Durdurulmuş İlkeler ve Bağlamından Kopan Pratikler

MURAT AYDOĞDU

İLKELERLE DİNAMİK BAĞLANTI KURMAK

Bir yerde takılıp kalanlardan, yaşadığı döneme, koşullara uygun pratik oluşturamayanlardan söz ediyoruz. Bu içtihadın terkini, asrın fıkhının oluşturulamamasını ve ileri aşamada faal aklın terkini inceledik. Gerçekten de algılama ve tahlillerimizde önemli yol aldık. On yıllardır yaşadığımız coğrafyada ilkeleri kalıplaşmış, statik, belli zaman-mekân ilişkisinin içine hapseden zihniyetin aşılması amaçlanmış ve önemli oranda da başarılmıştır.

Aliya İzzetbegoviç, Doğu-Batı arasında İslam çalışmasında Sıratı Mustakimden savrulmaları açıklar. Yahudilik aşırı münzevileşmiştir ve bu nedenle Musa’nın şeraiti maddi ağırlıklıdır, zahirler üzerinden yürür. Bu devinim Yahudiliği orta yola çektikten sonra durmaz ve sola sapma/aşırı dünyevileşmeye dönüşür. İsa’nın getirdiği şeriat, gaybdan kopan Yahudiliği orta yola çekecek maneviyat ağırlıklıdır. Bu devinim Hıristiyanlığı orta yola çektikten sonra yine durmaz ve sağa sapma/münzevileşme ortaya çıkar. Bu insanoğlunun toplumsal diyalektik süreci, gel-gitleri sürekli tekrarlanır. Kuran’ın İnsanlık genel tarihi içerisindeki konumu bu denge üzerindedir ve savrulmalara karşı önlemini almış İlahi hatem/mühürdür. Afgani’nin siyasallaşmayı önceleyen kimliği ile Abduh’un eğitimi önceleyen kimliği de aynı diyalektik çelişkiyi barındırır. Her bir eğilimin aşırı öncelenmesi öbürünün eksikliğini hissettirir. Ali Şeraitinin, iktidar devriminden önce zihniyetlerde devrimi önermesinin önemini hissederken, diğer yandan onun yolunda olduğunu iddia edenlerin savrulmasını izliyoruz.

Bu coğrafyada da yeni süreçler yaşıyoruz, ilkelerle olan bağlantı koptuğunda savrulmalar gerçekleşecek, diğer yandan donuklaştırılan ilkelerin atılacak adımların önünü nasıl kestiğinden dem vuracağız. Söylem ve tahlilleriniz noksanlarımız ve onları tamamlayacak, geliştirecek çıkışlar üzerinden yürür. Bu söylem bir devinim, faal kişiler arasında sinerji oluşturur ve rayına oturur.

Ali Bulaç Asrı Saadete hiç gitmeyenlerden ve gidip dönmeyenlerden söz eder, ben buna gidip dönenleri ama bağlantıyı koparanları ekleyeceğim. Zira İnsan olaylar arasındaki bağlantıyı kuran varlıktır. Geçenlerde eski bir arkadaşımla karşılaştım. Neler yaptığımı sorduğunda “Nüzul sırasına göre Kuran okumaları yapıyoruz” dedim. “Siz hala orada mısınız? Biz artık onları aştık, fiiliyattayız” dediğinde, problemi ilk anda pek fark etmedim. Muhabbetin ilerleyen safhalarında, aştıkları aşamanın nasıl terk etmeye dönüştüğünü üzüntü ile fark ettim, Asra Saadete gidip dönen arkadaşım orası ile bağlantıyı koparmıştı…

Mart ayının 3 haftası yazar Gülay Göktürk Sakarya’da bir konferans verdi. Demokratik açılım ve gelişmeleri anlatırken, kendi inanç ve değer yargılarında samimi biri olduğunu gözlemledik. 60 ihtilalinin sürekli vesayet kurarak siyaseti tıkayan üç kurumundan (Anayasa mahkemesi, Danıştay ve HSYK) söz etti. Mevcut yasalarla ilgili konuşurken, hiçbir kutsalının olmadığını, Türkiye de şeriat istemeyenlerin %95 olduğunu ve bunu kendisi için güvence kabul ettiğini vurgulayarak, liberal söylemlerle oldukça alkış aldı. Benim için ilginç olan; Liberalleşen dinleyicilerin yoğun muhafazakâr profilleriydi. Bu ilkeleri deforme olmuş kendi siyasetini üretememiş topluluğun kopuşu ve savrulmasıdır.

Şimdi gidip de ilkelerimizi gördüğümüz, sonra dönüp toplumumuzla olan bağlantıyı kuracağımız değerlerimizi inceleme zamanı. Bu aynı zamanda yaşadığımız asır için oluşturacağımız paradigmadır.

MUHATTAPLARIN SİYASETİNE KARŞI DURUŞ

Mekke de Müslümanların muhatapları ve onlarla olan münasebetleri elbette bizim için kriterler barındırır. Günümüz örnekleri birebir uymasa da, bu örneklemeler arasında ara haller, kombinasyonlar içerse de ve hatta Medine dönemindeki bazı muhatapların özellikleri ile de bağdaşsa temel tanımlamalarımızda belirleyicidir. Kendi yapılarımızı tartışmanın yanında, muhatapların ve toplumsal yapının tahlili tavırlarımızı ve mücadele tarzımızı da önemli oranda belirleyeceği açıktır.

Bu muhataplar başlıca kimlerdi:

Ebu Cehil: Sert mizaçlı, militarist uygulamalara sahip ve konuşulması mümkün olmayan özelliklere sahip.

Ebu Lehep: Ahlak yoksunu, saldırgan, seviyesiz ve yine konuşulması mümkün olmayan bir kişilik.

Velid b. Muğire: Oldukça mantıklı, gurur ve kibir sahibi. Bu özellikleri dolayısı ile bulunduğu meclis (Darun Nedve) kararlarına uyan güçlü toplumsal destek sahibi ve varlıklı birisi.

Ümeyye b. Halef: Bir işkenceci ve mal düşkünü.

Ebu Süfyan: Yine kendi mantığı içerisinde tutarlı tavırlara sahip, ekonomik çıkarları her şeyin üstünde. Yine bu özellikleri ile daima güçlünün yanında ve fırsatçı özelliklere sahip bir kişilik.

Ebu Talip: Yakınlarına merhamet sahibi, baskılara boyun eğmeyen, ama toplumsal statüsünden de taviz vermeyen yapıda. Bütün bu özellikleri ile Müslümanları himaye etmesine karşılık onlara sürekli uzlaşma teklifi götüren bir kişilik.

Ehli Kitap: İnanç ve sosyal ilişkiler açısından Müslümanlarla benzer kaynaklardan beslenmelerine karşılık, kıskançlık etkisi ile müşriklerle gizli anlaşmalar yapabilen cemaatsel yapılar.

Necaşi: Habeşistan imparatoru, adil ve ahlaki toplumun karakteristik lideri. Buna karşılık resmi ilişkilerin dışına çıkmayan bir otorite.

Civar kabileler: Güçlü kavmiyetçi duygulara sahip, merkezi yönetimle dengeler üzerine ilişkileri olan düşük bilgili ve medeni ilişkilerde zayıf yapılar.

Bazı sorular:

Mekke’de yabancı bir tacire borcunu ödemeyen Ebu Cehil’e karşı Allah Resulünün borcunu ödemesi yolundaki ikazı nereye oturuyor?

Ebu Talib’in Allah Resulünü sürekli taviz vermeye ikna çabaları ne anlama gelir?

Boykot zamanında, Ebu Talibin mücadele tarzının da etkisi ile boykotun sona ermesi ne ifade ediyor?

Bir kısım Müslüman’ın Habeşistan’a hicreti, eğer köle olsalardı Necaşi’nin bunları iade edeceğini beyan etmesi neye karşılık gelir?

Allah Resulünün öldürüldüğü şayiası ile Ebu Talib’in Müslüman olmamış yeğenlerinin silahları ile Mekke aristokrasisine meydan okumaları ne anlama gelir?

Düşmanlıkta ve kıskançlıkta en ileri oldukları halde, Medine de ki bazı Yahudi kabilelerle neden ittifaklar yapıldı?

Mekke müstekbirlerinin beyin takımı olduğu ve Allah Resulünün vefatının 30 yıl sonrasında oluşan yeni müstekbir kesimin nüvelerini taşıdığı halde Müslüman olduğunu beyan eden Ebu Süfyan’a neden taltifler yapıldı?

Dikkatli incelendiğinde hezeyan ve yüksek militarist/saldırgan özelliklere sahip Ebu Cehil ve Ebu Lehep gibi kişilerle sert bir üslupta ve karşılıklı slogan atılacak seviyede çatışma var. 

Velid b. Muğire ve Ebu Süfyan gibi kişiler gerçekte daha etkin, toplumsal bir tehdit, İslami yapılanmayı uzun vade de boğacak yönetimsel zekâya sahipler. Gerçek fikri ve toplumsal mücadele bunlara karşı yapılmasına karşılık, siyasi mücadele ön planda, bunlara karşı slogan, ve kavga ayrışma gerçekleşene kadar üstü örtülmüş kavramlar.

Ebu Talip, Necaşi ve Ehli Kitap ise yer yer ittifaklar kurulmasına karşılık tabi olmak söz konusu değil. Bunlar ciddi toplumsal, ahlaki alt yapı oluşturulmadığı takdirde, bazı Müslümanların davasından vazgeçip katılacakları yapılar ve bu nedenle ciddi kültürel bir mücadele var. Ebu Talib’e amcacığım, Necaşi’ye adil bir hükümdar, Ehli Kitaba ise aramızdaki ortak söze gelin hitapları ile sesleniliyor.

Ebu Talip sürekli Allah Elçisini taviz vermeye zorlar. Elçinin müdahaneye yaklaşmayan tavrına karşılık yine de onu korur. 10-20 000 Arası nüfusa sahip Mekke’de sayıları birkaç yüzü bulmayan Müslüman baskı altındadır. Bir süre ortalarda görünmeyen Elçinin öldüğü söylentisi yayılır, Ebu Talip’in müslüman olmamış yeğenleri başta bir gurup kılıçları ile ayaklanır. Ah! Ebu Talp bir ikrar etse Haşimoğulları beklide akın akın gelecekler. Ne yapar Elçi ve Müslümanlar, itikadi boyutunu ya da imanını mı sorgularlar Ebu talp’in? Hain edebiyatı yapar ya ada metot tartışmasına mı girerler, yoksa amcacığım hitabı ile mi yaklaşırlar ona?

Necaşi’ye gitmiştir bir kısım Müslüman, Necaşi siyası dengeleri bozmaz, hatta köle olsalar iade edecek. Mekke müşriklerine, zalimliklerine boyun eğmeyen Müslümanlardan bir ikisi Hristiyan olur sonrada alkole verir kendini. Müslüman topluluk, yoz Hristiyanlığa lanetler mi düzerler, Necaşi için zalimlik edebiyatı mı yaparlar? Yoksa orada adil bir hükümdar var mı derler?

Ebu Süfyan; kurnaz mı kurnaz, kapitalizmin babası Mekke’de ve karısı, Hamza’nın nefreti ile dolu, hatta aile kültürü fitneyi bağrında taşıyor da, bir kuşak sonra kusacak onu. Ne yapıyor Müslümanlar, Tebet/kahrol mu diyorlar, Cehaletin babası mı diyorlar ona? Yoksa taltif mi ediyorlar onu?

Medine Yahudileri; hain mi hain, Mekke müşrikleri ile el altından sürekli ilişkileri var. Daha hicret bile gerçekleşmemişken, Mekke aristokratlarına vahiy kültürü hakkında akıl vermişlerdir zaten. Ne yapar Müslümanlar, “Onlarla görüşen, onlardandır” edebiyatı mı yaparlar? Yoksa eşit statüde iktidarı mı paylaşırlar onlarla?

Son kısımda yer alan civar kabileler ve bunlara ilave edilebilecek Mekke’nin geniş kitlesi pasif konumda. Ama buna rağmen, açık bir çatışma halinde Müşrik yapının lojistik tabanı. Müslüman topluluk bu kesimle kitlesel temelde bir çatışmaya ve tartışmaya girmiyor. Çatışma yok, ama bu kesime karşı etkin bir davet ve uyarı var. Merkezi yapının oluşturulması ve fetih sonucu bu kesimin akın akın katılacağı İslam toplumu ile arasında husumete yol açacak hareketlerden kaçınılıyor.

Ebu Talp, Necaşi, Yahudiler, sonrasında Rum hiç birine tabi olmadılar, ama hiçbirine de nefretle bakmadılar, kaldırıp atmadılar muhabbeti. Hamza Türkmen’in tesbiti ile Rum’u destekledi ashap, ama hiç biri Rum ordusuna asker yazılmadı. Rum’u desteklemeyi “Yesinler birbirlerini, zayıflasınlar, sonra da biz kalanın hakkından geliriz” olarak algılayan bir zihniyette var ki, tahakküm ve kavganın, nefretin sembolü, siyaset üretemeyen bir yaklaşımı bu.

KENDİ SİYASETİMİZ VE SAVRULMAYA KARŞI DİRENÇ

Siyaset mi kirli, takip ettiklerimizin (Elçilerin) siyaseti de mi dâhil buna? Yoksa sapla samanı mı karıştırıyoruz ilkeler adına. Bir yanda sisteme tabi olanlar, diğer yanda kuru karşı çıkış.

Şimdi mesele daha yani başlıyor. Bir yanda saldırgan zihniyet ve onun dokunulmaz putları, diğer yanda ciddi erozyon doğuran liberalleşme, dünyevileşme. Bir yanda yaygınlaşan kapitalist ahlak, diğer yanda içine kapanan, toplumdan soyutlanan, cemaat yapıları kuşatıyor hayatımızı. Yine bir yanda ciddi bir Ehli Kitaplaşma sinyalleri, diğer yanda kavga ve sloganın ötesine gidemeyen restleşme ile marjinalleşme. Bir yanda geri çekilmiş, eylemsellikten uzak sürekli teorik yapılanma tartışmaları, diğer yanda eylem içerisinde ama tahlil yeteneğinden uzak, ya da doğru tahlil edilememiş mücadele tarzı.

Önemli sıkıntılardan birisi de algılama farklılığı ile oluşan metodik davranış biçimlerinin hemen yargılanması, klasik tabirle metodun itikadileştirilmesi. Sizi kolaylıkla sisteme entegre olmakla suçlayanlar yanında, uzlaşmayan yapınızdan dolayı reel gerçekliği olmayan ütopyacılıkla suçlayanlar.

Siyasetin ilkelerinde, yıkılması gereken Vesayet, Müdahane ve Temsil olmak üzere üçlü önkoşul vardır. Bunlardan bir tanesi bile mevcut ise o siyaset bize yük olur. Vesayet yukarıdan aşağıya otorite, müdahane ise aşağıdan yukarıya itaat kültürü oluşturur. Açık ve sahih bir İslami söylemde bulunamıyorsanız, temsil koşulunu da kaybetmişsiniz demektir. Önderlerin açık ve sahih söylemleri olmadığı durumda toplumun değerleri kayıp savrulur ki, bu mevzi yararları silip süpüren etkidir. Bu kuralı çiğneyen çoğu cemaat ve kurumların pragmatik siyasetlerinin, ürettiği toplumları nasıl muhafazakarlaştığı, Ehli Kitaplaştığı, sağcılaştığı, milliyetçileştirdiği örnekleri ortadadır.

Bize anlatılan kurumsal bir meclis vardır “Dar-un Nedve” olarak tanımlanan bu meclisler, üzerimize vesayet, kendilerine ise müdahane oluşturup bize bir temsil biçerler. Dar-un Nedve’yi bizim için girilmez kılan/haram kılan bu üç koşuldur. Sırası ile bu fonksiyonlar kaldırıldığın da, o meclis bizim için Ukaz panayırı, toplumumuza karşı kendi vesayetimizi kurduğumuzda ise Medine vesikası olur.

Uzun süredir dernekler, sendikalar ve sivil toplum örgütleri, totaliter yapıları gevşeyen, üçlü sacayakların kırıldığı kurumlar halinde önümüzde hareket sahası oluşturmuştur. Günümüzde ise siyasetin hareket sahası üst kurumlara doğru tırmanmaktadır. Bu en üstte siyasi bir partiden, belediyelere oradan muhtarlıklara kadar inen ve sivil toplum örgütlerinin kent konseylerine kadar yayılan bir siyasi saha var. Bu siyasi kademenin en nihayet bir kademesine kadar yer alıyoruz. Yer alınan kademe mutlaka vesayet, müdahane ve temsil yeterliği düzeyinde belirlenmelidir.  Bu, sistemin verdiği bir lütuf değil, bizim sökerek aldığımız bir zeminde değil. İç dinamiklerin, dış dengelerin ve tıkanan sistemin mecbur kaldığı bir mecradır. Bütün bunları yozlaşmadan, toplumdan kopmadan ve çözülmeden başarmanın yolu tartışılmalıdır, hem de dinamik ve sürekli yenilenen bir tartışma.

Bu gün üzerine ölü toprağı serpilmiş bazı kişiler dün meydanlardaydı. Yine dün meydanda olanlar bu gün meclislerde devam ediyorlar. Ama gerçekte hep aynıydılar, toplumsal nefsimizde değişen bir şey yok. Seküler, saldırgan bir militan laikliğe karşı meydanda yükselen isyan sözlerinin yanında ve daha derinde yozlaşmaya karşı etkisizleştirme siyaseti oluşturulmalıdır. Bu siyasetin toplumsal uyarı boyutu, açık, net olmalı, haykırmanın ve öfkenin ötesinde tutarlı, dayanıklı ve sağlam tespitlere dayalıdır.

Kendi kültürel ve ahlaki temellerini oluşturamamış yapıların, toplumu tahlil etmesi de hem sağlıksız hem de sığ olacaktır. Zira toplumsal bir fırsat ile oluşacak kitleselleşme ve daha ileri başarılar, geciktirilen problemin daha vahim boyutta ortaya çıkışını da yaşayacaklardır. Jakoben despotik zihniyet daha işin başında kimliğini ele verir. Dünya ölçeğinde bunun sayısız örnekleri var ve halen yaşıyoruz. Yeni oluşan şartları ve şartların oluşturduğu imkânları değerlendirirken ilkeleri hatırlatanlara kulak verilmelidir. En nihayetinde en büyük yardımcılarda onlar olacaktır.

Kaçırarak kurtardığımızı sandığımız kendi evlatlarımızın, bir gün bizi yargılayacağını unutmayalım.