Mensur Akgün / Karar
Barbie Oppenheimer’a karşı...
Barbie, 1950’lerin sonunda piyasaya sürülmüş, anlatacak hikayesi olan bir oyuncak. Yaratıcısı iddiasına göre kendi kızını model almış, piyasadaki bebeğe benzeyen bebeklerin yerine geçmeyi, özellikle kız çocuklarına farklı bir hayata bakış biçimi benimsetmeyi hedeflemiş. Başarılı da olmuş. Dünyayı değiştirmese de Barbie’yi dünya çapında bir ticari imparatorluğun artık farklı biçim ve renklerde imal edilen ikonik temsilcisi haline dönüştürmüş.
Oppenheimer, daha doğrusu Julius Robert Oppenheimer ise 1904 New York doğumlu bir nükleer fizikçi. Harvard mezunu, doktorası da Göttingen Üniversitesi’nden. Daha sonra Berkeley’de çalışmış. 1942’de atom bombasını yapmak üzere devleti tarafından işe alınmış. Ekibiyle birlikte Los Alamos’ta bombayı üretip Hiroşima ve Nagasaki’deki katliamdan önce protipinin 16 Temmuz 1945’de New Mexico’daki çöllerden birinde patlatılmasına nezaret etmiş.
Ancak Barbie ile Oppenheimer’ı karşı karşıya getiren bomba ya da tanışıklık değil, ticari kaygılar. Haklarında çekilen iki ayrı filmin hangisinin daha çok iş yapacağına ilişkin beklentiler. Dendiğine göre ilk beş günde Barbie 100 milyon dolarlık bir fark atmış, Oppenheimer 100 milyon dolarlık hasılat toplarken, Barbie 200 milyon dolar sınırını geçmiş. İki film de Hollywood’a can suyu olmuş, salgından sonra toparlanmasını sağlamış.
Oppenheimer’ı henüz seyretmediğim için hakkında kesin bir kanaat belirtemem. Ancak okuduğum eleştirilerinden filmin bombanın sonuçlarından ziyade mucidine yapılan haksızlığı anlattığı, McCarthy dönemini gündeme getirdiği, “böylesi bir adama bunu nasıl yaparsınız” dediği anlaşılıyor. Amaç belli ki dünyayı yok edebilecek bombadan kurtulmaktan çok kutsamak.
Muhtemelen Amerika’nın nükleer modernleşme programına katkıda bulunmak. Okuduğum kadarıyla filmde bombanın yarattığı vahşete hemen hiç yer verilmemiş. Ayrıca Jack Detsch’in Foreign Policy’de yazıklarına bakılırsa New Mexico’da yapılan denemelerde zarar gören, kuşaklar boyunca kanserle uğraşan yerel halkın çektiklerini de film pek dert edinmemiş.
Barbie’nin hedefi derseniz o çok daha açık ve bence çok daha “masum”; filme, en çok da konusu olan oyuncağın imalatını ve pazarlamasını yapan şirkete, yani Mattel’e daha fazla para kazandırmak. Çünkü Barbie aslında uzun metrajlı bir reklam filmi. Ne Stanley Kubrick’in 1968 tarihli A Space Odyssey’sine girişte yaptığı atıf, ne de oyuncakların kendi dünyalarından çıkıp gerçek dünyayla yüzleşmesi filmi farklı kılıyor.
Ama kabul edelim ki bunların hiçbiri ticari başarısını gölgelemiyor. Normalde bedava gösterilmesi gereken bir film iyi bir pazarlama stratejisi, reklam ve PR kampanyaları sayesinde kendini parayla, üstelik de yazın ortasında seyrettiriyor. Feministler tarafından eleştirilen, pedagoglarca zararlı bulunan, ırkçılıkla suçlanan bir oyuncak Margot Robbie ve Ryan Gosling’in başarılı oyunculuğu ve Greta Gerwig’in kurgusuyla aklanıyor.
Eminim bundan sonra Mattel daha büyük bir pazara hitap edecek, ürünleri de çeşitlenecektir. Belki Orlando’da ya da Paris’teki Disney Land’lara komşu Barbie Land’lar kurulacaktır. Zaten şimdiden pazarladıkları diğer oyuncaklar için de filmler yapmayı düşündüklerini açıklamışlar. Yakında Barbie kılıklı kadınları, Ken taklidi erkekleri, filmdeki giysileriyle çevremizde görmek de şaşırtıcı olmaz.
Warner Bros da sanırım bundan sonra daha çok Barbie benzeri fanteziler, 1950’li yılların müzikallerini andıran sponsorlu, bol kazançlı filmler çektirir ve dağıtır. Benim önerim kanserojen olduğu Dünya Sağlık Örgütü tarafından tescil edilen gazlı, boyalı, şekersiz içecekleri üreten ve satan şirketlerle çalışmaları, muhtelif patentler altında farklı markalarla pazarlanan bu içeceklerden en azından birini aklamaları. Onların hem parası çok, hem de sponsorluk ihtimalleri yüksek.
Umarım GDO’lu tohum üretenleri, üretimlerinde bol bol pestisit kullananları da ihmal etmezler. Ne de olsa bombasıyla, oyuncağıyla, içeceğiyle, tarımıyla bu düzen bir şekilde sürmek zorunda. Hollywood da çoğu zaman yaptığı gibi düzenin meşruiyetini sağlamak durumunda.
Biraz para kazanmalarında da tabii ki beis yok. Oppenheimer’da olduğu gibi Hiroşima ve Nagasaki’yi es geçmeleri, seyirciye bombanın yıkımından ziyade bombayı yapanın Komünist Partisi üyesi olduğu iddiasıyla sistem tarafından dışlanmasının getirdiği psikolojik yıkımı işlemeleri yeterli.
Ya da Barbie de olduğu gibi çocukların dahi hayal dünyasının sınırlarını zorlayan paralel evrenler yaratmaları, geçişleri de üretim bandındaki muhtelif oyuncaklarla yapmaları. Barbie’leri sürekli mutluluğa mahkum edip onların kendilerine varoluşsal soruları sormaktan men etmeleri, insana benzemelerine müsade etmemeleri, benzediklerinde insan gibi olacaklarını, dolayısıyla da rol model olma yeteneklerini kaybedeceklerini seyirciye aktarmaları.
İçecek ya da bir tarım ilacı markası için bunları nasıl yaparlar kestirebilmek zor. Fakat Barbie’nin Mattel için yaptıklarını seyredince yeni ve daha yaratıcı çözümler bulacaklarına şüphem kalmadı. Mesela filmin içindeki yazıların, yol levhalarının gösterileceği ülkenin dilinde yazılmasının seyircinin aklını yakalayıp akışın peşinden sürüklemek açısından dahiyane bir çözüm olduğunu söyleyebilirim.
Bir de sanırım Kenleri, Barbielerin erkek özdeşlerini, yaşadıkları sözde feminen oyuncak dünyasından çıkartıp özgürleştirmeleri, kadın tahakkümünden kurtarmaları da farklı kurgularda denemeye değer bir başka yöntem olabilir. Böylece hem üretimdeki modelin imajı tazelenir, hem de daha geniş bir kesimin, erkek çocuk sahibi anne ve babaların da bu oyuncak ya da ürünlerden edinmeleri sağlanır.
Yine de Barbie filminin her şeye rağmen ilginç olduğunu, taşıdığı mesajlardan çıkartmamız gereken sonuçlar nedeniyle seyretmeye değer bulduğumu belirtmem gerek. Ama acil seyretmeniz şart değilse, çocuğunuz ya da torununuz ısrarla istemiyorsa acele etmeyin derim. Nasılsa yakında çevrimiçi mecralardan birinde oynar. Siz de Oppenheimer’la olan yarışına katkıda bulunmamış olursunuz. İyi, huzurlu ve bol seyirli bir pazar günü dileğiyle…