında birer milliyetçi olduğunu belirtiyor sonra. Nesnel, geniş ölçekli ve sağlıklı değerlendirmeleriyle dikkat çekiyor soruşturmada. Kürt sorununa, zihinlere ve gündelik hayata kazınmış ulusçu refleks ve pratiklere değiniyor. Halkı aşağılayan yaklaşımları eleştiriyor. Hem dağa taşa “Ne mutlu Türküm diyene” yazıp hem de bu mutlu Türk’ü isabetsiz seçimi nedeniyle aşağılamanın tutarsızlığına ve arka planına işaret ediyor. Öteden beri gücü elinde bulunduran “bürokrasi”, iktidarını korumak için ‘iti ite kırdırma’ politikası güdüyor Bayıldıran’a göre.

Roni Margulies, bu konularla ilgili görüşlerini çeşitli düzlemlerde öteden beri dile getiren bir aydın. Son derece sağduyulu, tutarlı, dört başı mamur bir açıklaması var soruşturmada. Gerçek bir devrimci perspektif eşliğinde, kendi içinde çelişmeden yapıyor açıklamalarını. Bütün darbelerin kötü olduğunu, gerçek aydınların ve solcuların hiçbir darbeyi savunamayacaklarını, AKP’ye karşı olmanın darbe yandaşlığına dönüşmemesi gerektiğini, halkın tercihlerini aşağılamaya ve yok saymaya kimsenin hakkı olmadığını dile getiriyor. Net, anlaşılır ve saygınlık uyandıran bir dil ve yaklaşımla aktarıyor görüşlerini. Nitekim onun dürüstlüğü ve tutarlılığı elden bırakmayan bu açıklamaları sol içinde de tartışılıyor, rahatsızlıklara yol açıyor ve gıdım gıdım da olsa safları ayrıştırıyor.

 

NOT: Bu makale Umran dergisinin Ekim 2009 sayısında da yayımlanmıştır.