Ece Temelkuran’ın The Guardian’da yazdığı, ardından Etyen Mahçupyan’ın yazıya cevap vermesi, Nuray Mert’in de Temelkuran’a destek çıkmasıyla devam eden tartışmalarla ilgili Alper Görmüş de dikkat çekici bir yazı kaleme aldı. Görmüş, dünkü yazısında Ergenekon’dan hapsedilen kimi gazeteciler üzerinden Türkiye’de medya özgürlüğü yaygarası koparanları ve Hrant Dink cinayetini “İslamcı bir iktidar”a yıkmaya çalışanları deşifre ediyor:
Alper Görmüş / Taraf / 10.02.2012
Önceki yazıda, Ece Temelkuran’ın The Guardian’da (27 Ocak 2012) yayımlanmış “Türk gazeteciler çok korkutuldu –ama bu korkuya karşı savaşmalıyız” başlıklı makalesinin, Türkiye ile ilgili bilgileri sınırlı ve nüanssız İngiliz okurlarının zihninde manipülatif bir algı yaratmaya matuf olduğunu öne sürmüştüm.
Ayrıca Temelkuran’ın makalesinin Türk gazeteciler arasında bir geleneğinin olduğunu; Türkiye’nin gerçeğini yansıtmadığı bilinse de Batı’nın ezberlerine uygun düşeceği düşünülen kimi haber ve makalelerin Batı basını üzerinden daha önce de dolaşıma sokulduğunu hatırlatmış, iki de örnek vermiştim: “Türkiye’ye şeriat geliyor, Türkiye İran oluyor” atağı ve 2003-2007 arasındaki anti-misyoner kampanya bağlamında “Türkiye, AKP’nin sağladığı siyasi-psikolojik ortamda Hıristiyan azınlıkların (ve misyonerlerin) ortadan kaldırıldığı karanlık bir yerdir” atağı...
Yazımda, makalesiyle Temelkuran’ın da bu kategoriye bir ilavede bulunduğunu, Hrant Dink’in Batı’da haklı olarak bir özgürlük ve adalet arayışı simgesi haline gelmiş olmasından yararlanmak üzere, Dink cinayetini “İslamcı AK Parti iktidarı” ile ilişkilendiren imâlara yer verdiğini öne sürüyordum.
Bu kadar kaba bir çarpıtmayı, cinayetin ayrıntılarına vâkıf Türk kamuoyuna yönelik olarak yapamazsınız, fakat onlardan habersiz Batı kamuoylarına yönelik olarak yapabilirsiniz. Üstelik konu, Batılı ezberlere ve kalıplaşmış algılara uygunsa, çok daha rahat yapabilirsiniz...
“Bir gazetecinin öldürülmesi ve iki gazetecinin hapsedilmesi...”
7 şubat tarihli ilk yazıda Temelkuran’ın bu algıyı nasıl yarattığını anlatmaya başlamış, sunuştaki başlık- fotoğraf- fotoğrafaltı kombinasyonunun amaç doğrultusundaki “başarı”sını teslim etmiş, makalenin kendisiyle ilgili eleştirileri de bugüne bırakmıştım.
İzninizle 7 şubat tarihli yazıyı okumamışlar için sözünü etiğim kombinasyonu burada tekrar hatırlatacağım; ayrıca o yazıda atladığım makale spotunu da bu kez dikkatinize sunacağım; yani bu tekrarda geçen yazıyı okumuş olan okurlar için de yeni bir şey olacak!
Şöyle yazmıştım:
“Şu kurgunun ikna ediciliğine bakın: ‘Türk gazeteciler çok korkuyorlar’ başlığıyla, yazı gövdesi arasında yer alan fotoğrafta Hrant Dink’in, üzeri kâğıtlarla kaplanmış ölü bedeni kaldırımda boylu boyunca yatıyor.
“Fotoğrafaltında ise şu ibare yer alıyor: ‘Türk-Ermeni gazeteci Hrant Dink İstanbul’da ofisinin önünde vurularak öldürüldü.’
“Bu bileşime biraz daha yakından bakalım... Türk gazeteciler kimden korkuyorlar? Elbette, başlığın gizli öznesi olan ‘İslamcı iktidar’dan korkuyorlar. Şimdi bu bilgiyi haberin fotoğrafıyla ve fotoğrafaltıyla birleştirin... Bu bileşim, Türkiye’yi nüanslarla izleyen çok küçük bir bölümü dışında İngiliz okurlara ne söylemektedir? Tabii ki şunu söylemektedir: Türkiye’de gazeteciler mevcut iktidardan çok korkmaktadırlar, çünkü bu iktidarın sabıkaları arasında işte böyle gazeteci cinayetleri de vardır.”
Şimdi buna geçen yazıda zikretmeyi unuttuğum, başlığın hemen altında, fotoğrafın hemen üstünde yer alan makale spotunu da ekleyelim... O da şöyle:
“Bir gazetecinin öldürülmesi ve iki gazetecinin hapsedilmesi medyayı susturmak içindir –fakat bu beni daha kararlı kılıyor.”
İki gazetecinin (Nedim Şener ve Ahmet Şık) hapsedilmesindeki haksızlık ve hukuksuzluk artık kamuoyunda da yaygın kabul gören bir inanış, fakat amacın “medyayı susturmak” olduğu hususunda bir fikir birliği yok. En azından, “madem öyle, neden çok daha etkili muhalif gazeteciler hapiste değil” sorusu hâlâ cevabını bekliyor. (Tam bu noktada “yakaladım işte” duygusuyla klavyesinin başına geçen ateşli yorumcuya not: N’olur, bari kendi zekâna hürmetle “Alper Görmüş bütün muhaliflerin hapsedilmesini istiyor” diye yazma!)
Fakat diyelim ki öyledir, diyelim ki Temelkuran’ın varsayımı geçerlidir ve Şener ve Şık’ın hapsedilmesinde esas amaç “medyayı susturmak”tır. Bu durumda yukarıdaki spot –başlık, fotoğraf ve fotoğrafaltı bilgileriyle de birleşince– bize (daha doğrusu İngiliz okurlara) sadece şunu söylemiş oluyor: İki gazeteciyi hapseden irade ile bir gazeteciyi öldüren irade aynı iradedir.
“Biri öldürüldü, ikisi hapsedilmiş ve ben işsizim”
Makale de zaten yoluna, bu spottaki anafikri geliştirerek ve Ece Temelkuran’ı işsiz bırakan iradenin de aynı irade olduğu yönündeki ilave iddiayla devam ediyor:
Makalenin girişinde: “Büyük resmi görmem birkaç gün sürdü. Fakat farkına vardığımda, olayın (Temelkuran’ın işine son verilmesinin –AG) üç kayıp meslektaşımla bağlantılı olduğunu anladım: Biri ölü, ikisi hapiste, beş yıl önce başlayan bir hikâye.”
Makalenin finalinde: “Biri öldürüldü, ikisi hapsedilmiş ve ben işsizim.”
Ece Temelkuran’ın makalesine, “aynı iradenin gadrine uğramış” bu dört insanın arasında kurulan dramatik bağlar eşlik ediyor. Etsin, fakat burada da İngiliz okurlarının Türkiye’ye dair bilgilerinin eksikliğini istismar eden gerçek dışı abartmalara başvuruluyor, olgular gizleniyor ve iddialar olguymuş gibi gösteriliyor.
Makalede öyle bir tablo çiziliyor ki, Etyen Mahçupyan’ın da işaret ettiği gibi, okuyanlar, “Hrant’ın ölümünün perde arkasının sanki sadece bu iki gazeteci tarafından araştırıldığı” gibi bir sonuca varıyor.
Bu arada tabii ki Nedim Şener’in kitabının Jandarma’yı kollayan (ki bugünlerde Nazlı Ilıcak’ın kitabı vesilesiyle işin bu yanı Türkiye’de çok tartışılıyor) tarafına hiç değinilmiyor. Daha da garibi, Ahmet Şık’ın “aynı konuyu ele aldığı” söylenen kitabının, Türkiye’de yaşayan herkesin bildiği gibi konuyla (yani Hrant Dink cinayetiyle) ilgisinin bulunmaması... Demek “Hrant, Ben, Nedim ve Ahmet” başlıklı dramatik öyküyü tamamlayabilmenin başkaca bir yolu bulunamamış ki, böyle bir kurnazlığa başvurulmuş; İngilizler anlamaz nasıl olsa...
Bunları da fazla önemsememek mümkün olabilirdi, fakat bütün bu dramatik öyküye, tıpkı Temelkuran, Şık ve Şener gibi Hrant Dink’in de “İslamcı iktidar”ın hedefi ve kurbanı olduğu algısını yerleştirmek için başvuruluyorsa işler değişir; maalesef yapılmak istenen tam da bu.
İlk yazıya gelen tepkiler
İlk yazıdan sonra bana gelen ya da yazımı alıntılayan internet sitelerine gönderilen eleştiriler çok ilginçti; Söylediğim hiçbir şey eleştirilmiyor, söylemediğim her şey eleştiriliyordu!
Oysa ben basitçe, Temelkuran’ın The Guardian’daki makalesinin sunumundan “Dink’in AKP tarafından sindirilen gazetecilerden biri olduğu (ve hatta AKP tarafından öldürtüldüğü)” gibi bir sonucun çıktığını iddia ediyor ve bu iddiamı temellendirmek üzere başlık-fotoğraf ve fotoğrafaltından oluşan bileşime dikkat çekiyordum.
Yani bir anlamda “teknik” bir temellendirme çabasıydı bu. Tabii birileri de kalkıp, “o unsurlardan sizin dediğiniz anlam çıkmaz” deyip kendi gerekçelerini sıralayabilirdi.
Fakat dediğim gibi bu yönde tek bir eleştiri gelmemişti yazıma. Buna karşılık benim lafını bile etmediğim bir yığın konuda haddim bildirilmişti. (Örnek olarak T24 sitesindeki okur yorumlarına bakabilirsiniz.)
Bu durumda ben, bu okurların öne sürdüğüm iddiayı reddetmedikleri, fakat gerçeği yansıtmıyor olsa da Batı’da böyle bir algının yaygınlaşmasının “Türkiye için iyi” olacağı yönünde bir düşünceye sahip olduklarını varsayıyorum.
Anlaşılmaz bir başka eleştiri de benim böylece dava sürecinde hükümetin sergilediği kötü performansı gizlediğimdi...
Dava sürecinde ve davanın sonuçlanmasından sonra hükümetin adaletin yerini bulması doğrultusunda üzerine düşen hiçbir şeyi yapmadığını yazan biri olarak, buradan da anladım ki, hükümeti Hrant Dink davası konusunda eleştirirken “cinayette de esas sorumlu odur” çizgisine gelmediğiniz ya da bu çizgiyi eleştirmeye kalktığınız anda her türlü saldırıya açık olmanız gerekir.