Mehmet Kurtoğlu / Milat
Düşünce dünyamızda bir eksen: Mehmed Âkif
Fahrettin Gün edebiyat dünyasının özellikle Osmanlıcadan günümüz Türkçesine yaptığı (transkript) çevirileriyle tanınan bir isim. Yakın tarih ve Mehmed Âkif üzerine yaptığı araştırmaları büyük ilgi görüyor. Gün’ün, Âkif-Tevfik Fikret çatışmasını konu alan araştırması yayında, Mehmed Âkif’in dostları Babanzâde ve Eşref Edip’in eserlerini de yeniden yayınlıyor. Son olarak “Mehmed Âkif’in Hayat Hikâyesi” adlı kronolojik ve fotoğraflı kitabı yayınlanan Gün ile Mehmet Âkif ve Dostları etrafında konuştuk. Uzun ama zevkle okuyacağınız bir sohbet…
Son yıllarda Âkif ve yakın dostları üzerine yaptığınız araştırmalarınız dikkat çekiyor. Ayrıca bu yıl Mehmed Âkif kronolojisini yayınladınız. Yapmış olduğunuz çalışmalar büyük araştırma ve emek ürünü. Sizi Âkif’e yönelten şey nedir? Niçin Mehmed Âkif?
-Öncelikle bu söyleşi için teşekkür ediyorum. Mehmed Âkif’den bahis açmak, bir nebze olsun anlaşılmasına katkıda bulunmak bir ayrıcalık. Çünkü Üstad Âkif, fikir ve düşünce dünyamızda bir eksen. Onun inanç ve düşünce bağlamında hadiselere bakışı bizim hayatı kavramamıza ciddi ölçüde katkı sağlıyor. O, deyim yerindeyse bir iman ve ahlâk öncüsü. Evrensel inancının istikametinde tavır belirleyen, her şeyini inandığı değerler uğruna feda eden bir inanç ve mücadele adamı. Onun inancı uğruna verdiği mücadele, katlandığı zorluklar, ödediği bedeller bize örnek teşkil ediyor. Bu açıdan Mehmed Âkif gibi bir şair ve mütefekkire sahip olmakla ne kadar iftihar etsek azdır.
Sorunuza gelince; takriben 20 yıla yakın Millî Gazete’de köşe yazarlığı sürecinde Mehmed Âkif’e dair pek çok yazı kaleme almış, o süreçte eğitimcilik görevini sürdürürken onun fikir ve düşünce dünyasına ilişkin öğrencilerime bilgi vermeye ve onlara Âkif’i tanıtmaya gayret etmiştim. Fakat Mehmed Âkif’in şahsiyeti, fikir ve düşünce dünyası, yaşantısı noktasında beni araştırma ve incelemeye yönelten olgu Eşref Edib’in “Mehmed Âkif: Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları” başlıklı eseri oldu.
1990’lı yılların sonunda yüksek lisans çalışması yaparken II. Dönem Sebîlürreşâd diye niteleyebileceğimiz 1948-1966 yıllarında yayınlanan dergiyi esas alarak, “Sebîlürreşâd Ekseninde Din-Siyaset ve Laiklik” üzerine bir tez hazırlamıştım. Bu, ilk çalışmam olarak 2001’de yayınlandı. Bu çalışmayı yaparken çok partili hayata geçiş sürecinde yayınlanan bu dergide Eşref Edib’in “İstiklal Mahkemeleri”ne dair bir hatıratı ve yine Hayreddin Karan tarafından Eşref Edib’le yapılan Millî Mücadele yıllarına dair bir söyleşi dikkatimi çekmişti. Bu iki çalışmayı yayına hazırladım. Dolayısıyla bunlar Mehmed Âkif’e dair vukufiyetimi artıran çalışmalar oldu. Böyle bir süreçte çalışmalarımı sürdürürken Eşref Edib’in 1938-1939 yıllarında iki cilt olarak yayınladığı Mehmed Âkif’e dair zikrettiğim bin küsur sayfalık kitabı inceledim. Bahsi geçen eser 1960-1961 yılında farklı bir versiyonla tekrar yayınlanmaya çalışılmış fakat ilk ciltte kalmıştı. Sanırım Eşref Edib’in 1960’ın başlarındaki bu girişimi bir yayıncı olarak Safahat’ı yayınlayamamaktan kaynaklanan bir olguydu. Nitekim eserde Mehmed Âkif’e ilişkin bazı bilgiler veriliyor akabinde Âkif’in şiirleri art arda sıralanıyordu. Şayet Eşref Edib 1960-61 yılındaki bu çalışmanın II. cildini yayınlamış olsaydı belki de Safahat’taki bütün şiirlerini bu çalışmasında yer vermiş olacaktı. 1938’de yayınladığı çalışmanın şiirlerle hacmi genişletilmiş 1960 yılındaki versiyonunun ikinci cildini neden yayınlamadığını bilmiyoruz. İşte bu süreçte 1960’da yayınlanan çalışmayı ayrıntılı biçimde incelemiştim, bitiş kısmında Mehmed Âkif’le Bursa Alay Müftüsü arasında ilmi bir münazara diye niteleyebileceğimiz bir hadise cereyan ediyor ve bu kitap Mehmed Âkif’in şu hitap cümlesiyle sona eriyordu:
“Öyle değil mi Fahreddin Efendi…”
Bahsi geçen kitabı inceledikten sonra o süreçte evde çocuklar televizyonu kaldırdıkları için akşam sohbetlerinde, yemek sofrasında, gündelik hayatımızda Mehmed Âkif çok sık gündem olmaktaydı. Kitabın sonunda yer alan “Öyle değil mi Fahreddin Efendi…” ifadesi eşim, yoldaşım değerli yazar Mine Alpay Gün Hanımefendi tarafından bana yönelik bir mesaj cümlesi olarak yorumlandı ve bu çalışmayı yapmam yani Eşref Edib’in bu eserini yayına hazırlamam hususu pek çok kez tekrar edildi. Fakat bu eseri hazırlamak çok zorlu bir işti. 1938 yılında yayınlanan 720 sayfa, 1939’da birinci cilde “Zeyl” olarak yayınlanan 320 sayfa ve 1960-61 yılında yayınlanan büyük boy 400 küsur sayfa baştan sona incelenip, dizayn edilip yeniden düzenlenip yayına hazırlanması gerekiyordu. Bu süreç devam ederken ilginç bir biçimde Eşref Edib’in torunları tarafından aranıp görüşmek istediklerini bildirdiler.
Görüşmeye gittiğimde, Eşref Edib’in yayınladığım iki eserine ilişkin benden telif talep edeceklerini beklerken karşılaştığım manzara farklı oldu. Eşref Edib’in torunu tam tersi bir davranışla bırakın telif meselesini gündeme getirmeyi, dedelerinin eserlerini hazırlamamdan dolayı “Biz maddi mirasına sahip çıktık, siz ise manevi mirasına” şeklinde memnuniyetlerini ifade ettiler. Bunun üzerine kendilerine, Eşref Edib’in diğer eserlerini de hazırlamak istediğimi belirttim ve 2005 Kasım’ın ilk yarısında Beyan Yayınlarında bir araya gelip telif hakları noktasında Beyan Yayınları sahibi Ali Kemal Temizer, ben ve Eşref Edib’in torunu “Eşref Edib’in kitaplaşmış ya da makale bazındaki bütün çalışmalarını” yayınlamam konusunda bir sözleşme imzaladık. İşte bu andan itibaren yoğun biçimde çalışmaya başladım. Bu süreçte Mehmed Âkif’e dair okumalara giriştim ve başta Eşref Edib’in, Hasan Basri Çantay’ın, Midhat Cemal Kuntay’ın, M. Emin Erişirgil’in, M. Ertuğrul Düzdağ’ın, Sezai Karakoç’un, Orhan Okay’ın ve daha pek çok yazarın eserlerini baştan sona okudum. 2006 yılının ortalarından itibaren Eşref Edib’in “Mehmed Âkif: Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları” başlıklı eserini hazırlamaya başladım. Bu süreçte Eşref Edib’in “Kara Kitap: Milleti Nasıl Aldattılar? - Mukaddesatına Nasıl Saldırdılar?” başlıklı eserini, makaleler seçkisinden oluşturduğum “CHP ve DİN”, ayrıca “Çocuklara Din Kitabı” başlıklı çalışmalarını yayınladım. Yaklaşıp üç-üç buçuk yıl bu çalışmayı aralıksız sürdürdüm. Bu süreçte Mehmed Âkif konusunda kırk yıla varan araştırmalarıyla kendisine çok şey borçlu olduğumuz M. Ertuğrul Düzdağ’ın yaptığım çalışmalara çok önemli katkıları oldu. Buradan kendisine teşekkür ediyorum. Nihayetinde bahsi geçen eser büyük boy 870 sayfa olarak 2010 yılında Beyan Yayınları tarafından neşredildi. Bu çalışma sürecinde Beyan Yayınları sahibi Ali Kemal Temizer, “Mehmed Âkif’e dair her nitelikli eser yayınlamaya değer” diyerek her türlü katkıyı sağladı. Buradan kendilerine teşekkür ediyorum.
Takriben dolu dolu üç yılı aşkın bir süre Mehmed Âkif’le, onun hayatı, eserleri, fikir ve düşüncesiyle haşir neşir olmanın bana çok şey kattığını belirtmeliyim. Yalnız bana değil aileme de çok katkıları oldu. Kitabı hazırlama sürecinde deyim yerindeyse evimiz bir Mehmed Âkif mektebine dönüştü. Okuduğum, ilginç bulduğum her şeyi eşim ve çocuklarımla paylaşıyordum. Hatta bir gün yemek sofrasında büyük oğlum, “Mehmed Âkif ailemizin bir ferdi gibi oldu adeta onu dedemiz gibi hissetmekteyim” şeklindeki ifadesi oldukça anlamlıydı. Ailede herkes bu büyük şair ve mütefekkirimizden uzun uzun bahsedecek birikime sahipti. Küçük kızım daha ilkokuldayken şiir okuma etkinliğinde, onun “Hüsran “isimli şiirini ezbere dokunaklı bir şekilde okumuştu. Yurt dışında kalabalık bir salonda bayanlara Mehmed Âkif’e dair bir konferans vermiştim. Yanımda eşim Mine Hanım’da vardı. Konferansı bitirmiş soru cevap bölümüne geçmiştik ki, Mine Hanım mikrofonu alarak “Fahrettin Bey, Mehmed Âkif’i anlattı fakat bazı önemli şeylerden bahsetmedi” kısaca bahsedeyim diyerek bir saatten fazla konuşmuştu. Diyeceğim o ki, evde nerdeyse bütün aile fertleri, bir Âkif sever olmanın ötesinde neredeyse birer Âkif uzmanı olmuştu.
Bana en büyük katkısı ise -Babanzâde Ahmed Naîm’le birlikte- inanç boyutunda, nasslara bakış noktasındaki yaklaşımı bir yol açıcı, ufuk açıcı örnek teşkil etmesiydi. Kısacası Mehmed Âkif’e dair o çalışmayı iyi ki yaptım.
Dolayısıyla 2005 yılından başlayarak Mehmed Âkif’e dair ilgimi bilgiye dönüştürmeye, onu ve düşünce dünyasını anlamaya çalıştım. Hâlâ bu çabayı sürdürmeye çalışıyorum.
Bu bağlamda Eşref Edib’in çocuk kitaplarını da dâhil edersek on iki eserini yayına hazırladım. Böylelikle unutulmaya yüz tutan Eşref Edib’in ismi, yayınlanan bu eserlerle birlikte kısmen de olsa kamuoyunda tanınan, bilinen, daha doğrusu hakkı teslim edilen bir münevver olarak öne çıkmaya başladı. İşte bu süreçte 2016 yılının Aralık ayında Eşref Edib’in torunları “bundan sonra Eşref Edib’in eserlerini kendilerinin yayınlayacaklarını” belirttiler. Ben ise zaten gereğini yapmış, onun eserlerini hazırlamıştım. Aslında Eşref Edib’e dair çalışmalarımı bitirmiştim; onun biyografisine dair ayrıntılı bir çalışma yapmayı düşünüyordum. Elimde yapılan mukavele olmasına rağmen o tarihten itibaren Eşref Edib’in eserlerine dair yaptığım çalışmaları sona erdirdim. Ben bu noktada Eşref Edib’e fazlasıyla vefa gösterdiğimi düşünüyorum…
-Kronolojik Mehmed Âkif kitabınızda tarih sırasına göre Âkif’i; hayatı, dostları, kitapları ve dönemin olayları çerçevesinde işlemişsiniz. Bir nevi bir başucu kitabı. Bu kitabı hazırlarken, Âkif hakkında yazılmamış, eksik kalmış, şu boyutu da ele alınsaydı dediğiniz oldu mu?
-“Mehmed Âkif’in Kronolojik ve Fotoğraflı hayat Hikâyesi” başlıklı çalışmam, sıkıntılı tashih sürecinde bile severek emek verdiğim bir çalışma oldu. Otuzuncu çalışmam olarak ve Mehmed Âkif yılına denk düşmesi de anlamlıydı. Kitapta eksik kalan hususlar var mıydı, diyorsunuz. Aslında pek çok husus söz konusu. Zaten kronolojide istediğiniz her konuyu yeterince izah edemiyorsunuz, inisiyatif kullanarak belli konulara dair açılımda bulunuyorsunuz. Hal böyle olunca kısıtlı bir alanda konuları sınırlıyorsunuz. Yoksa her gelişmeyi izaha çalışırsanız kitabın hacminin önünü alamazsınız. Bu yüzden kronolojide kendi tecrübelerime, birikimlerime dayanarak okuyucuların bilmesi gerektiğini düşündüğüm hususları daha fazla öne çıkardım. Daha doğrusu Mehmed Âkif’i merkeze alarak o dönemin siyâsî, tarihi ve sosyal gelişmelerini okumaya, konu edinmeye çalıştım. Fakat kitapta Mehmed Âkif’in şahsiyeti, düşünce dünyası ve şiir evreni yani sanatı konusunda yeterince analiz yapamadım. Buna karşın yayınlandıktan sonra kitabı birkaç kez okudum ve bu çalışmayı yapmaktan dolayı vicdani bir rahatlama içine girdiğimi belirtmeliyim. Tabi sizin gibi değerli bir yazarımız tarafından bu eserin “bir nevi başucu kitabı” şeklinde değerlendirilmesi oldukça önemli, bu nitelemeden dolayı size ayrıca teşekkür ediyorum.
Cahid Zarifoğlu Ağabey, bir yazar kendi kitabını ilk kez kendi okur, ifadesini kullanır. Bu çok zorlu ve çetrefilli bir eylemdir. Yayınlanan eserinizde tashih hatası çıkmaması için kitabı okurken ciddi bir açmaza girersiniz. Kitabınızı açıp kokladıktan sonra endişe ile okumaya başlarsınız. Bu babdan olmak üzere ilk okuduğunuz nüshayı tashih nüshası yaparsınız. Doğrusu çalışmada birkaç istisna dışında pek tashih edilecek ifade yoktu. Lakin çalışmada İstiklâl Marşı’nı değiştirme çabalarına değinmediğimi gördüm. Sonra Üstad Âkif’in ahlakı, karakterini biraz daha öne çıkarmanın daha iyi olacağını düşündüm. İnşaallah ikinci baskısı olursa bunları da kronolojiye ilave ederim… Tabii değerli müverrih İhsan Süreyya Sırma Hocamın ifadesiyle “insanımız nezdinde lahmacunun kitaptan daha değerli olduğu bir ülkede” bu çalışmanın başka baskıları yapması oldukça zor görünüyor…
-Sırâtımüstakîm ve Sebîlürreşâd dergileri ekseninde Âkif’i nasıl değerlendiriyorsunuz. Bu iki gazetenin edebiyat ve fikir dünyamızdaki yeri nedir?
-Öncelikle bu noktada sevindirici bir gelişmeden bahsedeyim. İstanbul-Bağcılar Belediyesi’nin 1908’de başlayıp 1925’te kapatılan Sırâtımüstakîm-Sebîlürreşâd nüshalarının, Haziran 2012’den itibaren başlayarak Mehmed Âkif çalışmalarıyla yakından tanıdığımız ve yedi kitaptan oluşan Safahat külliyatını takriben 40 yıl harcayarak yayına hazırlayan, bunların yanı sıra Üstad Âkif’e dair çok nitelikli eserler kaleme alan, dolayısıyla Mehmed Âkif konusunda bir otorite olan M. Ertuğrul Düzdağ’ın editörlüğündeki bir ekiple çevrimyazıya dönüştürmesidir. Kuşkusuz bu girişim geçmiş kültür ve medeniyetimizle pek çok açıdan bağ kurma anlamına gelip fikir ve düşünce hayatımıza ve edebiyatımıza ciddi mânâda katkı sağlayacak bir gelişmedir. 641 sayı ve 24 ciltten oluşan bu devasa çalışmanın yakın bir zamanda tamamlanacağını öğrendim. Bu vesileyle Sırâtımüstakîm-Sebîlürreşâd külliyatının tekrar yayınlanmasında emeği geçen başta M. Ertuğrul Düzdağ’ı ve değerli ekibini, özellikle de böyle bir girişime öncülük eden İstanbul Bağcılar Belediyesi yetkililerini hassaten kutluyor ve içtenlikle tebrik ediyorum…
Sorunuzun cevabına gelince: 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra İttihad-ı İslâm düşüncesinin yayın organı olarak Sırâtımüstakîm gazetesi neşredilir. 1912 yılında gazetenin isminin Sebîlürreşâd’a dönüştürülmesinden sonra Eşref Edib gazetenin sahibi ve yazarı olarak görev yaparken Sebîlürreşâd’ın her ne kadar 309. sayısından itibaren jenerikte yer alsa da 183. sayıdan itibaren gazetenin başmuharriri Mehmed Âkif’tir. Bu yalnızca Sebîlürreşâd’ın başyazarlığı ile sınırlı bir görev değildir. Gazetenin isminin Tâhir’ul-Mevlevî’den Eşref Edib’e verilmesinden başlayarak gazetenin yazar kadrosunu oluşturan, ona istikamet veren Mehmed Âkif’tir. Bir noktada Sebîlürreşâd Mehmed Âkif’in denetiminde ve gözetiminde yayınlanır. Zaten Sırâtımüstakîm özellikle de Sebîlürreşâd ismi Mehmed Âkif’le özdeşleşmiştir. Nitekim Eşref Edib’de bunu doğrular. Mehmed Âkif’in şiir ve yazılarının İslâm dünyasında çok büyük karşılık bulduğunu, Sebîlürreşâd’a gelen şahısların ilk önce Mehmed Âkif’i arayıp sorduğunu, gelen mektupların çoğunun onun adına geldiğini açık bir biçimde deklare eder. Zaten gazetenin kapatılmasının hep Âkif endeksli olduğu, iktidarın onu muhatap aldığı görülür. Sebîlürreşâd’ın seyri Mehmed Âkif’in tavır ve hareketine göre belirlenmiştir. O Millî Mücadele için Ankara’ya gittikten bir süre sonra Kastamonu’ya vasıl olunca Sebîlürreşâd’ın üç sayısı orada yayınlanmış, daha sonra Âkif’in Ankara’ya dönmesiyle birlikte Ankara’da neşredilmeye başlanmıştır. Bunlardan tek istisna Kayseri’de Ali Şükrü Bey’in verdiği vaazdan oluşan bir nüshadır. Akabinde zafer kazanılıp, Âkif’in mebusluğu sona erip Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a geri döndükten sonra Sebîlürreşâd İstanbul’da yayınlanmaya başlamıştır. Zaten bu sebeple Mehmed Âkif’in hayatını Sırâtımüstakîm-Sebîlürreşâd öncesi, Sırâtımüstakîm-Sebîlürreşâd dönemi ve Sebîlürreşâd sonrası şeklinde kategorize etmek mümkündür. Hatta Âkif Mısır’da yaşadığı yıllarda -18 Mayıs 1931- Girit’te yaşayan dostu Eşref Kuşçubaşı’na yazdığı bir mektupta Sebîlürreşâd’ı tekrar yayınlamak istediğini belirtir.
Hâsılı, Sırâtımüstakîm- Sebîlürreşâd gazetesi, özellikle de başmuharrir olduğu Sebîlürreşâd gazetesi Mehmed Âkif’le özdeşleşmiştir. Sırâtımüstakîm’de olduğu gibi yine bu yayın organına en çok yazı veren odur. Hatta bu bağlamda Tevfik Fikret’in Mehmed Âkif’e cevap mahiyetinde yazdığı “Tarih-i Kadim’e Zeyl” başlıklı şiirinde Sırâtımüstakîm gazetesinden mülhem olarak ona “Molla Sırat” şeklinde hitap etmesi dahi bu açıdan boşuna değildir.
Fikir ve düşünce dünyamızdaki etkisine gelince: İslâmcı bir yayın organı olan Sırâtımüstakîm- Sebîlürreşâd birinci dönem 1908 yılları arasında 641 sayı yayınlanmıştır. Akabinde 4 Mart 1925 yılında çıkarılan Takriri Sükûn Kanunu ve beraberinde kurulan Ankara ve Şark İstiklal Mahkemeleriyle ülkemiz çeyrek asır boyunca tek-parti döneminin istibdadını yaşamıştır. İşte birinci dönem Sebîlürreşâd gazetesi de bahsi geçen kanunun çıkarılması ve İstiklal Mahkemeleri’nin kurulmasından bir gün sonra hükümet tarafından on gazete ile birlikte kapatılır, sahibi Eşref Edib Fergan önce Ankara İstiklal Mahkemesi’nde sonra da Şark İstiklal Mahkemesi’nde vatana ihanet suçundan idam talebiyle yargılanır. Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan ve içlerinde Eşref Edib’in de bulunduğu on gazeteci gazetelerini bir daha yayınlamamak kaydıyla Cumhurreisi Mustafa Kemal’den atıfet dilenerek serbest bırakılırlar. İşte bu süreçte Eşref Edib’e İstiklal Mahkemelerinde sorulan sorularla Sebîlürreşâd’ın başyazarı ve Millî Mücadelenin manevi kahramanı Mehmed Âkif’te İstiklâl Mahkemelerinde gıyaben yargılanmıştır. Eşref Edib’in serbest bırakılmasını bekleyen Mehmed Âkif, onun serbest kalmasından bir buçuk ay sonra gönüllü sürgün olarak Mısır’a gider.
Sebîlürreşâd’ın II. Dönemine gelince; 1939 yılında Oryantalistlerin hazırladığı ve Millî Eğitim Bakanlığı tarafından neşredilmeye başlanan “İslâm Ansiklopedisine” karşı alternatif bir ansiklopedi girişimi olarak Eşref Edib “Türk –İslâm Ansiklopedisi”ni yayınlamaya başlar ve buna ek olarak başlangıçta 4 sayfa, ilerleyen dönemde bu sayfa sayıları artırılarak 4’ü tekrar sayı olmak üzere 104 sayı “İslâm-Türk Ansiklopedi Mecmuası”nı neşreder. 1948’in Mayıs ayında da bu mecmuanın adını Sebîlürreşâd’a dönüştürerek 1966 yılına kadar özel gayretiyle 362 sayı yayınlar. Dolayısıyla birinci dönem Sırâtımüstakîm-Sebîlürreşâd gazetesi 641 sayı, İslâm-Türk ansiklopedisi 104 sayı ve II. Dönem 1948 ile 1966 yıllarında yayınlanan 362 sayılık Sebîlürreşâd dergisi olmak üzere toplam 1107 sayılık hacimli bir külliyattan oluşmaktadır
Kısaca 1908’den başlayarak çeşitli kesintilerle 1966’da sona eren toplam 58 yılda 42 cilt, 1107 sayıdan ve 11.882 sayfadan oluşan bir külliyat araştırılmayı ve incelenmeyi beklemektedir…
Sırâtımüstakîm - Sebîlürreşâd gazetesi İslâmcı bir neşir organı olarak II. Meşrutiyet döneminde olduğu gibi, çok partili hayata geçiş sürecinde de işlevsel açıdan bugün de devam eden din, dünya, devlet, siyaset, edebiyat gibi konularda dikkate değer özgün yorum ve yazıların yer aldığı nitelikli bir basın organıdır. Bu açıdan Sırâtımüstakîm-Sebîlürreşâd koleksiyonu, birikiminden faydalanılmasını bekleyen pek çok yayın organı gibi, bir fikir ve düşünce külliyatı olarak, araştırmacılar tarafından ciddi ve derinlikli tetkikleri, yorumları beklemektedir. Bu miras anlamlı ve işlevsel bir mirastır…
-Klişeleşmiş Âkif- Tevfik Fikret çekişmesi ve Asım-Haluk karşılaştırmasını kitap hacminde ortaya koymuş biri olarak neler söylersiniz? Aslında çok da bir arada olmayan bu iki önemli şahsiyet hakkında yapılan değerlendirmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
-Değerlendirmelerden önce bu çatışmayı doğru bir şekilde aktarmakta yarar var: Tevfik Fikret “Tarîh-i Kadîm” adlı şiirini 1905’te yazar. Ertesi günü Robert Koleji’ndeki öğrencilerine dikte ettirir. Şiir o dönemde yayınlanması sakıncalı olduğu için çok dar bir çerçevede elden ele dolaşır. Zaten Rıza Tevfik’in bastırdığı küçük bir kitapçık halindeki “Tarih-i Kadîm”in üzerinde baskı yeri ve baskı tarihi yoktur. Dolayısıyla bu şiirden edebiyat çevrelerinin haberdar olması 1909-1910 yıllarına rastlar. Büyük bir ihtimalle Mehmed Âkif’in de, bu yıllara kadar Fikret’i takdiri söz konusudur. Dârülfünûn’da Fikret’le tanışmış olmaları sırasında Âkif’in bu şiirden haberi yoktur. Yalnız ilk tanışmalarında Tevfik Fikret’in Âkif’e en yakın dostlarını kötülemesini Âkif çok garip karşılar ve Fikret’ten uzaklaşır. İşte bu süreçte dahi Mehmed Âkif’in, Fikret’in bu dinsiz içerikli şiirinden haberi olmadığı ortadadır. Şayet haberdar olsaydı Âkif’in Fikret’e karşı açık bir tavır alacağı aşikârdır. Zaten Fikret’in bu şiirinden haberdar olduktan sonra Fikret’e gereken tavrı almıştır. İşte bu meselede, Âkif’i kızdıran ve cevap vermeye mecbur bırakan etken, Fikret’in dini reddetmesi yâni dinsizliği değildir. Fikret’in Müslüman bir toplum içinde bulunup da o toplumu bir arada tutan temel değerlere “Tarîh-i Kadîm” şiiriyle hücum etmesi ve bunu yaparken cemiyette meydana gelecek çözülmeyi hiç düşünmemesi, üstelik dindarların en hassas oldukları konularda onlara uluorta hakaret etmesidir.
Tevfik Fikret’in ‘Tarîh-i Kadîm’ şiirinin üzerinden dokuz sene geçtikten sonra 1914’de Mehmed Âkif’e cevap mahiyetinde yazdığı ‘Tarîh-i Kadîm’e Zeyl’ başlıklı şiiri de din aleyhtarları üzerinde derin tesirler bırakmıştır.
Âkif 1912’de yazdığı “Süleymaniye Kürsüsü” başlıkla şiir kitabında isim vermeden Fikret’i “Zangoç” yâni kilise hizmetçisi şeklinde nitelerken Fikret’te ölmeden bir süre önce 1914 yılında Mehmed Âkif’e cevap olarak yazdığı ve kendi ateistliğini son kez tescil ettiği “Tarîh-i Kadîm’e Zeyl”de Âkif’i “Molla Sırad” şeklinde hicvetmeye çalışmıştır…
Mehmed Âkif, Tevfik Fikret’in ölümünden üç yıl sonra “Berlin Hatıraları”nın dokuzuncu bölümünde yine isim vermeden Fikret’i çok sert bir biçimde “98 mısra” ile hicvetmiştir. Fuad Köprülü gibi bazı Türkçüler Âkif’i, Fikret’in ölümünün ardından yayınlanan bu şiiri, şaire yapılan bir saygısızlık olarak nitelemeye çalışmışlardır. Fakat hesaplamadıkları ve görmezden geldikleri nokta Fikret’in şiirini yayınladığı süreçte Mehmed Âkif’in devlet görevlisi olarak önce Almanya’ya, sonra da Hicaz gitmesidir. Dahası o dönemde Âkif’in başyazar olduğu Sebîlürreşâd dergisi, 1915’te önce beş aydan fazla, sonra da iki yıla yakın bir süre İttihat ve Terakki Hükümetince kapatılmış, ancak 1918 yılında Sultan Vahideddin’in tahta çıkmasıyla tekrar yayınlanabilmiştir. Dolayısıyla Âkif, Fikret‘le ilgili şiiri ancak o zaman neşredebilmiştir. Cemil Meriç’in, Âkif’in bu şiirinden Fikret’in ölmeden önce haberdar olup, okuduğu şeklindeki rivayeti pek mümkün görünmemektedir. Dahası Âkif, bu şiiri İttihad ve Terakki’nin baskıları yüzünden kitabına koyamadığı gibi bazı aktarımlar da vardır. Fakat kaynak olmadığı için en doğru ifade, konjonktür dolayısıyla Âkif’in bu şiiri kitabına koyamadığıdır. Zaten “Berlin Hatıraları” iki baskı yaptıktan sonra Mehmed Âkif, Tevfik Fikret’e cevap niteliğindeki Berlin Hatıralarının dokuzuncu bölümü olan “98 mısraı” Sebîlürreşâd’da yayınlamıştır.
“Mehmed Âkif-Tevfik Fikret çatışması” iman-küfür düzleminde gerçekleştiği için basındaki diğer tartışma ve kalem kavgalarından farklıdır. Dahası, diğer edebiyatçılar arasında süren tartışma, polemik ve kalem kavgaları bir süre sonra nihâyet bulurken “Âkif-Fikret çatışması” bugün aynıyla devam etmektedir. Bu çatışmanın böyle devam etmesi de olağandır. Çünkü “çatışmanın” “iman-küfür” ekseninde olması hasebiyle bu, “inançla, inkârın”, “teslimiyetle, reddin” vuruşmasıdır. Bir noktada inancı özgürlük bilenlerle inkâr tutsaklığına kapılanlar arasında bir mücadelenin devamıdır. İslâmcı bir şâir ve mütefekkir olan Mehmed Âkif ve düşüncesini savunanlarla, inançtan kısmî olarak nasiplense de Osmanlının çöküş sürecinde pek çok Osmanlı aydını gibi, metafizik sahada bocalayarak ruhunda şiddetle sarsıntı ve buhranlar geçiren ve kendi başına bir dayanak bulmak için çırpınıp, şüphecilikten kurtulamayarak sonunda inkâra yönelen Batıcı Tevfik Fikret’in düşüncesini savunanlar arasında cereyan eden bir mücadeledir. Bu mücadelede Mehmed Âkif “inancı” temsil ederken, Tevfik Fikret “inkârı” temsil etmektedir.
-Âkif, inançlı, doğrucu, ahlâkçı, sözünü esirgemeyen zor bir adam. Aynı zamanda çok zor dost edinen biri de. Buna rağmen çok sağlam dostluklar kurmuş ve devam ettirmiştir. Onun dostları hakkında bilgi verir misiniz?
-Mehmed Âkif’in ahlâkı, karakteri insanı imrendirecek niteliktedir. Âkif, muayyen ve belli başlı başına kana¬atleri, ölçüleri olan bir şair ve mütefekkirdir. Onun vefakârlığı yâni dostluğu, bağlılığı, fevkalade, benzeri olmayan derecede olup dost¬luğuna gerçekten güvenilirdi. Vefasızlık, ona göre en büyük namerdlik idi. O, yalnız in¬sanlara karşı değil, Allah’ına, Peygamberine, milletine, vatanına da vefakârdı yâni dosttu…
Onun dostluğunu ancak çok pahalı bir mal gibi, mah¬rumiyetlere katlanarak elde ederdiniz. Sonra da bulduğunuz o dostluğu kaybetmemek için üzerine titremek zorundaydınız. Onun¬la dost olmak çok zorlu ama o denli de anlamlıydı. Sevdiği insanları tam sever, ruhunun ısınamadığı insanlara hiç ilgi ve alaka göstermezdi. Ona saygı göstermek zorunda olduğunuz gibi, onun dostlarına daha fazla saygı göstermek zorundaydınız. Çünkü dostlarına olumsuz bir söz sarf edilmesine asla izin vermezdi.
Kısacası, Üstad Âkif için dostluk, çok zor bulunan ve paha biçilemeyen bir değerdi. Bu yüzden dostlarına çok kıymet verirdi. Sevdiğini candan severdi. Sevdiği bir arkadaşı için her şeyini fedadan çekinmezdi. Arkadaşlarına karşı gösterdiği fedakârlığın, samimiyetin derecesine bütün onu tanıyan ve sevenler hayrandı.
Âkif ve dostluk söz konusu olduğunda onun dostlarını kısa özellikleriyle şöylece bahis açmak mümkün:
Başta sahabelerden sonra en çok sevdiğini belirttiği ahlâkına, ilimdeki kudretine hayran olduğu Babanzâde Ahmed Naîm,
Hasta olduğu süreçte ona yakın olmak için evini onun evinin yakınına taşıdığı Ali Şevki Efendi,
Yine ilminden yararlanmak ve ona daha fazla yakın olmak için pılıyı pırtıyı, çoluğu çocuğu yüklenerek Bakırköy’e taşındığı Emrullah Efendi,
Her zaman rahmetle yâd ederek, “Benim sebeb-i feyzim odur”, dediği kendisinden Fransızca dersler aldığı Baytar İbrahim Bey,
İlmi ve içtimai meselelerdeki yaklaşımına ve bilgisine hayran olduğu ve kendisine “riyazî-i şehir” diye hitap ettiği Fatin Gökmen,
İslâmî ilimlerin her sahasında at oynatan bir âlim, bir muhakkik olarak nitelediği İzmirli İsmail Hakkı,
Seciye ve ahlâkının yüksekliğine meftun olduğu Ahmed Nazmî,
Kur’an okuyuşuna hayran olduğu Âsım Şakir yâni Hafız Asım,
Mehmed Âkif’in şiirlerine hayran olan, kendi yazdığı şiirleri de ona okuyan ve Âkif’in, yazdıklarını beğendiğini gördüğünde çok memnun olan Süleyman Nazif,
Evladı gibi sevdiği, tahsilinde büyük payı olduğu Şefik Kolaylı,
Kabiliyetini görüp yetişmesi için çok çaba harcadığı, çok şeyler öğrettiği Neyzen Tevfik,
“Süleymaniye Kürsüsü” başlıklı şiir kitabında söylettiği, Müslümanları irşad hususundaki himmet ve gayretlerine meftun olduğu muharrir, kadı, siyasetçi ve meşhur seyyah Abdürreşid İbrahim Efendi,
Yüksek dâvûdî sesi, ince zekâsı ile üstadın kalbinde mühim bir mevki alan ve Kur’ân okurken üstadı vecd içinde bırakan Bursalı Hafız Emin,
Mevlid okuyuşuna hayran olduğu, gür ve haşmetli sesiyle herkesi kendine hayran bırakan Hafız Kemal,
Meşhur Şeyh Muhsin-i Fâni diye bilinen üstad Âkif’in Beylerbeyi’nde oturduğu zaman çok zamanlarını birlikte geçirdiği Hüseyin Kazım Kadri,
Mısır’daki gurbet ellerinde onun en çok teselli kaynağı olan, ona neşe veren, onu avutan, onu orada yalnız bırakmayan, onun gönlünü ümid ve sevgi ile dolduran ve hakiki bir yoldaş olup maddi açıdan da himmetini esirgemeyen Prens Abbas Halim Paşa,
Yine gurbet yıllarında onun yaralarına yaptığı yoldaşlıkla merhem olan, her konuda Üstad Âkif’in yardımına koşan, İstanbul’a dönerken hazırladığı Kur’an mealini emanet ettiği Sultan Mahmud Medresesi’nin müderrislerinden Yozgatlı İhsan Efendi,
Candan, gönülden sevdiği, büyük hürmet gösterdiği “onun kalbi kadar temiz bir kalp, insanlar arasında nadir bulunur”, dediği Darülfünun Arapça Müderrisi Mehmed Şevket Bey,
İlim ve irfanına çok hürmet ettiği zevattan olan Hersek Müftüsü Ali Fehmi Efendi,
Yine ilim ve irfanına, faziletine, kemâline hürmet ettiği zevattan biri olan Hicri Hoca,
Beraber ders okuyup, hasbıhal ettikleri, bilgisine hayran olduğu, Sebîlürreşâd’da yazması için teşvik ettiği, kendisi üniversiteden uzaklaşınca yerine onun gelmesini sağladığı ve ona yakın olmak için evini Beylerbeyine taşıdığı Ömer Ferid Bey,
“Bu çocuk altınla tartılmaz. Elmasla belki. Fakat o kadar büyük elmas acaba dünyada var mı?” diye teveccüh gösterdiği ve meşhur “Bülbül” şiirini ithaf ettiği Hasan Basri Çantay,
Ahlâkına meftun olmanın yanı sıra pehlivanlığına da meftun olduğu Kıyıcı Osman Pehlivan,
“Fatih Kürsüsünde” başlıklı dördüncü şiir kitabını “Hamasi Şairimiz” başlığı altında ithaf ettiği Midhat Cemal’i sayabiliriz.
Trabzon Mebusu şehid Ali Şükrü Bey, Hüseyin Avni Ulaş, Mahir İz gibi onlarca ismi saymak mümkün… Dolayısıyla Üstad Akif’in dostlarını saymakla bitmez. Biz bu konuda son olarak Mısır’da ikamet sürecindeki bazı dostlarını yalnızca isimlerini saymakla iktifa edelim:
Ezher Şeyhi Meragi, Eğinli Hâfız Hasan, Bayramiçli Mehmed Eşref, Oflu İbrahim, Zahidü’l Kevserî, İsmail Ezheri gibi şahsiyetlerle sık sık; bunların yanı sıra Abdülvehhab Azzam, Ferid Vecdi, Hasan el-Benna, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, oğlu İbrahim Sabri gibi şahsiyetler de zaman zaman görüştüğü dostlarındandır. Hâsılı üstad Mehmed Âkif, tam bir dostluk ve fazilet örneğiydi… Tabiî onun güzide dostları da… Bu vesileyle Rabbimizden Üstad Mehmed Âkif’e ve onun aziz dostlarına rahmet diliyorum…
-Onun dostlarından Eşref Edib’in de birçok eserini yayınlamış bulunuyorsunuz. Bu iki insanın kadim dostluğu hakkında neler söylersiniz?
Eşref Edib, Serez’den 1902’de İstanbul’a gelir ve bir süre sonra Hukuk Mektebine kaydolur. Kendi ifadesiyle Mehmed Âkif’le bir “ihya gecesi”nde Fâtih’te Bosnalı Ali Şevki Efendi’nin evinde tanışır. Daha doğrusu ev sahibi olan Ali Şevki Efendi onları tanıştırır. Eşref Edib hemen kalkıp Mehmed Âkif’in elini öper. Âkif de ona ilgi ve yakınlık gösterir. Ve yaşam boyu sürecek dostluğun temeli böylece atılmış olur. Bu tanışma 1904-1905 yıllarında olsa gerek…
1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra İttihad-ı İslâm düşüncesinin yayın organı olarak neşredilmeye başlanan Sırâtımüstakîm gazetesinde bu dostlukları daha da pekişir ve 1912 yılında gazetenin isminin Sebîlürreşâd’a dönüştürülmesinden sonra bu dostluk daha da kavileşir. Dolayısıyla Eşref Edib, üstadı bildiği Mehmed Âkif’e saygı ve hürmette kusur etmediği gibi onun fikir ve düşüncesi doğrultusunda bir yol izlediği görülür. Belki de buna en önemli misallerden biri Mehmed Âkif’in Millî Mücadele’ye katılmak için İstanbul’dan ayrılıp Ankara’ya giderken onun emirleri doğrultusunda Eşref Edib, Sebîlürreşâd’ın işlerini tasfiye edip klişesini yanına alarak Kastamonu’ya gider ve orada Millî Mücadele’yi örgütler. Eşref Edib’in yaptığı bu çalışmalar, Kastamonu valisi tarafından yanlış biçimde Ankara’ya jurnal edilir ve Eşref Edib bazı olumsuz muamelelere maruz kalır. Bu gelişmeler üzerine hadiseye el koyan Mehmed Âkif, bu yanlışlığı düzeltip Meclis’ten izin alarak Kastamonu’ya gider. Kısacası, Mehmed Âkif’in Kastamonu’ya gidişi Eşref Edib sebebiyledir. Eşref Edib’in şu ifadeleri, Mehmed Âkif’le ilişkisini bütünüyle ortaya koyar mahiyettedir:
“Bunun üzerine Âkif Bey, derhal bir arabaya atlayarak Kastamonu’ya koşuyor. Ben de Sinop mutasarrıfına ve kumandana teşekkür ederek Kastamonu’ya doğru yola çıkıyorum. Vali Cemal Bey, alelacele ben gelmeden İnebolu yoluyla Kastamonu’dan kaçıyor. Beni, Âkif Bey’le beraber Muhyiddin Paşa - olağanüstü yetkilerle Kastamonu’ya gelen zat- Tümen Kumandanı, Emniyet Müdürü ve diğer zatlar karşılıyor. Geçmiş olsun, diye tebrikler, sarmaşlar... Fakat Âkif Bey suskun; Valinin ne karakterde bir adam olduğunu anlamadığımdan dolayı âdeta bana kırgın. Elini öptüğüm zaman pek hafif bir tebessümüne mazhar olabildim. Bütün hıncını, azarlarını sonraya ertelemiş olduğu anlaşılıyordu...”
Tabii Ankara’da yatmadan önce Mehmed Âkif’in oğlu Emin’e yaptırdığı gibi Eşref Edib’e de zorla ayaklarını yıkatma hadise bile aralarındaki bu dostluğun bir işareti.
Eşref Edib, Mehmed Âkif’in Mısır’da olduğu süreçte onu ziyaret eder. Eşref Edib’e yazdıkları mektuplarda da bu dostluğu görüyoruz. Üstad Âkif, onun yayıncılığını, yayıncılıktaki başarısını takdir eder. Sözgelimi, Asr-ı Saadet Tarihi’nin yayınlanması üzerine Ömer Rıza’ya yazdığı bir mektupta “Eşref’in himmeti de doğrusu her türlü sitayişin fevkinde. Aferin Serezli! Dokuz cilt eserin birden matbu şekle girdiğini gördüğü saatte kim bilir ne geniş bir oh çekmiştir!” şeklindeki cümlesi bunun bir ifadesidir…
-Babanzâde Ahmet Naim, Âkif’in en çok kıymet verdiği dostlarından. Hatta Midhat Cemal’in yazdığına göre Âkif’i etkilemiş bir adam. Yazar ve sanatçılar arasında böylesine dostluklar pek az bulunur. Bu iki arkadaşın dostluğu hakkında neler söylersiniz?
Malumuz Osmanlı aydınlarında Tanzimat sonrasında inanç ve düşünce açısından bir savrulma, Pozitivizmin cenderesi altında bir yalpalama söz konusu… İnanç bağlamında buhran geçirip, şüphecilik dehlizinden yol almaktan kurtulamayan pek çok aydın var. Metafizik alanda bocalayan bu aydınlar pozitivizminde etkisiyle din-bilim arasında bir denge kuramayıp inkâra sürükleniyorlar. Tevfik Fikret ve Beşir Fuat gibi pek çok aydın…
Bir de Mehmed Âkif gibi din-bilim arasında dengeyi kurmuş, pozitivizme kapılanmamış ayrıcalıklı aydınlar var. Babanzâde Ahmed Naîm’de bu ayrıcalıklı aydınlardan biri…
Mehmed Âkif’i yönlendiren, onun ilim ve hikmet deryasından müstefid olması için büyük çaba ve gayret gösteren babası Müderris Mehmed Tahir Efendi, 1888 yılında vefat eder. O süreçte bu vefat hadisesi genç Mehmed Âkif’i çok etkiler. Çünkü onu yönlendiren, istikamet veren bir kaynaktan mahrum kalmıştır. Lakin Âkif inanç ve düşünce bağlamında istikametini hiç savrulmadan devam eder. Okulu bitirir bitirmez hafız olur ve o süreçte iki yıl boyunca Ramazan aylarında Kirazlı Mescid’de mukabele okur. Zaten Babanzâde Ahmed Naîm’le tanışıp vefatlarına kadar sürecek kavî dostlukları da bu süreçte başlar. Babanzâde Ahmed Naîm inancıyla, yaşantısıyla, düşünceleriyle Mehmed Âkif’e bir örneklem teşkil eder. İslâm’dan tavizsiz yaşantısı, düşünce bağlamında nasslar söz konusu olduğunda her şeyi bir tarafa bırakması, Galasaray’ın tarihinde Fransızcadan en yüksek notu alması, Arapçayı mükemmelen bilmesi, ilmi yetkinliği ve ahlâkı Âkif’i hayran bırakan hususiyetlerdir. Tabi bu etkileşim tek taraflı olmaz. Daha çok karşılıklı bir etkileşimdir. Ahmed Naîm’de başlangıçta şiirler yazar hatta yazdığı bu şiirleri bir kitap halinde neşreder. Daha sonra ise yazdıklarını beğenmeyerek kendini ilme ve eğitime hasreder. Lakin Mehmed Âkif’in şiirlerine hayrandır ve yazması için onu teşvik eder. Birlikte Fransızca eserler okudukları gibi yine Mehmed Şevket Efendi ile birlikte uzun süre Arapça okurlar. Hatta bu iki kadîm dost Sıratımüstakim-Sebilürreşad’da İslâm’ın temel kaynaklarını tercüme noktasında iş bölümü yapmış gibidirler. Mehmed Âkif gazetede Kur’ân meallerini kaleme alırken Ahmed Naîm’de hadis tercümelerini kaleme alır. Bunların etkisiyle 1925 yılında Kur’ân meali çalışması Âkif’e verilirken Sahih-i Buhari tercümesi de Ahmed Naîm’e verilir. Buna karşın Âkif, kendisine meal teklifi geldiği zaman öncelikle Ahmed Naim’in bu işi kendisinden daha iyi yapacağını belirtip, onu işaret etmesi önemli bir ayrıntıdır.
Aynı yaşta olmalarına karşın Mehmed Âkif, bu dostuna “Hacı Baba” şeklinde hitap eder. Hatta Mısır’dan yazdığı çoğu mektupta hep “Hacı Baba”nın sağlığını merak eder, selamlarını hürmetlerini sunar ve “ellerinden öptüğünü” bildirir.
Âkif, 1934 yılında Ahmed Naim’in vefatını haber aldığında “Ahmed Naîm’in vefat haberi üzerime dağ gibi yıkıldı, hânümanım (evim barkım) yıkıldı da altında kaldım gibi oldum” diyerek üzüntüsünü dile getirirken aynı zamanda onun kaybının büyüklüğüne de işaret eder.
Ahmed Naîm, Mehmed Âkif’le yan yana defnedilmeyi vasiyet etmiştir. Ondan iki yıl sonra vefat eden Âkif, onun mezarının yanına defnedilir.
Şimdi bu iki kadîm dost Edirnekapı Şehidliği’nde serviler altında yan yana yatmaktadırlar…
-Âkif hakkında yazılmış en iyi, en güzel biyografilerin başında Mithat Cemal’in “Mehmed Âkif”i ile henüz hayatta iken yakın dostu Süleyman Nazif’in kaleme aldığı Mehmed Âkif kitabı gelir. Bu iki dostunun Âkif’e bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Midhat Cemal ile Mehmed Âkif’in dostluğu benim hep yadırgadığım dostluklardan biri olmuştur. Çok farklı karakterleri var. Bu dostluk kanaatimce Midhat Cemal’in gayretiyle sürmüş bir dostluk. Midhat Cemal, Âkif’in şahsiyetine, ahlâkına ve sanatına hayran biri. Düşünce dünyaları, yaşantıları çok farklı. Tespitinizde haklısınız. Gerçekten Kuntay’ın Âkif’e dair biyografisi en başarılı, en bütünlüklü biyografilerden biri. Midhat Cemal, Mehmed Âkif’in “Hayatını, Seciyesini, Sanatı”nı çok başarılı bir biçimde ortaya koyuyor. Lakin Midhat Cemal’in bu çok başarılı biyografisinde birkaç yerde, olmayanı olmuş gösterme çabası; eserini kısmî olarak gölgeliyor. Ayrıca Eşref Edib’in eserinden bazı aktarım ve adaptasyonların var olduğunu da söylersem pek yanılmamış olurum. Buna karşın Kuntay’ın biyografisi, “Âkif serenadını” aşan, onu çok iyi anlatan bir biyografi olması hasebiyle övgüyü hak edip, hâlâ en iyi biyografi olma özelliğini de sürdürüyor…
Süleyman Nazif’in eserine gelince; Batıcı ve Türkçü çevrelerin Mehmed Âkif’e fikir ve düşüncelerinden dolayı ambargo uygulayıp ısrarla onun yazdıklarını, sanatını görmezden gelme çabasının olduğu bir süreçte Süleyman Nazif’in eseri, Mehmed Âkif’e dair ilk yayınlanan eser olması hasebiyle büyük bir ayrıcalığa ve öneme sahiptir. Mehmed Âkif’e hayran biri olarak onun şahsını ve eserlerini sahiplenir ve bir Mehmed Âkif sevdalısı olarak yazdığı eseri önce tefrika halinde daha sonra da kitap halinde neşreder. Bu yüzden Süleyman Nazif’e fazlasıyla müteşekkir olmak ve eserine gereken ehemmiyeti vermek gerekir.
-Afgani, Abduh, Reşit Rıza ve Abdürreşid İbrahim’in; Âkif’in düşünce ve şiir dünyasındaki yerlerini anlatır mısınız?
-Cemaleddin Âfgani noktasında okumalarımı hâlâ sürdürüyorum. Hatta en son incelediğim Kadir Canatan tarafından hazırlanan “İslâm Terakkiye Mani midir?” başlıklı eser. Bilindiği üzere Avrupa’da din ve kiliseye meydan okuyan Ernest Renan “İslam ve bilim konuşmasıyla da İslâm’ı hedef almıştır.” Buna tepki olarak Cemaleddin Afgani ve Namık Kemal birer reddiye kaleme almışlardır. Nâmık Kemal üstelikte bu reddiyesini Midilli’de hapiste kaleme alır. Onun yazdığı bu reddiye Renan’a karşı İslâm dünyasında en sert ve en ateşli reddiyedir. Lakin Namık Kemal’in güçlü İslâm savunusu yanında Cemaleddin Afgani’nin Renan’a reddiyesi oldukça zayıf ve amaçlanandan uzaktır. Zaten Mehmed Âkif’in de Afgani’ye olan yaklaşımı kanaatimce Muhammed Abduh’a olan sempatisinden kaynaklanıyor. Nitekim Afgani’nin en büyük eserinin Abduh olduğuna dair ifadeleri bunun bir göstergesi. Reşid Rıza’da Abduh’un öğrencisi olma ayrıcalığına sahip, daha geleneksel. Daha belirgin bir ifadeyle gerek Muhammed Abduh ve gerek öğrencisi Reşid Rıza, İslâm dünyasında İslâmî düşüncede gelişmeye başlayan yenilikçi hareketin içinde yer alır ve Müslümanları içinde bulunduğu olumsuz durumundan kurtaracak ve İslâmî inanç ve değerlere zarar vermeyecek bir modernleşmenin gerekliliğini savunurlar. Dikkat edilirse Mehmed Âkif’in makalelerini tercüme ettiği kişi, bildiğiniz üzere Afgani değil Muhammed Abduh’dur. Reşid Rıza’da, Âkif gibi Abduh’un eğitim yöntemini benimser. Bu noktada Mehmed Akif’in tercüme edilecek makalelerin, eserlerin seçiminde çok titiz olduğu ve özellikle İslâm dünyasının dinî ve ahlâkî problemlerini, ictimaî sorunlarını tahlil eden, çözümler sunan, Müslümanların karşılaştıkları problemlerin üstesinden gelmelerini ihtiva eden metinleri tercüme ettiği dikkate alındığında Muhammed Abduh, Ferid Vecdi gibi isimler daha iyi anlaşıldığı gibi, bu vesileyle Mehmed Âkif de daha iyi anlaşılmış olur.
Ülkemizde Afgani’nin ele alınış tarzı reel düşünceye dayanmaktan uzaktır. Özellikle de onun Mason oluşuna dair rivayetler… Doğrudur, Afgani Mısır’da siyasi amaçlarla Mason locasına girmiş, ama locayı politikaya alet ettiği gerekçesiyle kısa sürede locadan atılmıştır.
Dolayısıyla İslâm dünyasında “yenilikçi” fikirlere sahip olan Afgani’yi ele alış ve yaklaşım tarzı yüzeysel bir tavır olmaktan öteye geçmiyor. Daha çok da Afgani’ye karşı bu olumsuz tavır, siyasi zeminde Sultan II. Abdulhamid ilişkileri bağlamında yapılıyor.
Abdürreşid İbrahim Efendi’ye gelince, onun Mehmed Âkif’le dostluğu bunlardan farklı. Mehmed Âkif fikir, düşünce ve sanatıyla Abdürreşid İbrahim Efendi’yi etkiliyor. Kavi bir dostluk onların ki. Mehmed Âkif de meşhur bir seyyah olan bu dostunun Müslümanları irşad hususundaki himmet ve gayretlerini çok önemsiyor. Bu yüzden onun çalışmalarına çok ehemmiyet verdiği gibi Safahat’ın ikinci kitabı olan “Süleymaniye Kürsüsünde” başlıklı eserinde biteviye Abdürreşid İbrahim’i söyletiyor.
Onların kavi dostluğu sabahlara kadar sohbetlerle süren bir dostluk. Hatta bir gece sabaha kadar sohbet sürecinde otuz küsur bardak çay içtikleri rivayet olunur. Bu sohbetler esnasında yer yer Âkif de şiirlerini okur. Abdürreşid İbrahim, bazen Mehmed Âkif’e hüsnü teveccüh göstererek. “Ah Âkif, ne yapayım ki, senin kalpleri tutuşturan şiirlerine can verecek yaşta değilim. Yirmi sene evvel bunları yazmış olsaydın, kim bilir bunlar bana daha ne büyük kuvvet vermiş olacaktı. Bütün Asya’yı, Afrika’yı gezdim, senin gibi bir şair görmedim. Sen bütün Asya’yı, Afrika’yı dolaşmalısın. Buzlu steplerde, kızgın çöllerde yaşayan Müslüman kavimlerin ahvalini yakından görmelisin. Senin şiirlerin ilkbaharın feyzi gibi donmuş ruhlara yeniden hayat verir. Sen onları görmelisin, dinlemelisin; onlar da seni görmeli, dinlemelidirler” şeklinde iltifat ve hayranlık dolu cümlelerle muhabbetini ifade eder.
-Son olarak eklemek istediğiniz şeyler var mı?
-Hiç kuşkusuz 2021 yılının TBMM tarafından “Mehmed Âkif Yılı” olarak kabul edilmesi oldukça anlamlı. Bu noktada Âkif yılı olarak kabulü sebebiyle Mehmed Âkif’e dair pek çok eser yayınlandı. Lakin bu eserlerin ekseriyeti maalesef “Mehmed Âkif serenadından” öteye geçemiyor. Diyeceğim o ki, toplumumuz tarafından Mehmed Âkif gerçekten sevilen bir şahsiyet. Fakat işin üzücü boyutu toplumumuzun istemsizde olsa okuma tembelliğinden kaynaklanan bir hal ve tavrı yeğlemesiyle Âkif’e gösterilen bu sevgi, bu ilgi, bir türlü bilgi seviyesine yani onun düşüncesini anlama ve kavrama seviyesine ulaşamıyor. Toplum olarak onun Safahat külliyatının ancak çevresinde dolanıyor, sahillerinde çaba harcıyor, onun künhüne vakıf olamıyoruz. Onun yazdığı İstiklal Marşı, Çanakkale şiirinin bazı mısralarını terennümle yetiniyoruz. Kanaatimce İstiklâl Marşı’nın bile bırakın halkımız tarafından anlaşılmasını, okur-yazar taifesince bile yeterince anlaşılmış değil. İstiklal Marşı’nın ruhu, yazıldığı zemin ve muhtevası… Hal böyle olunca son dönemde Mehmed Âkif’e dair yazılan eserler, Mehmed Âkif’in anlaşılmasından çok onun anlaşılmasını gölgeliyor, anlaşılmasına set çekiyor. Tabii bunu söylerken elbette bazı nitelikli çalışmaların yayınlandığını da belirtmeliyim. Lakin okuyucunun Âkif’e dair onca eser arasında bu nitelikli eserlere ulaşması zor görünüyor.
Mehmed Âkif bir şair ve mütefekkir olarak pek çok açıdan büyük bir yol gösterici, istikamet veridir. Fakat varlığının farkına varılamamaktadır. Nesillere, onun bu farkındalığı, bu ayrıcalığı çok zor gibi görünse de anlatılmaya çalışılmalı, bu uğurda çaba harcanmalıdır. O yüzden başta eğitimciler, ebeveynler olmak üzere yeni nesil okuma konusunda yönlendirilip bilinçlendirilmelidir. Okul müfredat programlarına Safahat için ayrı ders saatleri konulmalı, nesiller bu külliyatta yer alan fikir ve düşüncelere göre yetiştirilmelidir. Unutulmasın ki Üstad Mehmed Âkif’in yedi kitaptan oluşan Safahat külliyatı Müslümanların zihninde bin yıldan beri yer etmiş ideal dünya görüşünün yüksek ve fedakârlıklarla dolu tarihinin günümüze yansıması ve izdüşümüdür. İşte Âkif, bu yansımada çok boyutlu bir şair ve mütefekkir olarak inancıyla, düşünceleriyle, mücadelesiyle, yaşantısıyla gençlere örnek göstereceğimiz bir rol model, mümtaz bir şahsiyettir…