Yasin Aktay / Yeni Şafak
Siyaset için ilmihal: Düşmana yenildiğinizde değil benzediğinizde kaybedersiniz
Bütün insanlara anlatacak bir derdi, bütün insanların iyiliğini isteyen yücelikte gönlü olanların düşmanlıkları da, hasımlıkları da aşılamayan, doğuştan verilmiş özelliklere, mesela ırka, kabile ilişkilerine, cinsiyete, milliyete değil tamamen erdemlere dayanır.
Kendi akrabası, yakını, soydaşı dahi olsa zulmü irtikap etmiş kimseye sahip çıkmaz kendini ondan saymaz mesela. Buna mukabil kendi soydaşı, akrabası olmayanlarla bir erdem siyaseti etrafında dostluğu paylaşır. Türkiye’de İslamcı veya muhafazakâr siyasetin en büyük erdemi tam da bu esası benimsemiş olmasıdır. Bu esas üzerinde durduğu sürece Türkiye’de sosyal adaletin veya yargıdaki adaletin tesisinde emsalsiz katkılar yapmıştır. Ancak siyasetin iktidarla imtihan edildiği yerde bu esaslar üzerinde sebat etmenin zorluğu da her zaman kendini hissettiriyor.
Sahip olduğunuz erdemin düşmanlarınızca da benimsenme ihtimalini kapattığınız ölçüde İslami siyasetten de uzaklaşırsınız. Erdemler bir rekabet alanı değil bir paylaşım alanıdır. Paylaşıldıkça genişleyen, genişledikçe herkese yer verebilen bir alandır erdemler alanı. İslami siyaset insanları hayra çağıran, düşmanları dosta dönüştürmeye davet eden bir tarz-ı siyasettir. Bugün muhafazakâr siyaset adına ortaya konulan ve rakiplerini belli bir konuma mahkûm eden, oraya sabitleyen bir bakış açısı belki Carl Schmitt’in çizdiği çerçevede siyasetin tabiatına uygun davranmış olur, ama İslami siyasetten uzaktır.
Malum, ünlü Alman siyaset felsefecisi Schmitt siyaseti hayatın neredeyse tamamına teşmil ettikten sonra siyasetin özünün de dost-düşman ilişkisi olduğunu anlatmıştır. Ona göre siyasette yaşanan geçici istikrarda bile düşmanlıklarını uykuya yatırmış taraflar vardır ve diğer tarafa besledikleri duygu düşmanca bir duygudur ve bu hiçbir zaman değişmez. Düşmanlığın dostluğa, düşmanların da dostlara dönüşmesi bu bakış açısından muhal bile sayılabilir.
Daha önce de söyledik, Schmitt’ten sonra bütün siyasal eylemi aşılamayan ve sınırları doğal olarak konulmuş “dost-düşman” ilişkisi olarak nitelemek neredeyse mutat hale gelmiştir. Herkesin düşmanı bellidir ve düşmana karşı nihai duygu onun bertaraf edilmesidir. Düşmanla paylaşılacak bir iyilik yoktur ve ona herhangi bir lütufta bulunmanın da bir anlamı yoktur. Dostlar ise düşmana karşı bir araya gelen, böylece düşmana ihtiyaç duyan kişiler olarak tanımlanır. Her şey savaşçılara, temel erdemi öldürmeye hazırlık olan savaşçılara yönelen bir siyaset felsefesine dayanır.
Schmitt’e göre, siyasal kavramı, dost ve düşman arasındaki ayrıma dayanırken, Ötekinin olumlanmasına yönelen bir dostlar toplumu yoktur. Aksine neredeyse aslolan bir düşmana sahip olmaktır ve dost dahi bir düşmanın varlığı için işlevsel olduğu ölçüde olumlanır: dostlar, ortak bir düşmana karşı bir araya gelen, ötekine karşı ortak bir savunma üreten kişilerdir.
“Bir düşman olmadan delirirdim, dünyam tüm istikrarını ve tutarlılığını kaybederdi. Düşmanlarımızın kaybına katlansaydık, düşmanın kim olduğunu somut olarak belirleyememiş olsaydık sonuç barış değil, kargaşa ve tehlikeli bir kargaşa, tüm siyasi düzenin hadım edilmesi ve milletin depolitizasyonu olurdu” diyor Schimtt.
Schmitt’in dost-düşman ayrımına dikkat edilirse, tıpkı kardeşliğin kan bağına dayalı olması gibi, düşmanlık da bizim kanımızdan olmayan, bizimle aynı vatanda doğmamış olan ve hiçbir zaman bizden olamayacak olandır ve ona karşı düşmanlığımız hiç zaman tamamen giderilemeyecektir.
Oysa Müslümanın düşmanı hiç değişmeyen belli insanlar değil, sadece onların eylemleri ve cahiliyeleridir ve nihayetinde her düşman aynı zamanda bir dostluk davetine muhataptır. Çünkü Müslümanlar için dostluk kan bağına dayalı, yani bir kardeşlik bağı değil, erdemlere dayalı iradi ve özgür bir tercihtir.
Müslümanlar sahip oldukları hakikate yönelik bir kıskançlık beslemezler. Başkalarının da bu hakikate sahip olması tam da düşmanlığı giderebilir ve bu arzulanan, hedeflenen şeydir. Ezeli ve ebedi düşman yoktur. Düşmanlık ve dostluk insanın doğumunda kendisine verilmiş şeyler değil, erdemler lehine yapılmış tercihlerle kurulur.
O yüzden Müslümanın düşmanına karşı bile temel duygusu nefret değil, acıma ve şefkattir. Çünkü düşmanlar dahi Allah tarafından yaratılmış ve onlar da onun dostluk çağrısının muhatabıdırlar. Irkçılar veya verili özelliklere dayalı asabiyetler için kabullenilmesi zor bir bakış açısı bu. Bir insanın kendi ırkını değiştirmesi mümkün değildir. O yüzden kan-kardeşliğe dayalı dostlukların yayılma ve başkalarına bir şey söyleme şansı yoktur. Kar(ın)deşler arasında ise dostluk hiçbir zaman hayal kırıklıkları olmadan yaşanmayacağı için “dost yoktur” sonucuna kolaylıkla ulaşılır.
İslam’da ise bugün düşmanımız olanlar, kendilerine doğuştan verilmiş özellikleri, kimlikleri, aşiret veya kabile mensubiyetleri dolayısıyla değil sadece hakikate karşı tutumları, zulümleri, haksızlıkları, taşkınlıkları dolayısıyla düşmandırlar.
Bunun da arkaplanında yine Sokratik bilgeliğin Müslümanca ifadesiyle “bilseler yapmazlar” bakışı vardır. Yani aramızdaki düşmanlığın sebebi birbirimizi tanımıyor olmamız, aslında belki kendimizi tanımıyor olmamız ve bu dünyada tabi olacağımız, kulak vereceğimiz erdemlere yabancılaşmış olmamızdan kaynaklanıyor.
Bizi birbirimizden uzaklaştıran o cahiliyeyi gidermek lazım. Bizim için düşman olan insanlar değil, bir tutum, bir eylem, bir aymazlık olarak cahiliyedir.
Cahiliye ise herhangi bir insana ebediyen yapışmış bir vasıf olamaz. Üstelik cahiliyesi giderilmiş insanlarda da zaman zaman nüksedebilir.
O halde sahih bir hayat ve siyaset tam bir teyakkuz ile yaşanan bir hayat ve siyasettir.