Davutoğlu'nun "komşularla sıfır problem" sloganı doğrultusunda giriştiği dış politika ataklarını çoğunluk gibi ben de sevinçle, takdirle izliyorum.
Devletin bir kesimi "postal yalayıcılar" gibi aşağılayıcı ifadeler kullanırken, kırmızı çizgileri basmadan geçip Kuzey Irak yönetimine cesur bir şekilde el uzatmak ve sonuç almak az iş değildi doğrusu.
Ermenistan ise başlı başına bir "tabu yıkma" olayı değil midir? Tarihin bugünü ipotek altında tutmasına, bugünü kuşatmasına karşı girişilmiş akıllıca bir "yarma harekatı..."
Hele hele sıranın Kıbrıs'a gelmekte olduğunu görmek beni hepten heyecanlandırıyor. Bu konunun çözülmesinin, derin devletin Türkiye'nin dünyayla bütünleşmesin diye ayağına taktığı pranganın çözülmesi demek olacağını hepimiz biliyoruz.
Söylemeye bile gerek yok; kalbim Dışişleri Bakanımız'ın "komşularla sıfır problem" politikalarının başarısı için çarpıyor.
Ama Davutoğlu'nun politikası burada bitmiyor tabii. Bu politika daha genel, daha büyük ve uzun vadeli bir stratejinin parçası ki, benim naçiz kalbim bu büyük politika konusunda aynı şevkle çarpmıyor:
Davutoğlu, geçenlerde bir televizyon programında şöyle özetliyordu büyük politikayı:
"Balkanlar deyince çatışma, Kafkaslar deyince etnik farklılıklar ve Ortadoğu deyince gerilim akla geliyor. Biz bu üç bölgenin en güçlü ülkesiyiz ve bu bölgedeki düzenden kendimizi sorumlu hissediyoruz. Türkiye hemen tüm komşularından coğrafi, askeri ve ekonomik olarak çok daha büyük. Dolayısıyla düzen kurma misyonu bizimdir."
Bu sözleri duyunca, çoğunluğun içinin gururla dolduğunu biliyorum. Zaten ne zamandır ellerini ovuştura ovuştura bekliyorlar; ne zaman masadaki yerimizi alacağız, yumruğumuzu masaya vuracağız, ne zaman bölgenin patronu olacağız diye. Nicedir "dünya çapında aktör" olmaktan, "oyun kuran" ülke olmaktan söz ediyorlar; "İçinde bulunduğu bölgede savaşın da, barışın da, bölgesel planlamaların da Türkiyesiz olamayacağı artık bir gerçektir. İsrail de olsanız, ABD de olsanız bu bölgede Türkiyesiz bir şey yapamazsınız! Hiçbir güç bu bölgede Türkiyesiz oyun kuramayacak artık..." diye yazılar yazıyorlar.
Benimse bu satırları okudukça içimi bir sıkıntı basıyor. Kuvvetli bir "Hay Allah, aldık mı başımıza belayı" hissi... Hele hele, bu bölgesel aktör olma özleminin Irak'ın işgali sırasında "Aman masanın dışında kalmayalım" endişesiyle işgalciye destek vermeye kadar vardığını düşündükçe endişelerim daha da artıyor.
Malum sözdür; büyük başın derdi de büyük olur. Kendilerine "düzen kurma" misyonu atfedenlerin, başlarının beladan kurtulmadığını o kadar çok gördük ki...
"Düzen kuran ülke..."
Aslında ben devletin az yönetenini seviyorum. Mümkün olduğu kadar az işe karışan, zorunlu olmadıkça devreye girmeyen bir devlet... Ehh, kendi devletimin Türkiye'yi bile daha az yönetmesini isterken, Balkanlar'dan, Avrasya'dan Kızıldeniz'e kadar uzanan koca bir coğrafyayı yönetmeye aday olmasını nasıl sempatiyle karşılarım?
Bir ülkenin kalkıp başka ülkeler için düzenler kurmasını nasıl içime sindiririm?
Düzen kurma yeteneğine sahip olan ve bu yetkiyi kendinde gören, aynı zamanda düzen bozma yetkisini de kendinde görür. Ayrıca kuracağı düzenin "kimin için iyi" olduğu sorusu her zaman açık uçlu bir sorudur. (Unutmayın, bugün Ortadoğu coğrafyasındaki bu sorunlu düzeni de bir zamanlar düzen kurucu olan bazı ülkeler kurmuştu.)
Davutoğlu besbelli ki bu yetkiyi bölge halklarının "iyiliği" için kullanmak niyetinde. Bölge halkları daha az savaşsın; düşmanlıkların yerini dostluklar alsın; ekonomik işbirliği, yatırımlar, ticaret, refah artsın istiyor. Türkiye'nin kuracağı düzenin böyle bir düzen olmasını arzuluyor.
Ama belli mi olur? Devletlerin ömrü yanında dışişleri bakanlarının iktidar ömrü nedir ki... Daha sonra kimlerin gelip geçeceğini ve nasıl düzenler kurmayı arzu edeceğini kim bilebilir ki...
Belki Davutoğlu haklıdır; belki düzen kurma sorumluluğu bölgenin en büyüğü ve en güçlüsü olmanın bedeli olarak kaçınılmaz bir biçimde bizim üstümüze kalmaktadır. Yani bu işten kaçmak mümkün değildir.
Ayrıca, bölgesel güç ya da dünya çapında aktör olmanın ekonomik getirilerinin bu ülkeye iş-aş olarak döneceğini bilmek de "düzen kurucu ülke" olmaya karşı çıkmayı zorlaştırıyor; bunun da farkındayım.
Ama ekonomik çıkarlar deyince hemen aklıma başka örnekler geliyor:
Fransa ve Almanya Avrupa'nın düzen kuran ülkeleri... Acaba bu durum Fransızlar'ı ve Almanlar'ı diyelim İsveçliler'den ya da Portekizliler'den daha mı mutlu insanlar yapıyor? İsveç'in etliye sütlüye karışmadan yaşayıp gitmesi bu ülkenin kişi başı milli gelirinin "düzen kuran" ülkelerin vatandaşlarından daha yüksek olmasını engellemiyor.
Hem büyük, güçlü ve müreffeh bir ülke olmak; hem de kimse için düzen filan kurmaya çalışmadan, kimsenin işine burnunu sokmadan sessiz sakin yaşamak mümkün değil midir?
İşte ben Türkiye böyle bir ülke olsun istiyorum.
Evet, bu isteğimin pek naif kaçtığını biliyorum; Türkiye, İsveç ya da Avustralya gibi bir yerde değil; jeopolitik durumumuz bizi ya düzen kurucu ülke olmaya ya da başka büyük ülkelerin kurduğu düzenlere konu olmaya itiyor deneceğinin farkındayım.
Ama hiç değilse kabul edelim ki, bir misyona büyük bir şevkle gönüllü yazılmakla, başa gelen çekilir kabilinden sırtlamak arasında da bir fark vardır.
Ben sadece, şu "düzen kurucu ülke olmak" meselesinde çoğunlukla duygudaş olmadığıma dair bir not düşmek, içimdeki sıkıntıyı sizinle paylaşmak istedim.
Zaten bu konuyu da bir daha açmayacağım.
BUGÜN