Bugün Pazar. Kafamda deli sorular. Sanki birkaç put kırsam rahatlayacakmış gibiyim.
Bu hafta Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler’in liderleri için idam istedi darbe rejiminin savcısı. Mursi devlete ait güvenlik belgelerini İran’a vermiş; Müslüman Kardeşler Hamas gibi gruplarla işbirliğine gitmiş. Diğer davaları düşününce bu daha başlangıç dedirten bir talep
Savcının idam talebinin ardından, dünya liderlerinden kınama geldi mi, ben mi kaçırdım? Kudüs’teki Sinagog saldırısı için yapılan kınama açıklamalarının onda biri mesela? Hoş, yüzlerce Müslüman Kardeşler üyesi darbe karşıtı protestolara katıldığı için idam cezası aldığında Mısır kınandı da ne oldu? Sisi BM’de el üstünde ağırlanmadı mı? Amerikan Dışişleri Bakanı’nın övgülerine mazhar olmadı mı? Güney Kıbrıs’ından Yunanistan’ına, İsrail’inden Birleşik Arap Emirlikleri’ne hepsi diplomasi trafiğine girmedi mi?
Geçtiğimiz gün, IŞİD’e biat eden Ensar Beyt-el Makdis örgütünün Sina’da Mısır ordusuna yaptığı saldırıyla alakalı propaganda videosunu izlerken düşündüm: Artık sofistike saldırılar düzenleyebilen örgüt, darbeci Mısır Ordusu’nun en az 30 askerini öldürüyor, ağır silahlarını ve zırhlı tanklarını ele geçiriyor, “Sadece liderlerinizi öldürecektik ama siz vazgeçmediniz. Şimdi cezanızı buldunuz,” diye askerlerle dalga geçiyor, “Bu daha başlangıç. Savaş henüz başlamadı,” diye Mısır’ı tehdit ediyor. Ama zindanlarda ölümü bekleyen, eline silah almayı reddedip sokaklarda barışçı protestolarla darbeye karşı durmayı tercih etmiş olanlar ‘terörist’ diye hapsedilenler. Kendimi 18-20 yaşında Müslüman bir delikanlının yerine koyuyorum, “Öyle de ölen biziz, böyle de…” diyip uluslararası toplumun sahte demokrasisine ne kadar boyun eğebilirdim? Dedim ya, kafamda deli sorular...
Tunus’da Nahda Hareketi’nin parlamento seçimlerini kazanmamasını, hatta kazanmak istememesini, seçimlerde liderliği devrik diktatör Bin Ali’nin Sipsi liderliğindeki ‘modern’ ve ‘seküler’ görünümlü yandaşlarına bırakmasını değil ama, Gannuşi’nin baskılara boyun eğmesini, boyun eğmenin akıllı ve entelektüel olmak anlamına gelmesini, kaybetmenin devrimin paylaşıldığı bir başarı hikayesi olarak zihnimize kazınmasını nasıl kabullenebilirdim?
Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve hilafetin sona erdirilmesiyle Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da ortaya çıkan boşluğu, ne ordusu güçlü diktatörler ne petrol kuyularının üzerinde oturan krallar ne de Batı’ya angaje elit, liberal ya da solcu Araplar dolduramıyor işte. Milyonların aradığı şey, barışçı görünmek uğruna hapislerde çürümek değil, yemek yiyip, dua edip, savaşırken ölmek belki de.
Onlar da izliyor elbette dünyayı. G20 zirvesinde ‘sözüm ona’ köşeye sıkıştırılan Putin’in ve ekonomik manada sıkışmaya giden Rus halkının, Rusya’nın çıkarlarının söz konusu olduğu uluslararası ilişkiler bahsi açıldığında nasıl tek bilek olduğunu. Ya da, sıradan bir dönemde, ayda ortalama 20-30 kişinin kafasının kesilerek ölümle cezalandırıldığı, bunun rutin bir cezalandırma biçimi olduğu, kadınlara yönelik baskının sınırının olmadığı Suudi Arabistan söz konusu olduğunda neden Batılıların aklına insan hakları ve demokrasi avukatlığı yapmanın gelmediğini soruyorlar elbette, atlamıyorlar John Kerry’nin, Tony Blair’in ya da Prens Charles’ın Körfez Ülkeleri’ndeki keyifli saatlerini.
En demokratik görünümlü ülkelerin, Amerika’nın, İngiltere’nin, kimin demokratik kimin terörist olduğuna, kimin tehdit oluşturduğuna karar verme hakkını kendine sakladığını, devasa istihbarat ağlarını think-tank’lerinin ve STK’larının ardına sakladıklarını, ve evlerinden dünyanın öteki bombalamakta hiçbir sakınca görmezlerken yine de demokratikliklerine bir zeval gelmediğini ilkokul seviyesinde bir çocuk dahi görüyor tabii. Daha düne kadar nükleer tehdit olarak lanse edilen İran’ın Hamaney’inin bugün neredeyse uluslararası toplumun Ayetullah’ı olarak pazarlanmak üzere hazırlanmakta olduğunu fark ediyorlar. Ya da “Araplara ölüm” sloganlarıyla sokakları inleten aşırı sağcı Yahudilere ve destekçisi İsrail yönetimine asla müdahale edilemeyeceğini, söz konusu İsrail olduğunda ikiyüzlülüğün bir hak olduğunu biliyorlar.
Ve biz, neden Mescid-i Aksa saldırısını eninde sonunda ama bir sinagog saldırısını koşa koşa ilk önce biz kınamak zorundayız? İçten içe o gençler de bizim gibi “Neden ve nasıl ve ne zaman alıştılar hep bizim ölmemize?” diye sormuyor mu?
Sormazlar mı mesela, “Neden biz değil protesto etmek, sokakta yürürken dahi tehdidiz ve teröristiz, fakat İslam’a karşı savaşanlar kahraman savaşçılar? Neden bizim boyun eğmememiz terörizm, onların verdiği onurlu bir savaş?”
Genç ve heyecanlı bir Müslüman demez mi mesela? “Öyle de ölüyoruz böyle de, bari savaşırken ölelim.” İpler bir kez kopunca da, “Sen teröristsin,” dendiğinde cevabı “Sen de kafirsin,” olmaz mı mesela? Dedim işte, kafamda deli sorular.
Peki Batı’nın İslamofobisi ve Arap diktatörlüklerinin baskısı altındaki Müslüman gençleri harici bir örgüt çıkıp kanatlarının altına alırken ve İslam Devleti adını, İslam bayrağını çaldığı gibi Müslümanları da çalarken, diğer Müslümanlar “Napıyoruz biz? Niye oturuyoruz? Biraz Kobani’ye gidenlerden örnek alalım” demez mi acaba? “Biz gidip Esad’a karşı savaşan kardeşlerimize omuz vermediğimiz için gelip devrimi de çalmadılar mı?” diye sorup özeleştiri yapmaz mı acaba? Kafamda deli sorular, dedim ya, “Yıkılsın bu düzen” diye kalkıp yıkmadıktan sonra nasıl yıkılır bu düzen acaba?
YENİ ŞAFAK